ELİF TÜRKÖLMEZ
+GERÇEK– Türkan Elçi’nin ilk romanı Mavi Karga Doğan Kitap etiketiyle raflarda. Kendisiyle kitabı yazma sürecinden eşi Tahir Elçi’yi kaybettikten sonra geçirdiği zor zamanlara, adaletten aşka, hayatı konuştuk. Elçi, “Mavi Karga, hayata tutunmaya çalıştığım bir dönemde benimle beraber İstanbul’da doğdu. Kurgu dünyasında dolanırken gerçek hayatın acıtıcılığından bir nebze de olsa kurtuldum.” diyor.
Kitabı okumadan önce, sizin kitap yazdığınızı ilk duyduğumda yaşam hikâyenizi yazmış olduğunuzu düşündüm. Bir kurgu eserle karşılaşıncaysa önce pek tabii şaşırdım fakat sonra eserin büyüleyici diline kapılıp mutlu bir okur olmanın neşesiyle, zevkle okuyup bitirdim. Ama gelin şu önyargıdan biraz konuşalım. Benim önyargım dahil, bu topraklarda birbirimize karşı takındığımız bu önyargının kökeni nedir, siz kişisel olarak önyargıdan payınızı hem genel olarak hayatınızda hem de bu eser özelinde nasıl aldınız?
Evet çoğu kişi sizin gibi otobiyografik bir roman yazdığımı düşündü, fakat ben tercih etmek istemedim, kurgunun büyüsüyle bir nebze de olsa hayatın acıtıcı realitesinden uzaklaşacaktım, kendimi anlatmak beni zorlayan bir mesele oldu her zaman. Bugün yaşadığımız birbirinden farklı gibi görünen problemlerin temelinde önyargı meselesinin yattığına dikkat çekmek gerekir. Kolay halledilir bir mesel gibi de gözükmüyor. Toplumumuzda sosyal, kültürel, etnik farklılıklardan veya inanç farklılığından kaynaklı hastalıklı hal almış, birbirini ötekileştirici tutum ve davranışlara rastlanılıyor. Bedelini çoğu zaman ağır ödüyoruz. Bunu en iyi bilenlerdeniz. Kendi özel hayatımdan örnek verecek olursam, eşime karşı özellikle basında başlatılan linç kampanyası bunun en iyi örneği değil mi? İfade özgürlüğü bağlamında değerlendirilecek sözlerine karşı önyargılı davranıldı, kimileri de bilinçli bir şekilde harekete geçti diyebiliriz. Fakat her şeye rağmen toplumun her kesiminin böyle düşünmediğine de inanmak gerekir. Yaşadığımız problemler, toplumun bireysel tutum ve davranışlardan kaynaklı problemler olmasından daha ziyade sistemden kaynaklı problemlerdir.
Kitapta esasen bir alegori var. İnsan ilişkilerine dair pek çok şey, aşk, zulüm, özgürlük, sevgi, acı, kuşlar dünyası üzerinden anlatılıyor. Alegorinin, gerçeği söyleyemeyenlerin sığındığı korkak bir biçim olduğunu söyleyenler kadar zarif bir ifade biçimi sayanlar da vardır. Siz neden seçtiniz alegoriyi?
Dert edindiğim sorunları kurgu dünyasında sembolize ederek edebiyat estetiğiyle anlatma imkanını sağladığı için alegoriyi seçtim. Gelelim, alegorinin gerçeği söyleyemeyenlerin korkak olarak addedilmesi meselesine. İnsanlara uygulanan zulüm, baskı, hak ihlalleri, keyfi uygulamalar genellikle üstü örtülü bir şekilde yapılır, bazen bunun ispatı mümkün olmayacak bir hal alabilir. Perdelenmiş hakikati aralamak için kapalı bir anlatımla veya semboller üzerinden alegori seçmek tamamıyla yazarın tercine kalmış bir şeydir. Örneğin, Cesare Beccaria, Suçlar ve Cezalar eserini yazarken kapalı bir anlatımı tercih eder. Keyfi uygulamaların olduğu bir dönemde yazdığı bu eseri ileriki zamanlarda ceza hukuku alanında çığır açacak özellikler taşır. Ölüm cezası ve işkence gibi yaygın uygulamalara karşı çıkarak kanun önünde eşitlik, kanunilik ilkelerini savunarak yazdığı Suçlar ve Cezalar’ı yayımlamaktan çekinmiş, hatta yakmayı bile düşünmüştür. Bugünün insancıl hukuk sistemine zemin sağlayan yazarı yaşadığı dönemin baskıcı sistemini göz önünde bulundurmadan eserini kapalı bir anlatımla yazdığı için korkaklıkla suçlayabilir miyiz? İster edebi ister felsefi veya hukuki bir metin olsun muhtevasındaki mesajların örtük verilmesi esere halel getirmez. Önemli olan, göndermede bulunulan meselenin okurun ferasetine sunuluş biçiminin hakkıyla kotarılıp kotarılmadığıdır.
Temelde bir özgürlük hikâyesi bu. Kargabaş’ın mezbelesinde yaşayan değil yaşamaya çalışan kuşların özgürlük mücadelesi… Neden insanlık duysun istediniz Mavi Karga’nın anlattıklarını? Almamız gereken temel ders, kurmamız gereken temel benzerlik nedir sizce bu kuşun meselinden?
İçinde bulunduğumuz müşkül durumun kendisine benzetilmekten kaçındığımız bir canlı tarafından anlatılması bana daha cazip ve ironik geldi. Başka bir röportajımda da dile getirmiştim, insan kibirli bir canlı türüdür. Kendinden başka diğer canlıları hakir görür. Fakat öyle bir çağda yaşıyoruz ki birilerinin bize bu kibri hatırlatması gerekiyordu, bu da bizim en beğenmediğimiz bir canlı tarafından olmalıydı, bir karga tarafından. Yaşadığımız dönemin sorunları itibariyle romanda geçen “Mezbele” ile oldukça benzer yanlarımız var. Mavi Karga ve arkadaşları kendilerine dayatılan kuralları evetlemeden itiraz haklarını kullanacakları ( bu arada hatırlatmakta fayda var, Mavi Karga ve arkadaşları sivil itaatsiz figürdürler) barışçıl mücadeleye inanıyorlar. Çıktıkları yolculukta değişime uğruyorlar, bizim de bugün ihtiyaç duyduğumuz en önemli meselelerden biri de değişim değil mi? Balinanın karnında tüylerinin rengi değişen kargalar gibi biz de ayrıştırıcı, ötekileştirici kemikleşmiş görüş ve düşüncelerden uzaklaşmak için dönüşüm yaşamak mecburiyetindeyiz.
Bu kitabı yazma sürecinizi anlatır mısınız? Kitabı zor zamanlarda yanınızda olan çocuklarınıza ithaf etmişsiniz. Tahir Bey’in kaybından sonra mı yazdınız? Nasıl günlerdi hem siz hem çocuklarınız için o dönem?
Mavi Karga’yı eşimden sonra İstanbul’da kaldığım zamanlarda yazmaya başladım, Diyarbakır’a döndüğümde devam ettim. Diyarbakır travma yaşadığım ve aynı zamanda kolay barışamayacağım bir şehir. İstanbul ise gürültüsüyle, patırtısıyla, renkliliğiyle beni ölümün sessizliğinden çekip yeniden doğuran bir şehirdir. Mavi Karga hengameli hayatta tutunmaya çalıştığım bir dönemde benimle beraber İstanbul’da doğdu. Kurgu dünyasında dolanırken gerçek hayatın acıtıcılığından bir nebze de olsa kurtulmuştum. Acımı akıtma ihtiyacı hissettiğim, diğer yandan hayalini kurduğum dünyama günden güne birbirinden farklı kahramanlar gelip tünemeye, göğün sonsuzluğunda dönmeye başladılar. Yakacık’ta kaldığım sessiz sakin evimde geçirdiğim zamanlarda veya her gün okula gidip gelirken toplu taşımada geçirdiğim anlarda kendime ait kurduğum dünyada kargalar ile beraber yaşıyordum artık. Özellikle metroya bindiğimde kahramanlarım ete kemiğe bürünüyor, romanın kurgusunu güçlendirecek fikirlerim daha da pekişiyordu. Yerin yüzeyiyle temasımızın kesilmesi ve metronun hızla içinden geçtiği karanlık boşluğun bana iyi şeyler hatırlatmaması ile ilgili bir durumdu muhtemelen. Bugün bu romana başlamış olsam duygularımı bu kadar derinlikli ifade edemeyeceğimin farkındayım, o zamanlar apayrı bir ruh halindeydim.
Bir röportajınızda ‘Zannettiğiniz gibi her şey güçlü olmak meseleleriyle halledilmiyordu. Çok zorlandım.’ demiştiniz. Kitapta da hissedilen bir tema bu. Her zaman güçlü olmak zorunda değiliz, bazen iyileşmek zaman alır ve biz kendimize bu zamanı vermeliyiz, değil mi?
Yaşadığım kayıp sonrasında kafamı en çok meşgul eden meselelerden biri de güçlü olma meselesiydi. “Güçlü olmak nedir” bunu önce anlamaya çalışmak gerekir. Ağlamamak mı? Acısını saklamak mı? Hiçbir zaman meseleye bu şekliyle yaklaşmadım. Toplumun beklenti içinde olduğu ve kendi kriterlerine göre çizdiği güçlü insan profili; birkaç gün içinde metanetli olmaya çabalayarak elde edemeyeceğimiz bir profildir. Acıyı karşılama biçimimiz, kayıpla karşılaştığımız ana kadar biriktirerek oluşturduğumuz kişiliğimizin, karakterimizin, yetişme tarzımızın toplamıdır. Bir insan bir olay, bir durum karşısında toplum tarafından istenilen, alkışlanan bir davranış örneğini nasıl bir anda sergileyebilir, bu sizce de mümkün mü? Ayrıca herkes de güçlü olmak zorunda değil. Ben mesela taziyelerde ağlayanlara “dik dur, ağlama” veya “falanca kişi ağlamıyorsa üzülmüyordur” diyenlere içten içe öfke duyarım. Herkesin içinde yaşadığı acıyı dışa akıtma biçimi birbirinden oldukça farklıdır.
Benim için en zor zamanlarım dediğim yasın ilk dönemlerinde çocuklarımın canının daha çok yanmaması için evde tekrar tekrar bir yas havası yaratmamak, diğer yandan eşimin bıraktığı barışçıl mücadele mirasını hakkıyla taşımaya çalışmak, yarım kalan hukuk eğitimimi devam ettirmek, aynı anda edebiyatı bir sığınak haline getirip kendimi orada ifade etmeye çalışmak benim için önemliydi. Güçlü olmak, kişinin kendisi olabilme çabasıdır. İstemediği, savunmadığı karşı durduğu veya yakınlık hissetmediği düşüncelere, çevrelere, kişilere karşı hayır diyebilmektir. Yaşadığımız dönem itibariyle kişinin kendi hür iradesiyle, kendi sesinin rengiyle kimsenin etkisinde kalmadan ayakta kalabilmesinin zor bir mesele olduğunu bizzat hayatımda tecrübe ettim, fakat yaptıklarınızı alkış beklemeden yapıyorsanız eninde sonunda başaracaksınız, ben buna inanıyorum. Yani özcesi istemediğiniz dayatılan şeylere “hayır “diyerek sonu görünmeyen yola tek başınıza çıkarak yolun günün birinde biteceğine inanmaktır güçlü olmak.
Siz Türk Dili ve Edebiyatı mezunusunuz ve uzun yıllar Edebiyat öğretmenliği yaptınız. Tahir Bey’in ardından Hukuk okumaya başlamıştınız. Tamamladınız mı Hukuk eğitimini? Neler yapıyorsunuz şu aralar?
Edebiyat çocukluğumdan gelen bir tutkuydu, bu nedenle Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü okudum. Öğretmenliğe başladıktan sonra edebiyatın ve edebiyat öğretmenliğinin bambaşka şeyler olduğunu fark ettim, fakat öğretmenlik de severek yaptığım bir meslekti, çocukları seviyordum. Öğretmenlik yıllarımda hukuk fakültesini kazanmıştım, henüz eşimi kaybetmemiştim. Kayıp sonrası okula bir yıl ara verdim, sonra tekrar geri döndüm. Şu an Diyarbakır Barosu’na bağlı olarak avukatlık yapıyorum. Büroya gittiğim zamanlarda bile yine roman veya şiir yazmaya çalışıyorum, anlayacağınız her koşulda edebiyata devam.
Bu kitapta hem edebiyat hem hukuk eğitiminizin izleri var, harika bir dil ve tutkulu bir adalet, özgürlük, aşk savunuculuğu… Ne dersiniz?
İki farklı disiplinden beslenmenin avantajını yaşadım yazarken. İnandığım ve gerçekleşmesini dilediğim ideal dünya; adalet, özgürlük ve aşk duygusundan mahrum bir dünya değil. Bahsettiğiniz duyguları çok içten yaşıyorum, dilime yansıması da bundan dolayıdır muhtemelen. Romanımı kurgularken hissettiğim gibi yazmak benim için çok önemliydi. Belki de acemiliğin verdiği heyecan da ayrı bir güzellik kattı, ikinci eserimde onu yakalayabilir miyim bilemiyorum.
Bu kadar iyi yazan birinin çok iyi bir okur olduğuna eminim. Kimleri okursunuz, en sevdiğiniz yazarlar kimlerdir, altını çizdiğiniz kitaplar nelerdir?
Okurluğum çok eskiye dayanır, arkadaşlarımızla birbirimize kitap hediye ettiğimiz, kitaplar vasıtasıyla dünyayı, toplumu, kendimizi anlamaya çabaladığımız bir kuşaktan geliyorum. Dünya klasiklerinden beslendik, kendimizi roman kahramanlarının yerine koyduk, kahramanların aşk acısını onlarla beraber yaşadık, kendimizi fikirsel olarak geliştirmenin yanı sıra evrensel değerlerin hayatımızda yer edindiği herkesi kapsayan, kucaklayan insani duygularımızın gelişmesi için özenli bir çaba içine girdik. On dokuz, yirmili yaşlardan şimdiye kadar kesintisiz okudum, diyebilirim. Geldik en zor soruya- sevdiğiniz yazarlar kimlerdir sorusuna- Her bir yazarın üzerimizde bıraktığı birbirinden farklı etkileri var, bunu bir çırpıda söyleyebilmek biraz zor; ama ilk tercihimi Sophokles’in Antigone eserinden yana yapayım. Ayrıca Sabahattin Ali, Adalet Ağaoğlu, Cengiz Aytmatov beğeniyle okuduğum yazarlardandır. Şairlerden de Furuğ Ferruhzad’ı anmadan geçsem olmaz. “Kuş ölümlüdür sen uçmayı hatırla” romanımın ilk girişine yazmakla da ona olan hayranlığımı ifade etmekten geri kalmadım.
Bundan sonra yeni kitap projeleri var mı? Okurun Mavi Karga’yı okuduktan sonra Türkan Elçi ismini ‘en sevdiğim yazarlar’ listesine alacağına eminim. Şu sıra ne üzerine çalışıyorsunuz?
Bu aralar şiir dosyama çalışıyorum. Ayrıca yazmaya öyküyle başlamıştım, öykü yazmasam bir şeyler eksik kalacak, bugünlerde öyküye başladım, umarım bunu da diğer projelerim gibi istediğim gibi sonlandırabilirim.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***