YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye Cumhuriyeti, tüm vatandaşlarını kapsayan herkesin devleti olmayı başaramadı. En büyük başarısızlığıdır bu. Birilerinin devleti olarak kuruldu, birilerinin devleti olarak kaldı, varlığını ötekilerin reddi ve dönüştürülmesi misyonu üzerinden tanımladı. Bütün vatandaşların kendilerini özdeşleştirebilecekleri bir devlet sadece normatif ve etik bakımlardan doğru değildir. Aynı zamanda stratejik bakımdan da gereklidir. Nüfusunun bir bölümü tarafından meşru görülmeyen bir devlet, varoluş sorunu yaşar. Asgari müştereklerde vatandaşlarını birleştiren ve bunu toplum sözleşmesine – anayasasına – yansıtabilen devletlerde süreklilik sorunu, bunu başaramayan devletlere göre çok daha minimal düzeyde olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin dayatmacı, asimilasyoncu, tektipleştirici, etnik nasyonalizme dayalı, antidemokratik ve çağdaş insan hakları gelişimiyle uyumsuz yapısı, varoluşu için ciddi bir tehdit olduğu kadar, vatandaşlarının huzurlu, mutlu ve müreffeh bir yaşam kurmaları önünde en ciddi engeldir.
İyi haber şu: Devlet sittin sene aynı şekilde devam edecek diye bir zorunluluk bulunmuyor. Devletler dönüştürülebilir. Hatta adil olmak adına şunu ifade etmek de zorunludur. Hiçbir devlet ideal değildir. Her devletin geçmişinde sorunlu alanlar mevcut. Önemli olan çözüm bulma yetisinin sürekliliği. Tamir ve restorasyon kabiliyetinin varlığı. Değişmez, statükocu, esnek olmayan, ideolojik devletlerin çözüm bulma yetileri yoktur. Türkiye şu an bu durumda.
Neden böyle bir varoluşsal sorun ortaya çıktı? Niçin Türkiye çözüm bulabilme yetisini yitirdi – ya da bu yeti neden devlete eklemlenemedi? Kanımca bu soruları sormak ve bu sorulara yanıt aramak çok önemlidir. O halde bu araza neden olan bazı faktörleri inceleyelim.
Devletin geçmişine yaklaşım en başta gelen faktörlerden biridir. Yukarıda bahsetmiştim. Burada biraz daha açmak istiyorum. Her devlet geçmişinde hatalar yapar. Dahası, geçmişte yaptıkları o günün koşullarında çok göze batıcı yanlışlar olmasa da, zamanın ruhu değiştikçe tarihte olanlara bakış açısı da değişiyor. Bu nedenle geçmişi yeniden ele almak gerekiyor. Bir örnek vereyim. Mesela ABD’de siyahların maruz kaldığı köleci sistematik, uygulandığı dönemlerde normal kabul ediliyordu. Ancak toplumsal ilerlemenin beraberinde getirdiği değerler dönüşümü gereği, Amerika’daki köleci geçmişe yaklaşım da ister istemez değişmek durumunda kaldı. Daha önce yapılan yanlışları günümüzde savunmamak, yapılan yanlışları itiraf etmek, bu yanlışlardan dolayı özür dilemek, yanlışların mağdurlarının uğradıkları maddi-manevi zararları tazmin etmek, modern devletlerin sıklıkla uyguladığı bir tutum. Fransa’da, Almanya’da, Kanada’da, Avustralya’da ve diğer birçok ileri demokraside de durum aynıdır. Bir örnek vermek gerekirse, bugün hiçbir Alman NAZİ döneminde genişletilen sınırlarla veya Avrupa’nın büyük çoğunluğunun Alman kontrolüne girmesiyle övünmüyor. Bu tür radikal milliyetçi makaleler, kitaplar, siyasi konuşmalar, okul kitaplarında bu yönde bir müfredat falan bulamazsınız.
Gelelim Türkiye’ye. Bunun böyle olmadığını sanırım herkes zaten biliyor. Türkiye ne Osmanlı emperyal dönemiyle, ne de Cumhuriyet dönemiyle hesaplaştı. Osmanlı yayılmacılığı, devşirme, yağma, işgal, Müslüman olmayanlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi gibi konularda Türkiye toplumunda tarihi bir hesaplaşma yapıldığından söz etmek olanaksız. Daha da önemlisi, hala reddedilen Ermeni ve Rum soykırımlarıdır. Cumhuriyet döneminde de tepeden tabana doğru yapılan modernleşme reformlarının neden olduğu sorunlar, tektipleştirici ulus inşası, ırkçı-Türk üstünlükçü aidiyet, bunu sağlamaya yönelik etnik bir resmi tarih yazımı ve bunun okul müfredatları aracılığıyla toplumun endokrine edilmesi için kullanılması gibi sorunlu noktalar bugüne dek asla eleştirilmedi. Dahası reformlar döneminde Sünni dindarlara yapılan baskılar, Kürtlere yönelik Apartheid ve ayrımcılık, sistematik yapılan asimilasyon politikaları, Dersim Katliamı, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül pogromu, Alevilere ve diğer ötekilere yönelik sistematik ayrımcılık, son olarak Gülen Cemaati’ne yönelik yapılan sosyal soykırımsal cadı avı ve takibat gibi konular, tabu alanlardır. Türkiye’de bu tür sorunların halının altına süpürülmesi doğal karşılanıyor. Kabilecilik ve kutuplaşmadan dolayı toplumda mazlumlara ve mağdurlara yönelim ortak bir insani yaklaşım da ortaya çıkmıyor. En önemlisi, Türkiye aydınlarının ideolojik ve dünya görüşsel kamplara ayrılması nedeniyle, bir grubun başına gelen insan hakları sorunları, diğer gruplarca büyük oranda görmezden geliniyor. Bu hem tarihsel mağduriyetlerde, hem de Kürt siyasi hareketi ve Gülen Cemaati gibi halen devam etmekte olan mağduriyetlerde aynıdır.
Bir diğer önemli faktör ulus inşası ve ırkçılık surunudur. Türkiye’de ulus inşası etnik-ırksal aidiyet bağlamında gerçekleştirildi. Çok etnisiteli bir topluma dayatılan bu ırki-etnik elbise haliyle dar geldi. Devlet bir taraftan Türklüğün üst kimlik olduğunu, kendini Türk hissedenlerin Türk sayıldığını söyledi – ki bu da çok sorunludur! – diğer taraftan Türklük konseptini Bulgar Türkleri, Kıbrıs Türkleri, dış Türkler, Orta Asya Türkleri, Balkan Türkleri, Irak Türkleri gibi ırksal aidiyete atıfta bulunan bir bağlamda kullandı. Yani Kürtlere “hepimiz Türküz, çünkü Türklük anayasal bir kimlik” derken, Orta Asya’daki Türkî topluluklarla “soydaşlık” ilişkisi üzerine kültür politikaları inşa etti. Bunlar büyük tutarsızlıklardı.
Oysa siyaset bilimi literatüründe civic kimlik olarak geçen, ortak değerler ve coğrafi aidiyet gibi milliyete göre çok daha objektif ve üzerinde uzlaşmanın kolay olduğu temellerde bir aidiyet inşa etmek daha sağlıklı ve kapsayıcı olacaktır. Elbette bunun ademi merkeziyetçi siyasal bir sistemle desteklenmesi gerekir. Anadolu’da bunun gerçekleşmediği her devlet mimarisi çökmeye mahkûmdur. İronik biçimde etnik-ırksal aidiyet vurgusu, örneğin Kürtler arasında ayrılıkçılığın en başta gelen nedenlerinden biridir. Yani Türkiye bilerek ve isteyerek, büyük bir stratejik körlük içerisinde, kendisinin bölücülük dediği şeyi yapmaktadır. Bu siyasal körlüğün neden olduğu korkunç can kaybını ve ekonomik zararı bir düşünün. Bunun onarılması için civic bir kimliğe ve onun vazgeçilmezi olan ademi merkeziyetçi, federal, demokratik bir hukuk devletine gereksinim vardır.
Türkiye’nin devlet ideolojisi – Kemalizm ve Türk-İslam sentezci milliyetçilik – diğer bir faktördür. Örneğin Atatürk’ün bu ideolojik bağlamda ele alınması ve öğretilmesi, yukarıda değindiğim tarihi zamanın ruhuna göre yorumlama gerekliliğinin sağlanmasına engel oluyor. Demokratik hukuk devletinin ideolojisi olmaz. İdeolojisi olan devletlerin rejimi totalitarizm ve otoriterizmdir. Hukuk devletleri evrensel insan hak ve özgürlükleri üzerine değerler inşa eder, bunları gelecek kuşaklara öğretir ve bu hakların ve özgürlüklerin sonuna kadar garanti edileceği ve uygulanacağı bir ortamı yaratır. Bugün ileri demokrasi olarak görülen devletlerin istisnası olarak tümünde bu tür bir devlet anlayışı var.
Devletin değişmeden demokratikleşmesi mümkün değil. Bu değişimin olabilmesi için değişimin halkın büyük çoğunluğu tarafından talep edilmesi lazım. Bu yazı, bu konuda bir tartışma açmayı hedefliyor. Evet, düzelmeyi hepimiz istiyoruz. Ama düzelmenin kendiliğinden olmayacağını anlamak gerekiyor. Mevcut sosyopolitik yapı, özgürlükçü ve demokratik bir devlete yönelik değişimi meydana getirmez. Bütünsel bir çözüm aranıyorsa, bahsettiğim sorunları ciddiye alan ve mevcut hantal-ceberut devleti reforme etmeyi hedefleyen bir siyasal yönelim gerekecek. Türkiye Cumhuriyeti, eğer tüm vatandaşlarını kapsayan herkesin devleti olmayı başaracaksa, bunun gereği yerine getirilmeli. Türkiye’nin bu en büyük başarısızlığına teşhis ve tedavi getirmeden, özgür, güvenli, huzurlu ve müreffeh bir toplum hedefine ulaşmak mümkün değil.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***