Geçen hafta, “yüce devlet” ile “demokratik cumhuriyet” kavramlarının birarada bulunmalarının imkânsızlığını göstermeye çalışmıştım, tabiî bir köşe yazısının sınırlılıkları dâhilinde ve daha çok da başlangıç bölümünün karşılaştırmalı bir eleştirisi ile birlikte. Bugün konuyu biraz daha genişletmek istiyorum.
Daha önce çeşitli vesîlelerle değindiğim bir hususu hatırlatarak başlayayım. Hukuk ve siyâset teorilerinde, anayasa kavramı açıklanırken, anayasanın bir norm olarak geçerliliğini ya bir “siyâsî karar”dan ya da varsayımsal, daha doğrusu aksiyomatik bir “temel norm”dan aldığı yönünde iki farklı anlayıştan birine dayanıldığı ileri sürülür. Bunların dışında bir yaklaşım yoktur demek istemiyorum tabiî ama, en yaygın kabûl görenlerin bu ikisi olduğuna fazla îtiraz eden çıkmaz herhâlde. Bu iki teoriden hangisine dayanırsak dayanalım, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “milliyetçilik” ile temellendirilmiş olduğu açıktır. Önce birinci yaklaşımı ele alalım. Buna göre, herhangi bir hukuk düzeninin temelinde, o düzenin varlığını dayandıracağı bir politik karar bulunur.
Türkiye örneğinde bu, 1924 ve sonrasındaki tüm anayasalarının gerisinde yatan, devlet ile millet birliğini Türklük esâsına göre kurmayı ve muhafaza etmeyi hedefleyen bir politik karardır ve bu kararın somut ve öz ifâdesi “Türk milliyetçiliği”dir. 12 Eylül’ün ürünü 1982 Anayasası’nda “Atatürk milliyetçiliği” teriminin tercih edilmesi bu gerçeği değiştirmez. Bundan ötürü de, Başlangıç’ta kelimelerinin hepsi büyük harflerle başlayan “Türk Vatanı, Türk Milleti ve Yüce Türk Devleti” tâbiri kullanılmıştır. Bununla birlikte, Anayasa’nın birinci maddesine göre Türk devleti değil, “Türkiye devleti bir cumhuriyettir”. Tıpkı 1924 ve 1961 anayasalarının birinci maddesinde ve onlardan önce, “Türkiye devleti” terimine yer veren 1921 Anayasası’nda olduğu gibi.
Burada ciddî bir sorun var. Sorun, kuruluşu 1921’de îlân edilen Türkiye devleti bünyesinde varlıkları kabûl gören farklılıkların, 1924 sonrasında Türklük kimliği altında yok sayılmalarına yönelik yüz yıllık politika tercihlerine damgasını vurmuş bulunmaktadır. Sorunu görebilen herkesin artık neredeyse ezbere bildiği gelişmeleri ve süreçleri burada ayrıntılı olarak tekrarlamaya gerek yok. Türkiye bir ülkenin, Türk ise, yalnızca Türkiye ülkesinde değil, dünyânın pek çok yerinde yaşayan, ayrı devletler kurmuş bulunan toplulukların da içinde yer aldığı, bu nedenle de bir “Türk dünyâsı”ndan söz etmemizi mümkün kılan bir etnik kimliğin ifâdesidir. Bu nedenle, demokratik bir anayasa için öncelikle yapılması gereken iş, 1924 ve sonrasındaki tüm anayasalara temel oluşturan “Türk milliyetçiliği normu”na varlık veren politik kararın değiştirilmesidir. Bu değişim, mevcut Anayasa’daki Türkiye devleti-Türk devleti ikiliğinin ortaya koyduğu çelişkinin giderilmesinin ötesinde, Türkiye toplumunun farklılıklardan oluşan irâdî bir birlik anlamında “ulusal” varlığın oluşmasını sağlayacaktır.
İkinci, normatif diyebileceğimiz teori açısından baktığımızda da sonuç çok değişmemektedir. Normatif teori, olandan olması gerekene doğrudan bir geçiş yapılamayacağıdır. Bir diğer deyişle, bir şeyin varolduğu gibi olmasından hareketle, onun böyle olması veya olmaması gerektiği sonucuna varamayız. Olguların gözlemlenmesinden, nelerin olması gerektiği sonucuna ancak bir norm aracılığıyla varabiliriz. Örneğin, havanın sıcak olması bir olgudur. Bunun iyi mi, kötü mü olduğu ise, iyi ve kötü sıfatlarını nasıl tanımladığımıza bağlıdır ki, bu tanımlar olgusal değil, normatiftir, yâni değerlendirme içerirler.
Çok kabaca özetlediğim bu yaklaşımı hukuk teorisine aktardığımızda, şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Hukuk, normlardan oluşan bir sistemdir. Normlar, insan davranışlarının nasıl olduğunu değil, nasıl olması gerektiğini gösterirler. Yâni, hukuk sisteminin özünü bu “olması gerekenler” oluşturur. Bu anlamda her normun kaynağı da, bir başka norm, bir başka olması gerekendir. Böylece normlar, hukuk düzeni içinde bir hiyerarşik sıralama içinde yer alırlar ve hiyerarşinin en sonunda “temel norm” denilen bir norm bulunur ve bütün normlar basamak basamak o temel norma bağlanır. Bu teoriye göre anayasa, çoğu kez ve çok da doğru olmayarak, “temel norm” olarak görülür. Oysa anayasa da bir normdur ve onun da mutlaka bir başka normdan kaynaklanması gereklidir. İşte, normatif teoriye göre, anayasaya da kaynaklık eden norm temel normdur.
Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti anayasa düzenine gelirsek, bu düzen açısından temel normun “Türk milliyetçiliği” olduğunu, anayasa koyucuların 1924’ten îtibâren bu normu temel alarak anayasa ve hukuk düzeninin diğer normlarını oluşturduklarını söyleyebiliriz. Daha önce üzerinde durduğum teori açısından bir “politik karar” olarak nitelenen milliyetçilik, normatif teori açısından “aksiyomatik” bir temel norm niteliği kazanmaktadır. Türk milliyetçiliğinin temel norm olarak kabûl edildiğini, Anayasa’nın sâdece başlangıç bölümünden değil, daha sonraki hükümlerinden ve diğer mevzûat ile yargı kararlarından çıkarmak mümkündür. Bir örnek olarak, Siyâsî Partiler Kânunu’nun 81/a maddesinin şu hükmünü ele alabiliriz. Buna göre siyâsî partiler, “Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.”
Buna göre, Türkiye’de “millî veyâ dinî kültür veyâ mezhep veyâ ırk veyâ dil farklılığına dayanan azınlıklar” var mıdır, yok mudur? Hüküm bu konuda bir şey demiyor gibi görünüyor ama, biz Türkiye’de azınlıkların olduğunu, en azından Lozan Andlaşması nedeniyle, biliyoruz. Fakat, Lozan Andlaşması’nın, sâdece din farklılığını esas aldığı için, din (Müslüman olmama) farkının dışındaki farklılıkların azınlık olarak kabû edilmediğini de biliyoruz. Oysa, toplum içinde din, mezhep, inanç, dil, vb. farklılıklar yok mudur? İşte yukarıdaki kânun hükmü diyor ki, “bu farklılıklar vardır ama siyâsî partiler bu farklılıkları esas alarak, onlara azınlık statüsü kazandıramazlar”, yâni “olan farklılıklar”dan hareketle “olması gereken”e, yâni azınlıklara hak tanınması gerektiği sonucuna varamazlar, bunu ileri süremezler, ya da madde başlığında olduğu gibi, “azınlık yaratamaz”lar. Neden? Çünkü, bu durumda Türk devletinin millî bütünlüğü tehlikeye girer.
Aynı yaklaşım, yâni “Türk milliyetçiliği temel normu”na aynı referans Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun Eğitim-Sen’in kapatılması kararında da ortaya konmuştu. Yüksek Mahkeme’ye göre, anadil farklılıkları olabilir (olgu) ama, farklı anadillerde eğitim olması gerektiğini talep etmek yasaktır, çünkü bu durumda devletin “üniter yapısı” (burada Yüksek Mahkeme bir yanlışa imzâ atıyor ve üniter yapı ile monolitik devlet-millet birliğini birbirine karıştırıyor!) bozulur (olmaması gereken).
Hatırlayalım. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun bu yaklaşımı sonucunda verdiği karar, AİHM tarafından bir hak ihlâli, yâni hukuka aykırı bir karar olarak nitelendirildi. Bu durumda, normatif teori açısından baktığımızda, Türkiye’nin anayasa ve hukuk düzeninin temel milliyetçilik normu ile insan haklarının normatif içeriği uyuşmuyor. Galiba, Türkiye’nin yaşamakta olduğu ve bir türlü aşamadığı büyük açmaz da burada: Anayasa ve hukuk düzeninin temel normu, milliyetçilikle insan hakları arasındaki çatışmaya sıkışmış vaziyette. Normatif teori, bu sıkışmışlığı insan hakları lehinde aşmayı emrediyor ama bunun için Türk milliyetçiliğini temel alma yönündeki politik kararla baş etmesi gerekiyor.
Bu da zor bir iş çünkü, mevcut siyâsî kadrolar toplumda belki de yüzlerce yılın müktesebâtı olarak adamakıllı yerleşmiş görünen “yüce devlet” nosyonunu eleştirel bir biçimde karşılarına alamıyorlar. Saltanattan Cumhuriyet’e geçişle birlikte, tüm topluma, yâni tüm farklılıklarıyla vatandaşların irâdî birliğinin ifâde olan ve bu nedenle de o irâdeye tâbi olması gereken devlet, Marx öncesi dönemin siyâsî yabancılaşma kavramını çağrıştırırcasına, vatandaşların üzerinde ve ötesinde, onlardan itaat bekleyen bir yücelik olarak kendisini empoze edebiliyor ve bu da tam olarak anlaşılamıyor. Bu tipik yanlış bilinçlilik durumunu tersine çevirmek gerekiyor ki, devletin tepeden tırnağa yenilenme ihtiyâcının her gün biraz daha açığa çıktığı bugünlerde böyle bir dönüşüm için gereken toplumsal destek zemininin oluşması imkânsız değil.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***