15 Temmuz darbe gecesi komutanlarının talimatıyla Jandarma Genel Komutanlığı’na gelenlerden birisi de ihraç Yüzbaşı Muhammet Ali Akyüz idi. Akyüz, o gece eline silah almadığı, bir masuma zarar vermediği halde darbeye teşebbüs suçlamasıyla tutuklanarak cezaevine gönderildi. Yaklaşık 6 yıldır da tutukluluğu devam ediyor. İhraç Yüzbaşı Akyüz’ün meslektaşı Yüzbaşı Ümit Berber’e gönderdiği, onun da patreon hesabından paylaştığı mektubunda o geceye ve devamındaki sürece ışık tutuyor. Akyüz, mektubunda gördüğü işkenceleri, cezaevinde maruz kaldığı haksızlıkları ve taleplerini dile getiriyor.
OTOBÜSÜN KAPISI AÇILIP, ASKERLER HALKA LİNÇ ETTİRİLDİ
Akyüz, 15 Temmuz gecesi saat 22.00 sularında Jandarma Genel Komutanlığı binasında bulunan kendisinden rütbece kıdemli olan nöbetçi amirin “Terör saldırısı” ihbarı ile göreve çağrılıyor. Ancak göreve gittiği saat dilimden, gözaltına alındığı ana kadar silah kullanmadığını, ateş etmediğini ve hiçbir canlıya zarar vermediğinin altını çiziyor. Ancak gözaltına alındıkları zaman diliminden tutuklanarak cezaevine gönderildiklerine kadar insanlık dışı muamelelere maruz kaldıklarını kaydediyor. İhraç Yüzbaşı Akyüz, mektubunda yaşadığı onur kırıcı dönemi şöyle dile getiriyor: “Polis sabah 9.00 sularında J.Gn.K.lığı’nın güvenlik kameraları önünde tekme-tokat ters kelepçe ile gözaltına alındım. Tüm elbiselerim çıkartılarak, sadece iç çamaşırı kalacak şekilde kelepçelendim. Tekmelerle yere düştüm, gözlüğüm yere düştüğü sırada bir polis memuru tarafından ezilerek kırıldı. Çevremde bulunan mesai arkadaşlarıma dipçik ile kafalarına, burunlarına, yüzlerine vuruluyordu. Herkesin kafasından ve burunlarından kan fışkırmaya başlamıştı. Gözaltı için Ankara Emniyet Müdürlüğü binasına götürmek için bir belediye otobüsü bekliyordu. Otobüse yine tekme-tokat ve küfürler eşliğinde götürüldüm. Otobüs içinde sadece bir ya da 2 polis vardı. Otobüs ilerleyip özellikle Halkın kalabalık olduğu yerde durdular. Burada amaçları vatandaşın ve halkın bizleri taşlamalarını, darp etmelerini sağlamaktı. Nitekim de öyle oldu, inşaat demiri ve kaldırım taşı ile darp edilmeye başladık. Otobüsün içine kaldırım taşı (2-3 kg ağırlığında) fırlatıldı. Otobüste bulunan ben dahil herkesin başı bu taşlarla yarıldı. Otobüsün arka kapısından -şoför özellikle arka kapıyı açmıştı- halk saldırmaya başladı. Kimimiz taşlandı, arka tarafta oturanların ayak ve dizlerine inşaat demiri ile vurmaya başladılar. Kafalarımıza demir ile vuruyorlar, kafalarımız kaldırım taşları ile kırılmıştı. Sonra Emniyet Müdürlüğünün kapısına otobüs yaklaştı. Ancak bizi kapı dışında indirmeye başladı. Önce ne olduğunu anlamadım. Sonra kalabalığı görünce yaklaşık 300-400 metre uzunluğunda bir koridor oluşturmuşlar. Hepsi Ankara Emniyet Müdürlüğünde görevli personelden oluşuyordu. Otobüsten inince yarı çıplak koşmaya başladım. Sadece iç çamaşırı vardı üzerimde. Ayağımda ayakkabı da yoktu. Linç koridorundan bilerek bizi geçirmeye başladılar. Öfke, kin ve nefret dolu bakışlar arasından görevli polis memurları bize yumruk, tekme, küfür ve balgam atmaya başladılar.”
ÜST RÜTBELİ BİR SUBAY KIZINA TECAVÜZ EDİLMEKLE TEHDİT EDİLİYORDU
Akyüz’ün ifadesindeki işkencelerle bununla da sınırlı değildi. Darbe iddiasıyla gözaltına alınan TSK mensupları sonra toplu olarak bir salona toplanıyor. Buraya girişte de işkence ve kötü muameleler devam ediyor. Önce Akyüz’ün de aralarında bulunduğu er, erbaş ve rütbeli askerlerin elleri arkalarından kelepçeleniyor. Sonra da coplarla bedenlerine vurularak salonun ortasına getiriliyor. Yaşanan insanlık dışı muamelelerin devamını Akyüz’ün mektubundan okuyalım: “Adeta patates çuvalına vurur gibi vuruyorlardı. Vurdukları kişiler dizüstü duramıyor, yere yığılıyorlardı. O gün akşama kadar darp devam etti. Susuzluktan bayılanlar oldu. Doktorlar acilen su verilmesi gerektiğini söylüyorlar ancak polis görevlileri su vermiyorlardı. Susuzluktan bayılan bir yüzbaşıyı sonunda apar topar ambulansla hastaneye kaldırmak zorunda kaldılar. Burnu kırılan, çenesi kırılan ve gözleri çıkanları hastaneye taşımaya başladılar. Herkes susuzdu su vermiyorlardı. Kapalı spor salonunda hâkim ve savcıdan önce işkence altında sorgulama başlamıştı. Arada general seviyesinde askerleri getirip gözümüzün önünde 7-8 polis darp ediyor, bildiklerinizi söylemezseniz sizi de böyle yaparız diyorlardı. Erlere de su isteyip istemediklerini soruyorlar, eğer rütbeli askerleri, kendi komutanlarını darp ederlerse suyu verebileceklerini söylüyorlardı. Erlerin bulunduğu kısma rütbeli askerlere tek tek koyup erler tarafından darp edilmeleri sağlanıyordu. ‘Siz bu rütbeliler yüzünden buradasınız, onlar aleyhinde ifade verirseniz kurtulursunuz, yoksa burada sonsuza kadar kalırsınız’ diyorlardı. Komutanlarına darp eden, yumruk atan erlere su vermeye başladılar. Erlerin kelepçeleri açıktı. Artık onları bir işkence makinesi olarak kullanmaya başladılar. Hasta ruhlu bu görevliler herkesi bu erlere dövdürmeye başladılar. Onlara ödül olarak su veriyorlardı. Akşam oldu, yiyecek ve içecek bir şey verilmedi. Herkes susuzdu. Gece oldu insanlar uyumaya çalışıyordu, ancak sürekli spor salonunu projektör ışık getirip yüksek voltajlı ışık vermeye başladılar. Salonun hoparlöründen sürekli ‘Türkiyem’ marşı çalınıyor, hiç susmuyordu. Kimse uyutulmuyor sürekli görevli polisler çök kalk yaptırıyorlardı. Dizüstüne çöktürüyor sonra oturtuyorlardı. Neredeyse dizlerimiz kopacak hale gelmişti. Yine su verilmemişti. Bir ara üst rütbeli Orgeneral Akın Paşa olduğunu söyledikleri yaşlıca birini getirdiler. 8 kişi polis görevlisi, 2 kişi sağ kolunu, 2 kişi sol kolunu tutuyor, 4 kişiden 2’si arkadan 2’si önden yumruklamaya başladılar. Kızı galiba bir askerle evli olan kişiye ağıza alınmayacak küfürler ediyorlar, kızını getirip gözleri önünde tecavüz edeceklerini söylüyorlardı.”
POLİSLER DOKTOR VE HEMŞİRELERİ TEHDİT EDİYORLARDI
İhraç Yüzbaşı Muhammet Ali Akyüz, gözaltındaki süreçte günlük doktor kontrolüne çıkarıldıklarını, ancak işkence ve kötü muamelelerin kayıtlara geçirilmediğinin altını çiziyor. Bayan hemşirelerin ve doktorların yapılan içkence ve askerlerin bedenlerindeki yara bere izinden dolayı dudaklarını ısırdığını kaydeden İhraç Yüzbaşı, mektubunun devamında şu bilgileri veriyor: “İşkence izlerini gözleri ile görüyorlardı. Polisler sürekli doktor ve hemşireleri tehdit ediyorlar, gerçekleri yazmamaları konusunda telkinde bulunuyorlardı. ‘Acırsanız, acınacak hale düşersiniz’ telkininde bulunarak raporları yazmamalarını istiyorlardı. Ancak arada işini dürüst yapan birkaç doktor bu işkenceyi raporlara yansıtmıştı. Orada aklıma gelmişken insanlar tuvalete götürülmüyorlardı. Tuvaletlerini bulundukları yere yapmaları zorlanıyor, pet şişelere yapmaları isteniyordu. Kimse banyoya ya da suya götürülmüyordu. İşte bu yüzden Adliye Sarayı’nda insanların neden pisliğe bakar gibi baktıklarını anlamış oldum.”
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***