Ulusal hazinemiz Sezen Aksu’dan bozarak alıntılayalım: “Uzlaşmak şu gelip geçici dünyada / Her şeye rağmen var olmak demek / Uzlaşmak var olan binlerce çıkar / İnsanca ve coşkulu güzel bir şeydir / Uzlaşmak güzeldir / Dökülürken sözler ağzından, sakın utanma” –filan. Eyvallah, Esat’la konuşalım da nerede, kimin aracılığıyla/kayığında, nasıl, ne konuda, hangi amaçla, ne zaman?
Bunun bir gümüş kurşun, sihirli çözüm olmadığının da herhalde bilincinde olarak konuşmalı. Esat’ın eli kanlı bir diktatör olduğunu da bilerek ama bölgesel veya küresel olarak ülkemizin bu tür devlet ve liderlerle de ilişkileri işler tutması gereğini de unutmadan. Örnek mi? Harf alayım, ilk harfi çıktı: P…
Kimi zaman insanın zihninde bir pencere başka bir pencereye açılıyor. Kapısı kilitli, penceresi örülü zihinler yok değil elbette, aksine mebzul. Onları özgüvenleriyle şimdilik baş başa bırakalım. Şu aralarda, Gary Schroen’ün vefatı bağlamında “obituary” tarzı yazıları okurken ona veya onu canlandıran karakterlere de yer verilen 11 Eylül “docu-drama” ve belgesellerine daldım. Pek çoğunu zaten bildiğim, bazılarını içinde yaşadığım, günümüzde artık belki de pek anlamlı olmayan yakın geçmişin beyhude öyküleri demedim, peş peşe izleyip zihnimi tazeledim.
Bu belgesellerden birinde dönemin (Şub. 2013-Şub. 2015) ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel, Suriye konusunda kurumlararası yapılan bitmez tükenmez ve kalabalık toplantılardan yakınıyor. Her kafadan bir ses çıktığını ve Vaşington’da temel bir politika üzerinde bir türlü uzlaşılamadığını aktarıyor. Irak ve Afganistan yanlışlarına yeniden düşmemek için bir anlamda yoğurdu üfleyerek yiyen Obama yönetimi neredeyse felç oluyor. Özellikle 2013’ün Ağustos ayında Şam yakınında yapılan kimyasal saldırıya tepki verilmeyince kırmızı denilen çizgiler önce pembeleşip, ardından buharlaşıyor.
Bugünlerde Erdoğan’ın Esat’la temas olasılığı belirince, kimileri “zaten ben Esat’ı hiç eleştirmemiştim” diye kendini temize çekme gereği hissediyor. Bu durum biraz “AKP için ben baştan uyarmıştım, sizi gidi YAE’ci kullanışlı ahmaklar” diyenleri çağrıştırıyor. Bendeniz cennetkuşu komşuda Erbil’de görevliydim, o zaman yukarıya ne dediğimi buradan yineleyeyim. İki şey yapmaya çalışmıştım: 1. Eğer Esat’ı devirme yoluna bir uluslararası koalisyonla girilecekse şiddet katsayısını baştan artırmaktan kaçınmamak. 2. 2003’te Irak’ta olduğu gibi Kürtlere düşmanlığı öne çıkarıp, en baştan oyun dışı kalmamak aksine Kürtlerle yol yürümenin yollarını aramak.
Yine bugünlerde, “nasıl 2003’te halkın ezici çoğunluğu Irak’a girilmesine karşıysa” anımsatmasına da daha çok rastlanır oldu. Halk karşı olabilir de, halka ne söylendi, halk neye karşıydı? Ne söylenseydi destek olurdu, başka hangi dış politika ve ulusal güvenlik hamlelerine aynı “halk” destek olmuştu? Terörle mücadele adı altında yürütülen iş, keza aynı halkın toptan tamamının desteğini aldı mı, alıyor mu? Bu sorular ise ortada kalıyor.
O “halk” ABD işgali altındaki Irak’a satmaya mal yetiştirmek için kelleyi koltuğa almakta beis görmedi. O denli ki Türkiye’nin bu ihracat ve inşaat aşkına verdiği sivil kayıplar, işgalde ABD’nin küçük ortağı Britanya’nın asker kaybını solladı. Teskerenin reddiyle ABD ile buzul çağına girilmişken bile ABD işgal kuvvetlerinin tekerlekli savaş araçlarının zırhlanmasını, Bağdat’ın her yanını saran betonarme “T” duvarlarını, ABD işgal ordusunun günlük kumanyasını yine Türkiye’den atılgan girişimciler sağlayıp, büyük kâr elde etti.
Bunları yarın öbür gün Suriye’de ne olur, ne olmaz konularında destekli atışa davet babında yazıyorum. Ukrayna’da yeniden imar koşusuna en ön safta başlamak için alesta bekleyen bizim atmaca tayfa, devran döndüğü an Halep, Hama, Humus, Şam eksenine de “saldıray” nidalarıyla yüklenecektir, kuşkunuz olmasın.
Diplomasinin tanımlarından biri mümkünü makulde aramak. Diplomasinin bilim değil sanat olduğu da sıkça belirtilir. Sanatsa, zanaatı kendiliğinden içerecektir. Nasıl ki iyi bir marangoz heykel niteliğinde bir büfe yapabilirse, iyi bir yontucunun eserinde de herhalde marangozluğun, el işçiliğinin niteliği de yüksek olacaktır. Neyse şimdi boyumuzu aşan sulara açılıp boğulmayalım ama liyakat bahsine değinelim. Hep ileri sürdüğüm, siyasi talimatın liyakatten önce geldiği.
Zira özellikle Irak ve Suriye ikiz dosyasında iş liyakatlı hariciyeciye bırakılırsa onun diz refleksiyle önereceği münhasıran başkentlerin muhatap alınması gerektiğidir. O anki statüko artık neyse, onu tülbente sarılıp dolabın üst rafına konmuş bir kutsal kitap gibi gözetmek hariciyecinin kendine biçtiği başat ödevdir her zaman. Ayrıca “kutsal emanet” kapsamındaki dosyalar (bu örnekte Kürt) namusumuzdur, bayrağı diker zinhar milim geri adım atmayız. Askerle kavga edilmez, “paslaşılır”, olmadı dümen suyuna girilir. Yaman çelişkiyi gel gör ki, Dışişleri’nin en büyük salonun kapısında da (değişmediyse) “Fatin Rüştü Zorlu” yazar.
Halka mı soralım? İster halka, ister ulusalcıya veya islâmcıya sorun, ABD “Allah birdir” dese yalandır. Sinameki (müşkülpesent, çıtkırıldım) AB’nin önce salavat getirip, imana gelircesine terörü bizim gibi anlaması ve biz kime “terörist” diyorsak onun belinde odunu kırıp, süpürüp atması gerekmektedir. ABD’nin Fransa’yı Kaddafi gibi Esat’ı alaşağı etme (gerekçeleri oldukça karanlık) hevesinde 2013’te yalnız bırakmasındaysa, belki onların 11 Eylül’de canlarını yakan teröristlerin zamanında kendi (belki zoraki) yarattıkları Afganistan kuluçkasından çıktıkları gerçeğinin öne çıkan etmen olduğu göz ardı edilir. O kuluçkayı Ankara’nın olumlayan bakışlarla izlediği de.
Putin’in koltuğumuzun altına verdiği zaman ayarlı evyapımı patlayıcılar S-400, derken Akkuyu, sonra Tahran’da verdirilen üçlü poz, Soçi’ye davetle Kadirov’u Çavuşoğlu’nun karşısına oturtmak ve pastanın üzerindeki çilek kabilinden şimdi Esat’la görüşmek. Hem de nerede? Özbekistan’da, ŞİÖ toplantısı marjında. Denebilir ki, BAE, SA gibi ABD’nin bölgesel paydaşı Arap ülkeler yapınca “ooo” biz yapınca mı “aaa uuu?” Yanıtı, hem yazının başlığında, hem haritada, hem Obama’nın ikircikli tutumunun nedenlerinde.
Rusya’yla ilişkilerde Madrid’de altına imza atılan on yıllık Stratejik Savunma Kavramı Belgesi’ne rağmen görece bağımsızlık arayışında da Soğuk Savaş dönemi örnek gösteriliyor. Bilkent Rusya Araştırmaları Merkezi yöneticileri Onur İşçi ve Samuel Hirst’ün “Fabrika bacaları ve boru hatları” akademik makalesinde o tutum layıkınca irdeleniyor. Bugün de, Ukrayna’nın işgalinde Almanya’nın kıvırma payı bırakmaya teşne yaklaşımına ve Fransa’nın kırılganlığına atıfta bulunuluyor.
Buna karşılık, tarih, kimlik ve yönelime revizyonist bakılıyor. Oysa Britanya ve Fransa’nın terkisinde girilen Kırım Savaşı ve Paris Konferansı’ndan alıp, I. Dünya Savaşı’nın ardından Lozan ve Montrö başarılarının çıkarılması, II. Dünya Savaşı arefesinde Hatay’ın ilhakı, II. Dünya Savaşı’nın ardındansa AK’nin kurucu üyesi olunması ve nihayet NATO ittifakıyla üzerine koya koya giden diplomatik çizgi silikleştiriliyor.
Dış politikada mükemmel çoğu zaman iyinin düşmanı. Yine genellikle seçenekler ulusal çıkarlar doğrultusunda (eğer ortada bir böyle bir vizyon varsa) kötü ile daha az kötü arasında. Diplomaside oyunu çirkinleştirmek de ayıp değil. Kök söktürmek saplantısı başka ama yapıcı-yaratıcı yaklaşmakla, ilk andan uzlaşıya hevesli, talepkâr taraf olmak da farklı. Gel gör ki kasa tamtakırken kimsenin üçe, beşe bakacak lüksü de olamıyor işte.
İktidar sonrası dönemde Dışişleri Bakanı’nın önceliği yeni cumhurbaşkanının elini cumhuriyetin 100. yılı reformlarında rahatlatacak huzuru ve sadeleştirmeyi tesis olmalı. Konumu da cumhurbaşkanının hemen ardından eşitler arasında birinci. Esat’la husumeti diri tutmak, Erdoğan’ın ABD ve AB’den tam destek gören belki biricik tutumu. Çirkin pazarlık üfüreyim: Yurttaşıma vizeyi kaldır, yoksa Esat’la anlaşırım ha. Beğenilmediyse yapıcısı: Terörün tanımını ve ifade özgürlüğünü AB’yle uyumlu hale getireyim, vizeyi kaldır.
Olacaksa seçimden sonra yeni yönetimin bence zorunlu öncelikleri F-35 programına geri dönmek ve hava savunma sistemi için AB yapımı SAMP-T edinmek veya olmuyorsa Kore’yle anlaşmak. Ayrıca düzensiz göçün önünün alınması ve yönetimi için Batılı ortak ve müttefiklerle doğru zeminde işbirliği.
Eğer yenilenecekse, yeni Dışişleri’nde Suriye ve Irak dosyaları dar PKK odaklı olmaktan çıkarılmalı. Ayrıca Suriye ve Irak’ta “30km derinliğe dek iner, istersem yatıya kalırım, istediğim gibi girer çıkarım, sen de buna kılıf dikersin” diyen çakmak bakış-çatık kaş ekibe yanıt “o kılıfı en güzel diken en güzel yere (asla Şam veya Bağdat değil Roma, Madrid, UNESCO vs.) gider” olmamalı.
El Kaide, IŞİD ve türevi cihatçı terörizm de başat sınamalardan sayılmalı. Kürt, Rum, Ermeni komplekslerinden sıyrılınmalı. Kimlik ve yönelimde ikirciksiz ve akılcı davranmalı. Genelkurmay ve MİT’in karşısına boynu bükük oturulmamalı. Organizasyon şeması, yazım üslubu, bakanlığa giriş ve tayin kriterleri güncellenmeli. Başkanlık sistemi sürdükçe, Cumhurbaşkanlığı ile Dışişleri dengesi özen ve sağduyuyla gözetilmeli.
Özcesi, başlıktaki sorulara yanıtlar: Esat’la iletişim hatta Şam’da büyükelçilik açmak doğru. Ama Özbekistan’da ŞİÖ toplantısı marjında olacaksa yer de, zamanlama da, aracı (Putin) da yanlış. İdlip, Afrin, Bab ve Fırat’ın doğusundaki TSK varlığını sona erdirmek amacıyla girişilmesi zorunlu müzakerelerin de ne parametreleri ne muhatapları aynı. Esat’la masaya oturmanın ABD ve AB tarafında alkışlarla karşılanması, temel öncelikler aynı kalacaksa, beklenmemeli. Dolayısıyla Frenklerin dediği gibi “zamana zaman tanımak” ve “yavaşça acele etmek” gerekli.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***