Söz verdiğim üzere geçen haftadan pehlivan tefrikasına devam. Aslında gazı çoktan kaçtı bu Altılı Masa muhabbetinin. Zira karanlık odada fili tarif eder gibiyiz. Hürriyet taraftarlarının telaşı istibdattan kurtulmak. Kurtuluş ve (yeniden) kuruluş aşamalarına ilişkin heyecan yüksek. Her kafadan bir ses çıkması anlaşılır ve cesaretlendirilmeli de herhalde.
Esasen Altılı Masa ilk aşamaya yönelik bir yapı: Ortak bir aday belirlemek. O adayda ortaklaşılabildikten sonra tek özellik aranıyor: HDP’nin başını çektiği ittifakın farklı bir aday göstermemesini sağlamak. Gerisi, başka deyişle milletvekili seçimi yani yeni mecliste sandalyelerin dağılımı, kompozisyonu.
Bu aynı zamanda “kurucu meclis” kimliğine de sahip olacak. O yönüyle, genellikle topu ayağında çok tutmasıyla eleştirilen Davutoğlu’nun bu kere Sultanbeyli mitinginin ardından gazetecilerle sohbetinde dikine oynayıp “360’ı bulmak” hedefinden söz etmesi bence yerinde. İşin özü bu: 360’ı bulmak. Öyleyse iş kalıyor üç nalla, bir at bulmaya.
Fransa’daki “üçgenler” akla geliyor: Seçim bölgelerinde birbirleri lehine feragat edecek milletvekili adayları. Başkan(cı)lık düzenindeyiz. Koalisyon olamayacağı için protokolü, programı da önceden açıklanamaz. Önce kantara çıkıp tartılacak, sonra ağırlıklarına göre mecliste işlerine gelen, akılları yatan konularda işbirliği yapacak partiler.
Ya başkan? Açıklanmamış ortak aday Kılıçdaroğlu şimdiye dek önümüze bir siluet koymakla yetindi. Bu siluet seçildiğinde/seçilirse yetkilerini kullanmayacak, yalnızca güçlendirilmiş parlamenter sisteme (GPS) geçişi tedvir edecek bir profile sahip. Oysa özellikle 300-360 aralığında kalacak MV sayısıyla, o yetkilerin olumlu dönüşüm için kullanımına gereksinim duyulacak.
Zamanlama ve nasıl konusuna geliyoruz. İtiraz yükseltmek, ses çıkarmak kutuplaşmaya dolayısıyla Erdoğan’a mı yarar? İtirazla, helâlleşme ve “inadına barışma” çelişkili mi? Güncele ve yirmi yıllık birikime geçerli bir itirazımız yoksa neyi değiştirmek, neye dönüşmek istiyoruz? İtirazımız varsa islâmcılığın alamet-i farikası olan takiyyeyi ödünç alıp, o itirazı seslendirmekten mi kaçınmalıyız?
Siyaset yereldir. Oturduğum yerden ahkâm kesemem. Bununla birlikte örnekse CHP Diyarbakır il örgütünün yenilenme biçimi ve yaklaşık iki yıldır CHP’de il kongrelerinin yap(tır)ılmayışı pek demokrasiyle bağdaşır izlenim vermiyor. Ama bu takınılan ve anti-demokratik görünen tutum, CHP açısından daha yüksek MV sayıları getirecekse o zaman iş değişir. Bu defa parti disiplini ve akılcılık olarak yorumlanır. Seçim kaybedilirse zaten onun altında yalnızca CHP kalmaz, hepimiz kalırız, posamız çıkar.
Efendim siyaset yalnızca kazanmak değil. Sizi bilmem ama “ben de koştum” demek adına, George Foreman’ın Muhammet Ali’ye yenilgisinin ardından dediği gibi “Bütün sayıları o aldı ama sanırım ben de meramımı anlattım.” (“He’s got all the points but I think I’ve made a point”) demek için siyaset yapmak benim aklıma çok yatmıyor verili ortamda. Öyle ya, “bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor.”
Yumurta tavuk, tavuk yumurta sorunsalı. Şili’de Pinochet rejiminden çıkışın liderliğinin devrimcilerin değil merkez sağın lideri Aylwin’in yapması* gibi. Merkez hele merkez sağ denilince kalın doğrama ortalama, vasatın tasallutu anlaşılmamalı. Demokrasiyle taçlanan bir halk kurtuluş hareketinin bulunmayışı da solcuların yanıtlaması gereken bir ikincil soru. Stalin SSCB’sine özlem duymayanlar için özellikle. Yeni kurulan sol ittifakın oy beklentisi toplamının bir Fatih Erbakan etmeyişi üzerine de düşünmeli. Ümit Özdağ’ın tek anlaşılır satırla kamuoyu yoklamalarında 5%’e uzanması üzerine de. Dediği şu: “Ben gelirsem Suriyelileri göndereceğim.”
Helâlleşmenin açıkta bıraktığı uç, Altılı Masa’nın üç “muhafazakâr” bacağı. İslamcılık demokrasiyle bağdaşır mı? İslamcılığın en ılımlısının dahi doğası gereği demokrasiyle uzaktan yakından bağdaşmadığı aksine onu kendi içinden kemirdiği herhalde artık öğrenildi. Öyleyse ve özellikle meclis çoğunluğunun 300-360 sandalye aralığında kalması durumunda, yetkilerini kullanmaya isteksiz bir cumhurbaşkanından nasıl bir “Matarella” olması beklenecek? Zoraki bir “Macron” olması gerekmeyecek mi önce?
“Matarella görünümlü Macron” yaklaşımı, görüş açıklanması yasak konular ortaya çıkardı: HDP’yle ortaklık, LGBTI-Q, laiklik, Osmanlı vb. Hariciyede büyüklerden, denileni tam da anlamadan öğrendiğimiz “kıllı” veya “kanlı” dosyaları çağrıştırıyor. Nitekim Mandela rolünün iyice hakkını vermeye başlayan Demirtaş seçmenini yeni bir “bağır taşına” hazırlıyor gibi. Helâlleşme için bir adım atana, Edirne’den iki-üç adım yaklaşıyor. Bunca senedir özgürlüğünden mahrum bırakılan bir siyaset önderi kişiliğin benimsediği yapıcı tutum hepimizi şımarıklıktan arınmaya da çağırıyor sanki.
Altılı Masa veya onun lokomotifi CHP-İYİP ikilisinin liderleri ise ama “kıllı” ama “kanlı” dosyalardaki her soruyu “Bu konuyu konuşmadık.”, “Şu konularda çalışmalar sürüyor.” yollu ayna yanıtlarla geçiştirmeyi yeğliyor. Çarpıcı bir örnek, Sedat Bucak’ı da ziyaret eden Akşener’in “Yıllarca ‘Osmanlı veya Cumhuriyet’ dendi, ‘Atatürk veya Abdülhamid’ dendi, ‘laiklik veya din’ dendi. Bunların hepsi hatalı ‘veya’lar. Bunun yerine ‘Atatürk ve Abdülhamid’, ‘Osmanlı ve Cumhuriyet’, ‘laiklik ve din’ diyebilmeliyiz.” tepkisi. Revizyonizm, “aslında gerçekler yoktur, gerçek benim dediğimdir” demek de değil mi? Erdoğan bu sanatın piri değil mi?
Neyse şey etmeyelim şimdi. Yinelemek gerekirse beklenen, masanın artık ortak adayı duyurması ve ve HDP’nin o adaya tepkisi ya da desteği. Gerisi bizde, sizde ve bende. Olur ya, belki yirmi yıllık deneyim necip milletimizin çoğunluğunu kesmemiştir, “Doyamadık yetmedi, beş yıl daha” diyecektir. Toplumun önce varlığına, sonra o toplumun sağduyusuna güveneceğiz elbette.
Bir diğer sonucu beklenen yarış üçüncülük için: HDP, İYİP’in önünde mi, ardında mı yer alacak? Bir başka soru, İYİP’in yeni MHP mi, yeni DYP mi olduğu? Bir başkası da bakanlıkların dağılımı ve profili. Siyasette iddialı isimlerin bu yapıda bakanlık hedeflemeleri güç. Nasıl İstanbul ve Ankara belediye başkanları yarış dışı bırakıldılarsa ihtiraslı isimler de pek bakanlığa heveslenemeyecekler herhalde. Zira açıkta kalınmayacağının güvencesi yok yahut olamaz.
Bu bağlamda, teknik direktör kenardan sahadaki oyuna baktığında kurguya mı, yoksa onbire dokunmayı mı düşünür? İkisi aynı sorunun farklı biçimlerde sorulması mıdır? ABD’de Biden’in Trump’ı devirdiği seçim öncesinde A.O.C. rüzgârı esmişti. Ne Biden’in, ne Pelosi’nin 28 yaşındaki A.O.C.’nin Bronx’taki koltuğun 1999-2019 arasındaki sahibi ve Demokrat Parti’nin Temsilciler Meclisi’nde dördüncü konumdaki ismi Crowley’nin karşısına çıkmasını engellemesi de düşünülemezdi. Ancak yerel zaferinin ardından A.O.C.’nin (zaten yeterli koşulları sağlamıyordu başka ama) Biden yerine aday olması da düşünülemezdi.
Trump seçim kampanyası sırasında Biden’e “Sleepy Joe” (uykucu Co) diye lakap takmıştı aklı sıra. Biraz Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nu kâh “Bay Kemal”, kâh “Memur Kemal” diye kendince küçümsemeye kalkışmasına benzetilebilir. Kılıçdaroğlu Roboski’ye de gitti, “Bozkurt Kemal” diye karşılandığı da oldu ama hepsinden önemlisi “Bay Kemal” lakabını Erdoğan’ın elinden alıp, akılda kalıcı bir seçim kampanyası markasına dönüştürmeyi bildi. Yoksa Kılıçdaroğlu da A.O.C. gibi bir coşku yaratmıyor. Başkanlık düzenlerinde adaylar biraz da böyle belirleniyor.
Lokomotif dediğim ikili başkanlık koltuğunu nasıl paylaşacak? Fransa’daki “co-habitation” benzeri bir yapı ortaya çıkacak muhtemelen. ABD’ye bakarsak Biden dışişlerini Blinken’e savunmayı (e.) Org. Austin’e teslim ederek, siyaseten “özgül ağırlığı” olmayan isimleri yeğledi. Sistemin doğasına uygun ama zorunlu değil.
Şu ikiliği ortaya koyalım: Putin’in Ukrayna’yı işgalini eleştirerek istifa eden diplomat Bondarev, özeleştiride bulunarak Rus hariciyesinin merkezin suyuna gidecek telgraflar çektiğini aktarmıştı. Oysa Trump’ın Özel Kalem Müdürü (aslında bir nevi başbakanı) (e.) Org. Kelly, John McCain’in cenazesi konusunda başkanın tereddüt göstermesine “böyle yaparsanız gün gelir sizin de mezarınıza işenir” yollu bir tepki göstermiş. Mesele liyakatta veya sistemde değil. Mesele kültürü oturtmakta. Yoksa teknokrattan da, bürokrattan da, siyasetçiden de dalkavuk çıkar.
Ümit Kardaş bu sütunlarda “başkancı” düzeni, Hegelci devletin başkanın bedeninde cisim bulmasıyla açıklıyor: “2013 yılında Taksim Meydanı’na ilişkin projeye yönelik tepkilerin oluşturduğu Gezi sivil itaatsizlik eyleminin işaret ettiği husus demokrasi eksikliğidir. Gerilimin ve çatışmanın temelinde yatan ise adem-i merkeziyetçi bir özyönetime, kendi kendini örgütleyip, düzenleme esası üzerine kurulu, işbirliğine yer veren bir topluma ilişkin herhangi bir yaklaşımın ve beklentinin bulunmayışıdır.”
Özcesi, gelecek seçim sonrasında dünyaya vereceğimiz şu Z raporunda, “Biz 20 yıl deneyimledik, toplum halk ulus olarak islamcılıkla demokrasinin bağdaşmadığı sonucuna vardık, arz ederiz.” diyebilmemiz gerekecek. Gazapizm belki daha devrimci bir vurguyla anlatıyor: “Gün gelecek teraziyi bu insanlar tekmeleyecek / Biz tanığız keşmekeşe / En önden arz edicez.” Hesaplaşma-helâlleşme kaçınılmaz denkleminin yerinde bir betimlemesi sanırım.
Önümüzdeki yol uzun. Önce yola çıkabilmek için ve sonra o yolda geçirilecek süreyi kısaltmak için uğraşacağız. “Ortak aday” ve Kılıçdaroğlu tartışması biraz da bu. “40 yaş üstü” olarak bizler de ömrümüzü muhtemelen böylece yollarda, “menzil-i maksuda” erişemeden tüketeceğiz. Belki varılacak yer de yok. Zira süregiden bir mükemmelleştirme uğraşısı olacak bu yolculuk. “Vardık.” derken daha öteye ulaşılmasını teşvik edecek bir yapı kurmamız gerekecek. Orta kararla yetinmeyip, sürekli daha iyisini isteyen bir yapı.
Dolayısıyla bir başka bakımdan karanlığa atlıyoruz. 11 Eylül’de İkiz Kuleler’in üst katlarında mahsur kalanlar gibi biz de sandık önümüze geldiğinde boşluğa atlayacağız. Umarım giriş katında olduğumuz anlaşılır, çimlerin üzerinde iki takla atar kalkarız gözlerimizi kırpıştırarak. Yahut 80. kattan atladıysak, “buraya kadar iyi” diyeceğiz havadayken. Olmazsa, minarenin şerefesinden uçmak iddiasıyla atlayan Temel gibi “uçmasini becerdum da konmasini beceremedum” (şiveli şaka da yaptım hamdolsun) diyeceğiz. Belki kıssadan hisse, çocuğunu duvardan atlaması için “Atla, atla…” diye teşvik edip, sonra yüzükoyun yere yapışan çocuğa “Babana bile güvenme.” diye öğüt veren baba fıkrasındaki gibi bir ders alacağız.
En azından kahvedeki, bakkaldaki, bekleme salonundaki TV ekranından, rastgele kurcalanan araba radyosundan biteviye bizi azarlayan, aşağılayan, ayrıştıran, ötekileştiren, dışlayan, suçlayan, hedef gösteren o bildik (“noktasında”) sesten kurtulacağız. Kibir dağları tepesinden olur olma her konudaki yargılarını bol kepçe dağıtan İbrahim Kalın, Ömer Çelik, Fahrettin Altun, Mahir Ünal gibi sözde düşünür-sözcülerden de, yılışıklıkları paçalarından akan yağmacı tayfa sözde iş insanlarından da, dedikoducu Süleyman Soylu’dan kurtulmak da az şey değil. Beştepe’den çıkıp Çankaya’ya dönmek de öyle ama deyim yerindeyse, Ahmet Necdet Sezer’inkine değil.
Unutmayalım Erdoğan gökten zembille inmedi. Gidecekse de raf ömrünü, miadını doldurduğu için, biz değiştiğimiz o aynı kaldığı için gidecek. Dönüşüm (“tagayyür”) başlayacak mı? Buna ilişkin bir umut, bir vizyon, bir plan var mı, varsa önümüze konacak mı? Belki göreli umutsuzluğu, varoluşsal kaygıyı perçinleyen soru bu. Çok yorulduk, çok yıprandık, çok kırıldık. Ben de sözü çok uzattım. “Duygu biraz duygu / Bütün isteğim buydu / Biraz deniz biraz uyku” sözleri gibi biz de biraz refah, biraz huzur, biraz akıl, biraz izan ama çokça hukuk ve özgürlük istiyoruz. Ne diyelim, korkmayalım kendimizden. Değiştireceksek bozuk düzeni biz değiştireceğiz. Yinelemem gerekirse seçmenin sağduyusuna güveneceğiz.
*Esra Akgemci’nin yazısını öneririm.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***