Bu yazı ailenin tarihselliği hakkında olmayacak.
Terütaze bir köşe yazarı olarak, kendime bir yazı pratiği oluşturmaya çalışıyorum. Oturmuş bir üslubum ya da uzmanlık alanım yok. Yazdıklarım akademik alanımla ilgili ve üslubum bazen araştırma çalışmalarımdakine yaklaşıyor. Bunun böyle olmasını istemediğim halde, kaçınılmaz olarak bu oluyor. Belki yeterince kısa köşe yazıları yazamamamın da bununla ilişkisi var.
Öte yandan, beş aydır sürdürdüğüm bu yazılarda sadece bu köşeyi doldurmaya değil, gerçekten bana tanınan bu imkânı hak edecek bir yarar da oluşturmaya çalışıyorum. Entelektüel ve mesleki yönelim ve deneyimlerimle uyumlu olarak, tek tek yazılar değil, böyle okunabileceği gibi, birbirlerine bağlanarak anlam üreten bir yazma çabası ortaya koyma derdindeyim.
Yazılarımda şu ana kadarki en önemli ilham kaynaklarımdan biri Amerikalı dilbilimci George Lakoff ve onun “kavramsal çerçeveleme” kuramına dayanarak ürettiği siyasal iletişim yaklaşımı. Kendi siyasal yönelimi doğrultusunda ilerici siyasal alana öneriler getiren Lakoff, olgu ya da hakikatleri sıralamanın karşı görüştekileri etkilemeyeceğini, çünkü dünyaya kafamızdaki çerçeveler doğrultusunda yaklaştığımızı söylüyor. Bu nedenle, karşıt görüştekileri etkilemek isteyen bir siyasetçi ya da eylemcinin, üzerine gittiği konuda karşısındaki zihinsel duvarı aşmasını sağlayacak bir yeniden çerçeveleme geliştirmesinin gerekliliğini vurguluyor.
Haftalardır iktidarın dayandığı en temel çerçevelerden biri olan ataerkil sistem ve bunun kalesi olarak işleyen “Türk ailesi” üzerine yazıyorum. İktidar toplumu ezeli ve ebedi bir Türk-İslam ailesi modeli üzerinden örgütlemeye ve bunun üzerinden siyasal ve kültürel bir hegemonya oluşturmaya çalışıyor. Bu bir deli gömleği. Türk-İslam ailesi bir hakikat ya da olgu değil. Tarihin belirli bir anında inşa edilmeye başlanmış bir demografi ve toplum mühendisliği aleti ve içinde bulunduğumuz dönemde tam bir deli gömleğine dönüşerek, her tür özgürlükçü fikri boğan bir görünüme büründü. Bu nedenle, daha farklı bir toplum ve gelecek isteyen herkesin aile kavramı etrafında kapsamlı bir yeniden çerçeveleme çabasına girişmesi, hükmeden ve bastıran değil besleyen ve yol açan bir aile tasarımını mümkün kılacak bir dili inşa etmeye çalışması gerekli.
Lakoff yeniden çerçevelemenin birbirini etkileyen bir ilişkisellik içerisinde olmasını öneriyor. O nedenle, aileye bir tuğla olarak değil, kültürel, toplumsal, ekonomik, siyasal vb. pek çok alandaki sorun, sınır ve imkânları birbiriyle ilişkilendirmek için bir patika olarak bakmak lazım. Ben böyle bir geniş çabaya, birkaç haftadır konunun farklı yönlerini tartışarak ve özellikle modern ailenin de Türkiye’ye girdiği dönemde, yani 1850’lerde yazılmaya başlanan ilk romanlardan ilginç noktaları tartışarak katkıda bulunmaya çalışıyorum.
Buna gelecek haftalarda devam edeceğim. Ancak bu hafta öncelikle Gülşen’den, Gülşen’in tutuklanmasından söz edeceğim. Ben de herkesin yazıp çizdiği bu konudan kusur kalmayayım diye değil. Fakat Türk ailesi putunun önemli bir dayanak noktası olan “mazbutluk” ile yakından ilgili olduğu için de bu konuya değinmek istiyorum. Sonuçta Gülşen, o mazbut aileyi tehdit eden bir figürdü. Zaten aylardır, belki yıllardır bu tutukluluğun koşulları hazırlanıyordu. Şarkıları, giysileri, LGBTİ+ bireylere yaklaşımı, hemen her şeyi “müesses düzen”i rahatsız ediyordu.
Ben konuya biraz daha farklı bir yerden bakacağım. Edebiyat ve romanlarla da ilişkisi olacak bu konunun. Konunun adı “bağlam.” Edebiyatta bir metnin anlamını tartışır ve yorumlarken bağlam ya da bağlamlarını dikkate alırız. Metnin üretim koşulları, yazılma tarihi, yazarın yaşamının ve yazarlık tarihinin hangi evresine denk geldiği, konusu üzerinden geçmişe veya tarihe nasıl yaklaştığı vb. değişik bağlam düzlemleri oluşturur. Hatta edebiyat kuramları, bağlama yaklaşımları üzerinden de ayrışırlar. Örneğin Anglosakson dünyada 20. yüzyılın başından 1960’lara kadar etkili olan “Yeni Eleştiri” yaklaşımı, metnin kendi iç işleyişi dışında kalan her şey gibi bağlamı da yanıltıcı bir şey olarak görür ve dışlar.
Ben tarihselciyim. Tarihselciliğim eklektik, tek bir isme ya da akıma bağlanmıyor. Ancak kendimi en temelde Kanadalı bir Latin Amerikan edebiyatları uzmanı olan Mario Valdes’in “edebi kültürel tarih” olarak nitelediği yaklaşım içinde görüyorum. Burada edebi metinlerin anlamlandırılmasında üretildiği (sadece yazıldığı değil, karmaşık bir yayın serüveninden geçtiği için üretildiği) dönem ile metnin sıradan, profesyonel ve kurumsal okunuşu, bizim deyimimizle alımlanışının içinden geçtiği farklı dönemlerin maddi koşulları belirleyici etkenlerdir.
Daha önce hakkında yazmış olduğum bir örnek vereyim: Ömer Seyfettin’in 1914’te dönemin önemli dergisi Donanma’da tefrika ettiği “Beyaz Lale” 1912’deki Balkan Hezimeti sırasında Serez’in Bulgarlarca işgali ve bunun ardından işgalcilerin başı Radko Balkanski’nin Müslümanlara yaptığı mezalim üzerinedir. Korkunç işkence ve hatta nekrofili sahneleri içeren bir metindir bu. Pek çok örneği olan Balkan Savaşları edebiyatının en çarpıcı ve bilinen örneklerinden biridir. Fakat bu edebiyatın belki de son örneğidir ve Balkan Savaşı çoktan geride kaldıktan, Bulgarlarla barış anlaşması imzalandıktan sonra, Ağustos 1914’te yayımlanır. O kadar ki, Osmanlı bundan bir sene sonra Birinci Dünya Savaşı’nda Bulgarlarla müttefik olarak savaşacaktır.
Bu yayım tarihi, bu metnin üretim bağlamını bize verir. Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı kitabımda ayrıntılarıyla tartıştığım üzere, Almanlarla gizlice ittifak anlaşması imzalayan İttihatçılar, tarafsız göründükleri Ağustos-Kasım 1914 döneminde, kamuoyunu Almanların yanında savaşa girmek konusunda hazırlamak için edebiyatçıları görevlendirmiştir. İttihatçı ve Türkçü bir yazar olan Ömer Seyfettin, tam da bu amaçla bu dönemde bu öyküyü yazmıştır. Derdi Bulgar zulmü anlatmak değil, bunun aracılığıyla halkın Türk olmayanlara bilenmesini, düşmanlarla savaşma isteğini tahrik etmektir. Bu üretim bağlamı bilinmeden bu öykü değerlendirilemez. Bir nefret söylemi şahikası olan bu metin daha sonra nasıl ders kitaplarına girmiş, çocuklara okutulmuştur, bu da işin alımlanma koşullarıyla ilgili ve hikâyenin kendisi kadar ilginç. Fakat bunu burada kesip bağlam konusuna ilerlemekte yarar var.
Metin ve bağlam ilişkisini, sözcüklerin İngilizceleri daha güzel veriyor: Text (metin) ve context (bağlam). Bağlam, metni kapsıyor gibi. Fakat böyle olduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir. Bu konuda Fransız düşünür Jacques Derrida’nın ünlü bir cümlesi var: “Il n’y a pas de hors-texte.” İngilizceye şöyle çevriliyor: “There is no outside-text.” Bunu Türkçeye “metnin dışı yoktur” diye çeviremiyoruz. “Metin-dışı yoktur” diye çevirmek gerekiyor. “Hors-texte” Fransız yayımcılığında, sayfanın yazı içermeyen, boş kalan kenarları için kullanılan bir terim. Derrida buna gönderme yapıyor ve aslında metin ile metin dışının birbirinden kolayca ayrılamayacağına işaret ediyor. Bu anlamda özerk bir metin ile yine özerk bir bağlamın ilişkisinden söz edemeyiz. Bunlar iç içe geçerler. Metinde görünmeyen bağlamsal bir unsur, örneğin “Beyaz Lale” ile ilgili yukarıda andığım üretim nedeni, metni ve anlamını belirler. Buradaki girift ilişkiyi göz ardı ederseniz, metni eksik okumuş olursunuz.
İşin edebi kısmını kısa kesip, bunun Gülşen ile ilgili yönüne geleyim. Gülşen’in ne söylediğinin ve ne bağlamda söylediğinin peşinde değilim. Tutuklanmaya yol hazırlamak üzere sosyal medyada yayılan video görüntülerinde, bir konserde bir espri yapıyor. Kendisi bunun bağlamını, ne tarz bir şakanın söz konusu olduğunu açıkladı. Bu şaka ve komiklik düzeyi, dört başı mamur bir stand-up esprisi düzeyinde olmayabilir. Gülşen arkadaşına kategorik olarak İmam-Hatip’te okuduğu için mi sapık diyor? Yani bu liselerden çıkan herkesin öyle olduğuna mı inanıyor? Yoksa, arkadaşının bu “komik” lakabı almasının nedenleri arasında İmam-Hatipliliğinin de etkisi olabileceğini mi düşünüyor?
Bunlar benim umurumda değil. İmam-Hatip’te okuyup bunun kendisine hakaret olduğunu düşünen biri ya da birileri varsa, kişisel olarak dava açmaları lazım. Bunun ötesinde bu topluma ve onun kamusallığına dahil olan bir yurttaş olarak, birilerinin başka birilerinin okuduğu okul hakkında ileri geri konuşması, şakalar yapması beni hiç rahatsız etmiyor.
Öte yandan beni asıl tutuklamanın bağlamı ilgilendiriyor. Bağlam ve o bağlam üzerinden ortaya çıkan anlam. Gülşen, iktidarın topluma dayattığı kültür savaşı üzerinden tutuklandı. Dört ay önce çekilmiş kısa bir video bir anda sosyal medyada yayılarak infial yaratıldı. Bir savcı bunun üzerinden tutuklama talebinde bulundu ve bir hâkim tutukladı. Belki son 10 yıldır yüzlerce örneğiyle karşılaştığımız bir kalıp işledi. İktidar, gerek sosyal medyadaki gerek adliyedeki kolları üzerinden, “benden olmayan”lara “-mayın!” demiş oldu yeniden.
“- Söylemeyin, şakasını yapmayın, açık giyinmeyin, LGBTİ+’leri desteklemeyin, muhalefeti desteklemeyin, feminist olmayın, -meyin, -meyin, -mayın!…”
Yaparsak ne olur?
“- Kapatırım. Partinizi kapatırım, derneğinizi kapatırım, belediyenize, şirketinize, üniversitenize kayyım atarım, işinizden ekmeğinizden ederim, süründürürüm. Hepsinden önemlisi içeri atarım. Dışarı çıkamazsınız.”
İktidar bu kadar polisini, silahını, kolluğunu, özel güvenlikçilerini, televizyon yorumcularını, savcısını hâkimini, bürokrasisini kullanmayıp ne yapacak? Hegemonyayı ikna üzerinden yürütmeyi beceremiyor. Tüm siyasal varlık nedenini ayrıştırmak üzerinden kurmuşken, çelişik biçimde hegemonik de olmak istiyor. Hegemonya sadece zorlama, icbar, cop değil, inandırma ve ikna da içerir. Tabii aslında çelişki var mı, o da tartışmalı. Zevahir bir “kültürel iktidar özlemi ve arayışı” üzerinden açığa çıkıyor ama uygulama hep sulta kurma yönünde. Hani “elinde çekiç olan etrafındaki her şeyi çivi görürmüş” lafı vardır ya, bu kadar kaba kuvvet de kaba olmayan kuvvetin tahayyülünü imkânsız kılıyor olsa gerek.
O zaman Gülşen’in tutuklanması yeni bir şey değil. Elbette çok önemli ve bu tutukluluğa karşı sivil toplum ve muhalif siyaset en açık ve güçlü biçimde karşı çıkmalı. Böyle uyduruktan tutuklamama mı olur? Gülşen hemen salıverilmelidir.
Ancak bu tutuklamanın diğer tutuklama, dava ve mahkûmiyet süreçleriyle ilişkisini düşündüğümüzde, Gülşen tutuklaması bağlamına da oturur. Adaletsiz tüm baskı uygulamalarına karşı durmalıyız. Gülşen salıverilmeli. Nudem Durak da salıverilmeli. Gezi davası mahkumları salıverilmeli. Osman Kavala salıverilmeli. Aysel Tuğluk salıverilmeli. Demirtaş salıverilmeli. HDP’li mahkumlar salıverilmeli.
“O bundan tutuklandı, şu bundan içeride, öbürü şu nedenle mahkûm oldu, filancanın içeride olmasına Marslılar bile karışamaz!”
Bağlam hep aynı! Siyasetin, toplumsallığın, ekmeğin, hayatın kapılarını kapat, giremesinler. Onlara hakaret et. Sürtük de, çürük de. Eylemci de.
Boğaziçi Üniversitesi’nde Naci İnci gibi, rektörü olduğun üniversitenin kapısına kara liste koy, şu emekli hoca giremesin, bu mezun giremesin, o hocayı işten at ama aynı zamanda karısının da çalıştığı, aile hekiminin ve banka şubesinin olduğu bu kampüse giremesin, bölüm başkanlarını görevden al ve kampüse de giremesinler.
Kapılara özel güvenlik yolla, sivil yolla, çevik yolla. Girmek için direneni derdest etsinler, gözaltı yapsınlar, tutuklasınlar. Hepsi mahkûm olsun. Bu sefer de tıkıldıkları duvarın dışına çıkamasınlar.
Bağlam bu.
Önce: Sokma!
Sonra: Çıkartma!
Oysa hayatta bu duvarlar yok. Sağa, sola, öne, yukarıya, güneye, kuzeybatıya, yeraltına ve göklere örmeye çalıştığınız o duvarlar her şeyden önce sizin kafanızda. Sizin kavramsal çerçeveniz bir duvar.
O zaman şöyle bitsin bu yazı:
“O duvar,
duvarınız…”
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***