Çarşamba günkü yazımda başladığım 1998’de yayınlanan bir yazımın tekraren yayınına devam ediyorum, bugünkü konu yazıyı yazdığım 1997 senesindeki Sivil Otorite-Ordu ve Din-Devlet ilişkileri.
Okurları 1997’deki yazımın bir bölümü ile baş başa bırakıyorum, sonuna da bir yorum ekleyeceğim.
2- Sivil Otorite-Ordu İlişkisi
Türkiye’de ordu kurumu da siyasal tartışmalara konu olmaya başlarken, bir kesimin diğer bir kesimi “ordu düşmanlığı” ile suçladığına tanık olmaktayız. Ordu kurumu ya da daha doğru bir ifade ile “dış güvenlik üretim birimi” bir kamu hizmeti üretim birimidir ve hizmete özgü tüm özellikler açısından bu kamu hizmeti türünün adalet, sağlık, eğitim türü hizmetler den bir farkı yoktur. Bir yurttaşın mahkemelere, yargıçlara, devlet hastanelerine, doktorlara, ilköğretim binalarına ve öğretmenlerine düşman olması ne kadar anlamlı ise orduya da düşman olunması o kadar anlamlıdır.
Ancak, ortada da çok ciddi insanların dile getirdiği bir “ordu düşmanlığı” ifadesi varsa, bu ifade üzerinde de düşünmek lazımdır. İBDA-C ya da TİKKO vs. militanlarının “ordu düşmanlığı” dışında bu tür terör örgütleri ile ilişkisi olmayan bazı yurttaşların da Türkiye’deki ordu kurumu ile bazı sorunları mevcuttur ve geniş anlamda “ordu düşmanlığı” maalesef bu geniş kesim için de kullanılmaktadır.
Bu yurttaşlar Türkiye’deki sivil otorite-ordu ilişkisinin bazı yönlerinden rahatsızdırlar ve bu rahatsızlıklarını demokratik platformlarda ve barışçı bir üslupla dile getirmektedirler. Söz konusu “rahatsızlıkların” kökenleri aşağıdaki noktalara dayanmaktadır.
a- İdarenin tüm tasarrufları demokratik bir devlette (anayasa Md.2) yargı denetimine tâbi olmalıdır (Anayasa Md. 125); oysa Türkiye’de Anayasa’nın 125. maddesi Yüksek Askeri Şura kararlarını yargı denetimi dışında tutmaktadır. En uç düzeyde uzmanlık gerektiren bir meslekte, örneğin öğretim üyeliği mesleğinde, konunun uzmanı beş profesörün bir doktora ya da doçentlik jürisi kararı yargı denetimine tabi iken (zaten normali de budur) bir albayın tuğgeneralliğe yükseltilmemesi kararının yargı denetimi dışında kalmasının açıklanması kolay değildir.
b- Anayasa’nın 145. maddesi asker olmayan kişilerin de bazı koşullarda askerî mahkemelerde yargılanabilmesine olanak vermektedir. Bir sivilin, koşullar ne olursa olsun, askeri yargı kapsamına alınması da açıklanması kolay olmayan bir Anayasa hükmü niteliğindedir.
c- Anayasa’nın 118. maddesinde ifadesini bulan “Milli Güvenlik Kurulu’nun mevcut görev ve yetkilerini yine aynı Anayasa’nın 2. maddesinde ifadesini bulan “demokratik devlet” ilkesi ile bağdaştırmak da mümkün değildir. MGK sadece dış güvenlik konularında sivil otoriteye brifing veren bir organ hâline dönüştürülmedikçe Türkiye’de “demokratik açığın” kapatılması olanaksızdır.
d-Devlet protokolünde TSK mensuplarının konumu devletin sivil niteliği üzerinde ciddi kuşkular uyandırmaktadır. Genelkurmay Başkanlığı’nın, aynen Sayın Demirel’in yıllarca savunduğu gibi Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, atılması gereken sivilleşme adımlarının ilkidir.
e- Türkiye için de kararlarına uyulması zorunlu olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin karar metinlerine de yansıdığı gibi DGM’lerde asker hâkimlerin mevcudiyeti Türkiye’de “adil yargılanma” ilkesi üzerine çok ciddi gölgeler düşürmektedir.
Sivil otorite-ordu ilişkisinde normalleşme, Yüksek Askerî Şura kararlarının yargı denetimine alınmasından, sivillerin hiçbir koşulda askerî yargı kapsamı içine alınmamasından, MGK’nın statüsünün gözden geçirilmesinden, devlet protokolünün gözden geçirilmesinden, devlet protokolünün yeniden tanziminden ve nihayet DGM’lerden askerî hâkimlerin çekilmesinden geçmektedir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bir biçimde ilgilendiren bu noktaların yaşama geçirilmesi TSK’nın politika dışında kalıp güvenlik hizmeti üreten bir kamu hizmeti birimine dönüşmesi ve bu suretle asli görevi olan ülkenin dış tehdit ve tehlikeye karşı korunması işlevini daha etkin görebilmesini amaçlamaktadır.
İçinde bulunduğumuz uluslararası konjonktürde bu gereklilik her zamandan da daha fazla kendini hissettirmektedir.
3- Din-Devlet ilişkisi
Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa’nın 2. maddesi uyarınca laik bir devlettir. Aynı Anayasa’nın 136. maddesi ise “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın” amaç ve görevlerini düzenlemektedir. Siyasal Partiler Kanunu’nun 89. maddesi de siyasi partilerin programlarında “Diyanet İşleri Başkanlığı” kurumunu genel idare dışına taşımayı amaç edinemeyeceklerini hükme bağlamaktadır. “Diyanet İşleri Başkanlığı”nın genel idare içinde yer alacağı Anayasa’nın 136. maddesinde de ifadesini bulmaktadır.
“Diyanet İşleri Başkanlığı” genel idare içinde yer alan ve giderleri genel bütçeden karşılanan kamusal nitelikte bir din hizmeti üretim birimi niteliğindedir.
Bu yapılanmanın zorunlu bir sonucu tüm vergi mükelleflerinin katkılarıyla oluşan genel bütçeden sayıları hızla yüz bine yaklaşan din görevlisinin maaş almasıdır. Söz konusu vergi mükelleflerinin içine Hristiyan, Musevi, Alevi’nin yanı sıra dinsel inancı olmayan deist yurttaşlarımız ve ateistler de girmektedir.
Kamu hizmetinin olmaz ise olmaz koşulu söz konusu hizmetin tüm yurttaşlara ulaşma olasılığının sıfır olmamasıdır. Oysa, bir kamu hizmeti niteliği yüklenen din hizmeti (dolayısıyla vergisel finansman) açısından bu olasılık azımsanmayacak sayıda yurttaş için sıfırdır.
Hristiyan, Musevi ya da Tanrıtanımaz yurttaşların vergisi ile finanse edilen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ağırlıklı olarak Sünni yurttaşlara hizmet götürmesi devletin lâik niteliği üzerinde ciddi kuşkular uyandırmaktadır.
Türkiye’de din-devlet ilişkilerinin normalleşmesi “Diyanet İşleri Başkanlığı” ya da benzer kurumların tümü ile gönüllü katkılarla finanse edilmesinden geçmektedir. Bu gönüllü katkıların toplanma biçimi vergi benzeri yöntemlerle (mesela fonlar) devlet tarafından yapılmalı, ancak mükellefiyet gönüllülük temelinde olmalıdır.
Yorum (2.9.2022): Bu iki konuyu yazıldıklarından tam yirmi beş sene sonra okuduğunuzda AKP iktidarı döneminde sivil otorite-ordu ilişkilerinde 1997 senesinde demokratik hukuk devleti ile uyuşmadığını belirttiğim noktalardan Milli Güvenlik Kurulu dışındaki tüm konular bir biçimde çözümlenmiştir.
Din-devlet ilişkilerinde ise 1997-2022 arasında bir adım ilerleme yoktur hatta büyük gerilemeler mevcuttur.
Ben bu gelişmelerden AKP’nin reformları Türkiye’ye daha nitelikli bir demokratik hukuk devletine ulaştırmak için değil sadece kendi parti çıkarları için gerçekleştirdiği sonucunu çıkarıyorum ve kanımca da bu görüşümde büyük haklılık payı mevcut.
Sivil-asker ilişkilerinde başka konular anayasal değişikliklere de gidilerek çözümlenirken MGK konusunda bir adım atılmamış olması AKP’nin “MGK’yı kontrol edebildiğimiz ölçüde bizim işimize gelir” sakil görüşünden kaynaklanmaktadır.
Din-devlet ilişkilerinde ise Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kurumu üzerinden devletin laiklik niteliği büyük ölçüde aşındırılmış ve aşındırılmaya devam edilmektedir.
Bu konuda da muhalefet yıllarında çok keskin bir biçimde Diyanet İşleri Başkanlığı kurumuna karşı olan AKP’liler şimdi çok sakil bir biçimde Diyanet İşleri Başkanlığı ve Başkanının peşine takılmış durumdadırlar.
AKP ve Erdoğan “MGK ve DİB’i kontrol ettiğimiz ölçüde devleti ve toplumu kontrol ederiz” çok çirkin görüşündeler.
Allah kurtarsın.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***