YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
İslamcılar, İslamcılığın bir ideoloji olarak ortaya çıkışından itibaren siyasi olarak İttihad-ı İslam, Müslümanların sömürge rejimlerinden kurtarılması, Müslüman ülkelerdeki despot rejimlerin ortadan kaldırılması gibi düşünceleri savundular.
İslamcılığın ikinci yönünü ise dinin hurafelerden kurtarılarak orijinal şekliyle yaşanması ve İslamiyetin hayatın her alanına hâkim kılınması oluşturuyordu.
İslamcıların Abdülhamit zamanında rejimin niteliği ve sansür gibi nedenlerle düzenli yayın yapan yayın organları yoktu. II. Meşrutiyetin ilanıyla ortaya çıkan hürriyet ortamında çıkardıkları mecmua ve yayınladıkları kitaplarla fikirlerini daha geniş kitlelere duyurma imkânı elde ettiler. Bu durum önemli bir entelektüel birikim oluşmasını sağladı.
GAZETECİLERDEN İLMİYEYE
İslamcıların önemli bir bölümü Abdülhamit rejimine muhalif düşüncelere sahiplerdi. Bazıları bunu dönemin gizli cemiyeti İttihat ve Terakki’ye (İTC) dahil olarak eyleme de dönüştürdüler. Hatta II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi için gerekli fetvayı da Elmalılı Hamdi (Yazır) kaleme aldı.
İslamcıların önde gelenleri Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Mustafa Sabri, Ferit Kam, Mehmet Ali Ayni, İsmail Fenni (Ertuğrul), Bediüzzaman, Musa Kâzım, Seyyid Bey ve M. Şemseddin (Günaltay) gibi kişilerdi. Bu isimlere bakıldığında İslamcılığın ilk ortaya çıkışında gazeteci ve bürokratlar tarafından temsil edildiği, II. Meşrutiyet devrinde ise büyük ölçüde ilmiye mensuplarından oluştuğu görülmektedir.
Meşrutiyetin ilanıyla birlikte İslamcıların önemli bir bölümü İttihat ve Terakki saflarında yer aldılar, bir kısmı da mebus seçildiler. Said Halim İTC fırka başkanlığı ve başbakanlık, Mustafa Sabri İTC üyeliği, Elmalılı mebusluk ve evkaf nazırlığı, Seyyid Bey İTC’de önce yardımcılık sonra başkanlık, Musa Kâzım şeyhülislamlık ve evkaf nazırlığı görevlerine geldiler.
Onlar istibdatı sona erdirip meşrutiyeti ilan ettiren İttihat ve Terakki’yi “mübarek cemiyet, mukaddes cemiyet” olarak nitelendirip İslam dünyasını kurtaracak “erbab-ı fetih” olarak gördüler. Hatta Derviş Vahdeti daha ileri giderek İttihatçıları “zamanın Halid b. Velid’leri” ilan etti. Abdülhamid ise çoğu İslamcı için “melun, şeytan ve haindi”.
Bazı İslamcılar bir süre sonra İTC’ye karşı muhalefete geçecek örneğin Mustafa Sabri Ahali Fırkası ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası kurucuları arasında yer alacaktır. Bu dönemde İslamcıların doğrudan örgütlendiği tek yapı, kurucuları arasında Bediüzzaman’ın da yer aldığı ancak sadece on gün faaliyet gösterebilen İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’dir. İşgal İstanbul’unda ortaya çıkan Teali-i İslam cemiyeti de bir yıl yaşayabilecektir.
İslamcılar II. Meşrutiyet devrinde Sebilürreşad, Livaü’l İslam, Beyanülhak, Hikmet, İttihad-ı İslam, Tasavvuf, İslam mecmuası, Volkan gibi gazete ve mecmualarda düşüncelerini ortaya koydular. Meşrutiyetin ilk yıllarında Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura gibi isimlerin de Sırat-ı Müstakim’de yazmaları henüz tam bir Türkçü-İslamcı ayrımının da olmadığını göstermektedir.
SEBİLLÜREŞAD MECMUASI
Muhtemelen ilk defa Ziya Gökalp tarafından 1913’te Türk Yurdu mecmuasında kullanılan “İslamcılık” kavramının anlaşılmasında en önemli kaynakların başında Sebilürreşad mecmuası gelmektedir.
Sebilürreşad yayın hayatına “Sırat-ı Müstakim” adıyla başlamış olup kurucuları Ebül’ulâ Mardin ve Eşref Edip (Fergan)’dır. Ebül’ulâ Mardin’in önce milletvekili, sonra da müderris olmasıyla yönetim tamamen Eşref Edip’in üzerinde devam etmiştir.
Mecmua sayfalarını, devrin önde gelen âlim, şair, yazar ve fikir adamlarına açmış; M. Akif, Babanzade Naim, İzmirli İsmail Hakkı, Manastırlı İsmail Hakkı, Ahmet Agayef (Ağaoğlu), Akçuraoğlu Yusuf, Ömer Ferit (Kam), Musa Kâzım, Tahirülmevlevi, M. Şerafettin (Yaltkaya). Ahmet Hamdi (Aksekili), Gaspralı İsmail çeşitli yazılar kaleme almışlardır. 8 Mart 1912’deki 183. Sayı ile ismini Sebilürreşad olarak değiştiren mecmuada M. Akif 1914 yılından itibaren “sermuharrir” olarak görev üstlenmiştir.
Derginin Abdülhamit karşıtı olduğu ve İTC’nin yanında yer aldığı görülmektedir Yazılarda meşrutiyet rejimi savunulmakta, ayet ve hadislerle meşveret ve şura kavramları açıklanmakta, parlamento övülerek meşrutiyetin İslamiyet’e uygunluğu izah edilmektedir.
Ayrıca dinin bidat ve hurafelerden arındırılarak aslına döndürülmesi, taklit yerine içtihada izin verilmesi, halkın daha iyi anlayabilmesi için Kur’an ve hutbelerin Türkçeleştirilmesi gibi hususlar ele alınmaktadır.
Genel olarak mecmuanın gelenekçi değil modernist olduğunu söylemek doğru olur. Dergi sütunlarında Rusya’dan Osmanlı ülkesine gelen yazarlara da yer vermekte, sık sık Rusya Müslümanlarına dair haber ve yazılar yer almaktadır. Bu yazılarda “Tatar modernizmi, ceditçilik, Türkçülük ve Turancılık” işlenmektedir. Ama derginin diğer Müslümanlara ilgisi bununla sınırlı kalmayacak dünyanın her yerinden Müslümanlarla ilgili haber ve yazılar yayınlanacaktır.
Türkçü yazarlar bir süre sonra İslam ve Türk Yurdu gibi mecmualarda yazmaya başlayacak, milliyetçilik yönleri daha açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. Sebilürreşad’ın buna tepkisi “kavmiyetçilik” aleyhinde yazılar yayınlamak ve kavmiyetçiliğin Osmanlı’nın parçalanmasına, halifeye karşı ayaklanmalara yol açtığını vurgulamak olacaktır.
Derginin yönetici kadrosunun “mukaddes bir vazife” üstlendiklerini düşündükleri anlaşılmaktadır. Dergi yazarları sonradan İTC’ye muhalif olmuş, “farmason” olarak gördükleri İttihatçı liderlerin dine karşı olduklarını hatta Müslümanlığa karşı taarruza geçtiklerini ifade etmişlerdir. Bu durum İTC’nin mecmuaya baskı yapmasına ve önce 1911’de daha sonra da 1916’dan 1918’e kadar kapatmasına yol açacaktır.
Dergi genel yaklaşım itibarıyla batı teknolojisinin alınması yanlısı olsa da batının aile, ahlak, paylaşım, adalet gibi değerlerini yitirdiği kanaatindedir. Dolayısıyla “muasırlaşırken” milli özelliklerin korunması şarttır. Bu yönüyle onlar “gülüyle dikeniyle Batının her şeyini almayı teklif eden” Abdullah Cevdet başta olmak üzere Batıcı yazarlarla büyük bir “kalem mücadelesine” girişeceklerdir.
Dergiye göre Müslümanlara düşen dinlerinin emrettiği gibi yaşamak, tembellik ve cahillikten kurtulmaktır. Bunlar yapılırsa Müslüman toplumlar eski güçlerine kavuşacaklardır. Dergide “terakki, taassup, cehalet, taklit” gibi kavramlar çok sık kullanılmış ayrıca “batılılaşma, taaddüd-ü zevcat, laiklik, asrilik” gibi konular gündem olmuştur.
Kadın hakları konusu da ele alınarak kadınların tesettürden vazgeçmeden çocuk bakımı ve ev ekonomisi başta olmak üzere bazı alanlarda eğitim alabilecekleri savunulmuştur. Feminizm konusundaki yaklaşım ise İslamiyetin kadınlara bütün haklarını zaten verdiği şeklindedir.
SİYASİ YAKLAŞIMLARI
İslamcılar, İslamiyetin belli bir devlet nizamı ortaya koymayıp sadece temel prensipleri belirlendiğini ve saltanat rejiminin bu prensiplere uygun olmadığını düşünüyorlardı. Halifeliğe karşı çıkmamakla birlikte hilafetin İslam dünyasındaki etkisi nedeniyle devam ettirilse de iç siyasetteki gücünün azaltılmasını savunuyorlardı.
Örneğin Elmalılı’ya göre hilafet, bir vekâlettir ve bu vekâlet millet tarafından verilmektedir. Bunun anlamı millet hakimiyetinin halifenin üzerinde olmasıdır. Elmalılı bu düşüncelerini icraata da taşımış ve padişah-halifenin etkilerinin azaltıldığı 1909 Anayasa değişikliklerinde görev almıştır.
İslamcıların tamamına yakını meşrutiyet ve anayasal yönetimi savunmuşlar, ayrıca bunu ayet ve hadislere dayandırmışlardır. Böylece idareciler keyfi idare, zulüm ve istibdattan vazgeçecekler, halk da zulme uğramaktan kurtulacaktır.
Bu durumun tek istisnası Said Halim Paşa’dır. O meşrutiyet ve anayasanın İslam’a ve Osmanlı Devleti’ne yabancı olduğu ve hiçbir fayda getirmeyeceği kanaatindedir. Ona göre İslam toplumlarında “sınıf” olmadığından anayasa, demokrasi, senato gibi kurumlar kalıcı olamayacaktır.
Paşa çözümlerin yine İslam’ın kendi içinden bulunması gerektiğini, bunun için nasıl batıda “bütün yollar Roma’ya gider” prensibi varsa Müslümanlar için de “bütün yollar Mekke’ye gider” prensibinin kabul edilmesini savunur.
İslamcıların siyaseten temel hedefi İttihad-ı İslam’dır. Bu yönüyle onlar bir yandan sömürge yönetimlerine karşı çıkarken bir taraftan da “kavmiyetçiliğe” karşı mücadele etmişlerdir.
Örneğin Bediüzzaman Risale-i Nur’da sürekli olarak “350 milyonluk Müslüman dünyasından” söz eder ve “müspet milliyetçilik” vurgusu yaparak “Şu müsbet fıkr-i milliyet İslamiyet’e hadim olmalı , kal’a olmalı, zırh olmalı, yerine geçmemeli” der.
Kavmiyetçilik tartışmalarında Babanzade Ahmet Naim de ölçü olarak “millet, milliyet, Türk, Türklük” duygularının Müslümanlığın önüne geçmemesini koyar ve İslamiyet’te “diğer kavimleri zelil görmemek esastır” ifadesini kullanır.
Bu yaklaşımlara rağmen İslamcıların “milliyeti ve milliyetçiliği” bir gerçeklik olarak gördükleri görülmektedir. Kavmiyetçiliği bir tefrika olarak yorumlayan ve “küfr olur başka değil kavmini sürmek ileri” diyen M. Akif, İstiklal Marşı’nda dört defa “milletim”, üçer defa “vatan ve yurdum”, iki defa “ırkım ve toprak”, bir defa da “bayrağım” kelimelerini kullanmıştır.
Bediüzzaman’ın Tiflis’te Rus polis memuruna verdiği cevap o dönem İslamcılarının Müslüman dünyadan beklentilerinin kısa bir özeti gibidir. O sırada İngiliz sömürgesi olan “İslam’ın müstaid bir veledi” dediği Hindistan’ın İngiliz idadi mektebinde, İngiliz işgali altında bulunan ve “İslam’ın zeki bir mahdumu” olarak gördüğü Mısır’ın İngiliz mülkiye mektebinde, “İslam’ın iki bahadır oğullarıdır” şeklinde isimlendirdiği Kafkas ve Türkistan’ın da Rus harbiye mektebinde talim gördüğünü ifade eder. Ona göre buralarda işgal ve sömürge yönetimleri yıkılacak, her biri bir kıtanın başına geçecektir.
İslamcıların önemli bir kısmı Cumhuriyetin ilk yıllarında büyük sıkıntılarla karşılaştılar. Mehmet Akif, Mısır’da sürgün hayatı yaşarken, Mustafa Sabri Yüzellilikler listesinde yer aldı. Bediüzzaman da yurt içinde sürgüne maruz kaldı. İskilipli Atıf Hoca İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp idam edilirken Elmalılı Hamdi aynı mahkemelerde yargılanıp beraat etse de siyasi hayattan tamamen çekildi.
Buna karşılık Adliye Vekilliği görevini üstlenen Seyid Bey, İslamcıların milli egemenlik argümanlarını kullanarak yaptığı konuşmayla hilafetin kaldırılmasının hukuki zeminini oluşturdu. Babanzade, Ferid Kam ve İzmirli İsmail Hakkı da 1933’teki Üniversite Reformu’na kadar Darülfünun’daki görevlerini sürdürdüler.
Cumhuriyet idaresi seküler bir devlet anlayışı benimsese de 1925-1926’da TBMM’de gündeme gelen meal, tefsir ve hadis külliyatı hazırlama görevlerini bir dönemin İslamcılarına vermeyi tercih ederek meal için M. Akif’i, tefsir için Elmalılı Hamdi’yi, hadis külliyatı için de Babanzade Ahmet Naim’i görevlendirdi.
Herhalde en farklı örneklerden birisi de M. Şemsettin Günaltay’ın CHP hükümetinde başbakanlık yapması oldu. Türkiye’nin “ilk İslamcı başbakanı” denebilecek Günaltay’ın başbakanlığında ilkokulların dört ve beşinci sınıflarına isteğe bağlı din dersleri konulması, İlahiyat Fakültesi ve imam hatip kursları açılması ve bazı türbelerin ziyarete geçilmesi gibi gelişmeler yaşanmıştır. Dolayısıyla laik rejim “İslam’la barışma” sürecini de bir İslamcı başbakan vasıtasıyla başlatmıştır.
***
Kaynaklar: İ. Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul, Dergâh, 2014; A. Efe, “Uzun Soluklu Bir Dergi: Sebilürreşad”, Marife, Yıl: 8, S. 2; A. Özcan, “İslamcılık (II. Meşrutiyet), DİA, C. 23.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***