İktidardaki siyasî kadroların görüşüne göre Türkiye’de bir Kürt sorunu yok. Muhalefete göre ise var ve çözüm yeri TBMM. Bu muhalefete HDP de dâhil. HDP de Kürt sorununun parlâmentoda çözülmesi gerektiğini kabûl ediyor.
İktidarın “Kürt sorunu yoktur” yargısının temelinde, öyle tahmin ediyorum ki, kendisinden önce başlamış ama kendi döneminde bir noktaya kadar getirilebilmiş bâzı “açılımlar” yatıyor. Bu açılımlar esâsen “Kürtçenin statüsü” ile ilgili, yoksa Kürt sorununun diğer büyük bileşeni olan “yerinden ve yerelden yönetim” veyâ “demokratik özerklik” konusunda bir gıdım ileri gitmek şöyle dursun, kayyum uygulamalarıyla iyice geri bir noktaya savrulduğumuz ortada.
Gerçekten de, Cumhuriyet târihinin yaklaşık olarak son 40 yılına baktığımızda, Kürtçe’nin önce 1991’de “kanunen yasaklanmış dil” statüsünden kurtulduğunu, sonra 2001 Anayasa değişikliği ile kanunen yasaklanmış diller sınırlamasının kaldırıldığını, 2002’den itibâren Kürtçe öğretilmesinin mümkün hâle geldiğini, 2009’da Kürtçe yayın yapan bir devlet televizyon kanalının açıldığını, okullarda “yaşayan diller” başlığı altında seçmeli de olsa Kürtçe’nin öğretilmesine imkân sağlandığını görüyoruz. Bunlar önemli kazanımlar. Ancak, hukukî düzenlemelerdeki gelişmeler ile fiilî durum pek birbiriyle örtüşmüyor. Kamusal hayatın pek çok alanında Kürtçe üzerindeki kısıtlamaların, yaşamakta olduğumuz otoriter rejim altında fiilen sürdürülmekte olduğuna dâir her gün çok sayıda gerçekle karşı karşıya bulunuyoruz. Ayrıca, hukuk kuralları arasında da hâlâ değiştirilmesi gereken kurallar var. Bunların en başında da Anayasa’nın 42. maddesindeki “anadilinde eğitim yasağı” geliyor.
Anayasa’nın 42. maddesi, “Türkçeden başka hiçbir dil okullarda Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” hükmünü getiriyor. Bundan böyle kısaca “anadilinde eğitim yasağı” olarak adlandıracağım bu hüküm, bir yandan, Kemal Gözler’in Anayasa Hukuku kitabında haklı olarak belirttiği üzere, Türkçeyi eğitim alanında bir “resmî anadil[i]” hâline getiriyor, diğer yandan da hem Türkiye’nin anayasal düzeni içinde çok temel bir çelişkiye ve toplumsal olarak kabûl edilmesi mümkün olmayan bir adâletsizliğe yol açıyor. Sırasıyla açıklamaya çalışayım.
Anadilinde eğitim yasağı, bütün vatandaşlar için geçerli gibi görünüyorsa da, aslında böyle değil, istisnâları yâni yasağın kapsamı dışında kalanlar var. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası andlaşmalara göre “anadilinde eğitim hakkı” tanınmış olan vatandaşlar, yasağı düzenleyen maddede “milletlerarası andlaşmalar” saklı tutulduğu için, kendi anadillerinde eğitim hakkına da sâhipler. Bunların en başında da, Lozan Barış Andlaşması’nda (LBA) anadilinde eğitim hakkı tanınmış olan “gayrimüslim azınlıklar” geliyor. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre vatandaşlar, anadilinde eğitim hakkı bakımından ikiye ayrılmış bulunuyorlar: Gayrimüslimler ve “gayrimüslim olmayanlar”.
Cumhuriyet’in kuruluşundan önce başlayıp yüz yıllık târihi içinde devam edegelen kırım, kıyım, pogrom vb. eylemlerle oransal olarak artık binde ile ifâde edilen Ermeni, Rum ve Yahudi ve diğer gayrimüslim vatandaşların “anadilinde eğitim hakkı” mevcut, buna karşılık “gayrimüslim olmayan” unsurlar, yâni en başta Kürtler, sonra anadilinde eğitim hakkı konusunda ısrarla talepkâr olan örgütlü Çerkes gruplar, Lazlar, vb. bu haktan yoksun. Bu ayrım, fark edilebileceği gibi, aslında Osmanlı’daki ünlü “millet sistemi”ne benziyor. Bir yanda “millet-i hâkime” diye de adlandırılan “İslâm milleti”, diğer yanda hukuk önünde farklı normlara tâbi tutulan, kendi iç (cemaat) işlerinde özerk “gayrimüslim milletler”. Türkiye Cumhuriyeti, temel kuruluş yasası ile bu ayrımı, biraz da LBA’na uymak mecbûriyeti nedeniyle muhafaza etmiş gibi görünüyor. Ancak önemli bir farkla: Gayrimüslim vatandaşlara tanıdığı “anadilinde eğitim hakkı”nı gayrimüslim olmayan vatandaşlarına tanımayarak, ikinciler aleyhine bir ayrımcılık, bir haksızlık, bir adâletsizlik yapmış oluyor. Üstelik de, “lâik” bir devlet olma iddiasına rağmen, din esâsına göre bir ayrımla bunu Anayasa’ya derc etmiş bulunuyor.
Aslında, böyle bir hüküm 1924 ve 1961 anayasalarında mevcut değildi. Belki de o anayasaları yapanlar, böyle bir yasağın açık bir anayasa hükmü hâline getirilmesi durumunda yol açabileceği çelişkileri düşünmüşlerdi. Belki de, Türkçe dışındaki diller üzerinde uygulanan fiilî baskılarla bu sorunun zamanla ortadan kalkacağını hesaplıyorlardı. Lâkin, 12 Eylül cuntası böyle yapmadı. İlginçtir, 1982 Anayasası’nın ilk taslağını hazırlayan Danışma Meclisi (DM), anadilinde eğitim yasağına yer vermemişti. Yasağı Anayasa’ya koyanlar, taslağa son şeklini veren Millî Güvenlik Konseyi (MGK) oldu. Gerekçesini de bilmiyoruz, çünkü yazmamışlar. Bununla birlikte, 1980 darbesini yapan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarından oluşan bu “Konsey”in anadilinde eğitim yasağı konusundaki “kararlılığı”, 2000’lerin başında da devam etmekteydi. Demek istediğim, Genelkurmay Başkanlığı’ndaki kişiler değişmiş ama anadilinde eğitim yasağının muhafazası ile ilgili hassasiyet değişmemiştir.
Eğitim-Sen’in tüzüğünde anadilinde eğitim hakkını savunan maddenin varlığı nedeniyle, sendika aleyhine açılan kapatma dâvâsı başlangıçta dâvânın reddedilmesiyle sonuçlanmıştı. Dâvâ sürecini yeniden başlatan Genelkurmay Başkanlığı’nın yazısı oldu ve sendika, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun kararıyla birlikte bu hükmü değiştirerek kapatılmaktan kurtuldu. (Bu uygulamanın AİHM tarafından hukuka aykırı bulunup, ifâde ve örgütlenme özgürlüğü hakkının ihlâli olarak nitelendirildiğini de parantez içinde belirteyim.)
Evet, bir yanda lâiklik iddiâsı taşıyan, diğer yandan vatandaşlarına dinî inanç esasına göre hak tanıyıp tanımama yoluna girmiş olan bir devlet. Büyük bir çelişki. Ancak çelişkinin kaynağında, 2000’li yıllardaki Genelkurmay müdahalesinden, 1980’lerdeki 12 Eylül cuntasından daha da gerilere giden bir “paradigma” bulunuyor. LBA’nın imzalanması ile sonuçlanacak olan görüşmelere TBMM tarafından gönderilen hey’et, azınlık sorunlarının görüşülmesi sırasında, diğer devletlerin azınlıkları din ve dil azınlıkları olarak tanımlamak istemelerine karşı çıkmışlar ve sâdece “dinî azınlıklar”ın kabûl edilebileceği tezini ileri sürmüşlerdir. Bu tezin, 1920’lerin başında, Osmanlı’daki millet sistemi nedeniyle de daha kolay anlatılabileceği ve diğer devletler tarafından da daha kolay anlaşılabileceği düşürülmüş olmalıdır. Hattâ, biraz daha geriye gidip, Misak-ı Millî’de güney sınırlarının müslüman çoğunluk kavramıyla belirlenmiş olduğunu da hatırlatabiliriz.
Özetle, Türkiye’nin bir “millî devlet” olarak kuruluşunda “Müslüman-Gayrimüslim” ayrımının paradigmatik bir belirleyiciliği bulunmaktadır. Bu paradigmanın uzantısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin millî kimliğinin Müslüman (veyâ lâiklikle daha uyumlu bir ifâde olarak “gayrimüslim olmayan”) unsurların Türkleştirilmesi yönünde bir tercihin yapılması olmuştur.
Bu politikanın bir zirvesi, 1982 Anayasası’ndaki anadilinde eğitim yasağıdır. 1982 Anayasası’nın dil konusundaki yaklaşımı bundan ibâret değildir. Bu Anayasa, devletin “resmî dili” ile ilgili olarak da, önceki anayasalardan farklı bir yaklaşıma sâhiptir. 1924 ve 1961 anayasalarında, önceki 1876 Anayasası gibi, devletin resmî dile Türkçe olarak kabûl edilmişken, 1982’de bu, “devletin dili Türkçedir” şekline dönüşmüştür. Bu hükmün yer aldığı 3. maddenin konuyla ilgili gerekçesi de hayli ilginçtir. Gerekçeye göre, “Türkiye’de yaşayan insanların resmî dili Türkçedir.” Yine DM’nin değil de, MGK’nin bir özel tasarrufu olan bu düzenleme ve gerekçesi, resmî dil-anadili ayrımını belirsizleştirmekte ve Türkiye’de vatandaşların -LBA istisnası hâriç- resmi dil ile anadilini özdeşleştirir gibi bir tuhaf yaklaşıma sâhiptir.
DM’ndeki anayasa görüşmeleri sırasında ortaya atılan ancak kabûl görmeyen bir görüşe göre, devletin resmî dili tâbirinin kullanılması hâlinde, bundan sanki Türkiye’de resmî dil dışında başka diller de varmış gibi bir anlam çıkabilecektir. Yâni, Türkçe devletin “resmî dili” ise, Türkçe dışında başka diller de toplumda vardır gibi bir sonuç çıkabilir diye endişe edilmiştir. Peki, yok mudur? LBA, “resmî dil mevcut olmakla birlikte, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk vatandaşları” gibi bir tâbir kullanmaktadır ki, açıkça Türkiye’de anadili Türkçe olmayan vatandaşların bulunduğu kabûl edilmektedir. Bu durumda, anadili Türkçe olan bâzı vatandaşlara anadilinde eğitim hakkının tanınması, diğer bâzılarına ise tanınmamasının meşrûiyet temeli ne olabilir?
Özetle, Türkiye Cumhuriyeti, her bakımdan tutarsız ve her bakımdan anlamsız bu yasağı aşmakla yükümlüdür. Yasağı aşmak için, 2014 yılında getirilmiş olan “farklı dil ve lehçelerle eğitim yapılması” hükmünün gereğini yapmak bir ilk adım olabilir ama, kuşkusuz yeni bir anayasa ile bu yasaktan ve arkasındaki paradigmadan kurtulmak gerektiği açıktır. Tabiî eğer, çağdaş, demokratik, özgürlükçü, âdil bir Türkiye tasavvur ediyorsak!
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***