Ömer Seyfettin’in 24 Temmuz 1919 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan “Yüksek Ökçeler” kısa öyküsünü konuşuyorduk. Hızla okunabilecek öykünün linkini yeniden buraya bırakayım.
Ne kadar da baskıcıyım, değil mi? Zorla size bu öyküyü okutmaya çalışıyorum. Hatta belki öykünün linkini vererek, geçen hafta okumuş olanları da yeniden okumaya zorluyorum.
Tabii amacım bunlar değil. Geçen haftaki yazının sonlarında şöyle demiştim:
“Bu öyküde tatmin olmamaya, bozmaya, aramaya layık bir malzeme var. Bunun hakkında dinlemeye, konuşmaya ve çare aramaya değecek. Ve metinlerin sadece ne söylediklerini değil ne yaptıklarını da incelemeye başladığımızda önemli bir adım atmış oluruz. Her söz bir şey yapar. Her sözün ardında bir eylem planı vardır. Yapılanı görebilirsek, söyleneni daha iyi anlar ve değerlendiririz. Agorada buluşmak ve halk olmak için bu belki ilk ama önemli bir adım.”
Burada edebiyattan yola çıkarak önemini vurgulamaya çalıştığım iki nokta var: Birincisi, sadece edebiyatta değil, dilsel ve iletişime dönük olan her şeyden söz ederken metni esas almalıyız. Metin iki cümleden de ibaret olabilir, bin sayfalık bir kitap da. Çünkü bize verilen mesaj orada. Doğru anlamak ve ne dediğini ortaya koymak için gözümüz onun üzerinde olmalı. Metin hakkında konuşabilir, onu istediğimiz gibi sağa sola çekebilir, hatta anlamını bozmaya, çarpıtmaya da girişebiliriz. Fakat öncelikle ne dediğini anlamalı ve mümkün olduğunca çok kişinin üzerinde ortaklaşacağı anlamı ortaya koymalıyız. Metne bakmalıyız.
İkincisi, bu süreçte metni sadece okumayı değil, gerektirdiği kadar yeniden okumayı da göze almalıyız. Okumak sadece ilk sayfadan son sayfaya varmak, “spoiler” ile karşılaşmadan hikâyenin nasıl sonuçlandığını görmek, “demek bu da böyle bitiyormuş, eyvallah, bunu da gördüm elhamdülillah” tatminine ulaşmak demek değildir. Metni daha iyi, eskilerin deyimiyle “künhüne vararak”, eksik gedik, yalan yanlış olmadan anlamak için yeniden okuyabilmeli, bazen zaten yıllar önce gördüğümüz anlamı hâlâ aynı şekilde görüyor muyuz yoksa görüşümüzde değişiklikler, ekleme ve çıkarmalar oldu mu diye kontrol etmek için yeniden okumaktan haz alabilmeliyiz.
Anlamak, anlamlandırmak ve bu anlama dayanarak yorum geliştirmek, yorumlamak ve/veya eleştirmek emek isteyen bir süreçtir ve kıymetlidir. Okuduğunuz bir metin ya da seyrettiğiniz bir film size ait değildir, siz okuyucu ya da seyircisiniz. Ancak o sözlü ya da görsel metni anlama ve yorumlama süreci size aittir. Bu yolculukta yalnızsınız. Bu yolculuğun sonunda farklılaştınız, dönüştünüz. Bu sadece size ait dönüşüm deneyimini kimse sizin elinizden alamaz.
Ne var ki, bu özgün ve özel okuma deneyimi aynı zamanda size bir sorumluluk da yükledi. O metne bağlandınız. Orada gördüklerinizin, çıkardığınız sonuçların, aldığınız tadın ya da deneyimlediğiniz, metne âşık olmaktan ondan nefret etmeye ya da tiksinmeye kadar varan başka duyguların, metni anlamlandırma süreci üzerinden biçtiğiniz değerin kamusal alanda dillendiricisi de olacaksınız. Agorada hem kendinize ait sözleri kurup söylemek hem de bu metin hakkında gerçekleşecek konuşmaya anlamlı katkılarda bulunmak için metinle olan bağlantınıza sık sık geri döneceksiniz.
Geçen hafta yazının sonunda şunu demiştim: “Hatice’yi gelecek hafta başı dönmeye başlayıncaya ve öykümüz serimden düğüme ilerleyinceye kadar rahat bırakalım. Kadının derdi çoğalacak, hiç değilse bir hafta kafasını dinlesin.”
Gerçekten de Hatice’nin, heteroseksüel arzu içeren bir gözle öykü karakterine bakan erkek anlatıcıya göre “güzel, tombul, cıvıl cıvıl bir şey” olan ama 13 yaşındayken 66 yaşında hasta bir erkekle evlenerek 10 yılını ona bakmakla geçirmekten travmatize olup erkeklerden iğrenen bu “hanımcağız”ın bir gün evin içinde giydiği yüksek topuklu ayakkabılardan başı dönmeye başlayınca öykümüz serimden düğüme ilerlemiş oluyordu.
Kısa öykülerde, böyle bir yapı vardır. Öykü; serim, düğüm ve çözüm sırasıyla ilerler. Önce her şeyin dengede olduğu bir giriş vardır. Sonra bir sorun çıkar ve denge bozulur, dolayısıyla düğüme varırız. Bu düğümün şöyle ya da böyle çözüldüğü noktada da çözüm bölümü başlayacak ve öykü bununla sona erecektir. En azından olay anlatısı temelli kısa öykülerde bu yapıyı görürüz. En etkili ve Fransızca yazan ilk temsilcisine göndermeyle “Maupassant tarzı” da denir bu tür öykülere ve Ömer Seyfettin bu tarzın Türkçedeki en etkili yazarlarından biridir.
Bu tür kısa öyküler için biraz daha ayrıntılı bir başka bölümlendirme biçimi de mevcuttur. Buna göre, öyküde her şeyin dengede olduğu bir giriş bölümü vardır. Bu anlamda, Hatice Hanım’ın, evdeki üç hizmetlinin onun temizlik ve namus takıntısına uygun yaşadıklarını düşündüğü kısımlar girişi oluşturur. Hatice Hanım’ın başı döndüğü ve doktor ona topukluları çıkarttırdığı anda denge bozulur. Bu da bir kısa öykü bölümü, öyküde “söylenen”e bakarken görmemiz gereken bir “yapılan” unsurudur.
Denge bozulur bozulmaz kriz de ortaya çıkacaktır. Hizmetliler ne temizdirler ne de namuslu. Çalıyorlardır, çırpıyorlardır! Hatice Hanım’ın “ne oldu bunlara Yarabbim? Bunlara ne oldu, bunlara?” haykırışı krizin en yoğunlaştığı an olacaktır. Nitekim hemen bunun ardından, mutfaktaki müthiş sahneyle karşılaşacak ve burada gerçekleri öğrenecektir. Sayesinde bizim de her şeyi anlayacağımız, “aydınlanma” ya da İngilizcedeki deyişle “epiphany” yaşayacağımız kısa öykü bölümüne “zirve, climax” diyoruz.
“Yüksek Ökçeler”in zirve bölümünde hizmetlilerin sadece çalıp çırparak değil, aynı zamanda erotik göndermeler üzerinden cinsel açıdan da namussuz, ahlaksız olduklarını sezeriz. Hatice’nin travmasından kaynaklanan cinselliği bastırma, hanesine “erkek kedi bile sokmamak” biçimindeki cinsellikten uzak olma çırpınışı, bir anda anlarız ki, zaten hiç var olmamış, aşçı Mehmet ve diğer iki kadın hizmetçi arasında ilerleyen bir kösnüllük, şehevilik evin her tarafını kaplamıştır.
Tüm bu gizli düzenin Hatice’nin yüksek topuklu ayakkabılarının tıkırtıları sayesinde yürüdüğünü anladığımızda zirveye varır ve Hatice’nin üç hizmetliyi de evden kovmasıyla rahatlarız. Ne var ki, kısa öyküler, burada da olduğu gibi, zirvenin ardından da birkaç satır daha devam ederler. Buna “zirve sonrası” ya da “anti-climax” deriz ve metnin bütünsel anlamı açısından bu bölümler çok önemlidir. Nitekim “Yüksek Ökçeler”deki zirve sonrasında, Hatice Hanım’ın iki sene boyunca işe kimi aldıysa benzer sorunlarla karşılaştığını görürüz. “Hepsi arsız, yüzsüz, namussuz” çıkmaktadır. Hatice Hanım da ne yapsın, “hizmetçilerinin arsızlıklarını, uğursuzluklarını, namussuzluklarını” görmemek için yeniden yüksek topuklu ayakkabılar giymeye başlar ve böylece hiç değilse başına gelenleri görmemiş olarak kendini kandırmış olur.
Bu zirve sonrası bölümünde benim dikkatimi çeken bir şey var. Hemen yukarıdaki paragrafta da tırnak içine alarak vurguladığım üzere ilk üç hizmetli ve ondan sonra iki yıl boyunca gelen tüm diğerlerine hırsız, yüzsüz, uğursuz, namussuz deniyor. Bunu kim diyor? Yazar mı? Anlatı tekniği açısından buna yazar değil, anlatıcı dememiz gerektiğini söylemiştim. Zaten Ömer Seyfettin gibi bir milliyetçinin, Ziya Gökalp kaynaklı Türkçülüğün edebi destekçisinin halka, çalışan sınıfa böyle baktığını söylemek iddialı olurdu. Sen hem Türk milletinin üstünlük ve önceliğini savunan bir ideolojinin savunucusu ol, hem de (Eleni gibi gayrimüslim çalışanlar hariç) emekçi sınıfına toptan bu şekilde yüklen. Olacak iş değil!
Tabii edebiyat tarihi kaynaklarına baktığımız zaman, bir yandan Ömer Seyfettin’in kültürel ve toplumsal formasyon açısından bir küçük burjuva olduğunu, öte yandan da Diyojen’i andırır biçimde keskin ve sinik bir mizah anlayışına sahip olduğunu görürüz. Dolayısıyla millettaşlarını da pek kollayacak, huyuna suyuna gidecek bir yazar değildir. Burada söz konusu olan hizmetlileri gerçekten böyle görüyor da olabilir. Fakat burada bu sonuca varmak geçerli olmayacak.
Çalışanlara bu sıfatları uygun gören Hatice Hanım’ın ta kendisi ve onun zihnine girebilen anlatıcı bize bunu gösteriveriyor. Fakat buradaki asıl vurgu bu nitelemelerin doğruluğu ya da yanlışlığına da değil. Burada Hatice Hanım’ın, işin iç yüzünü anladığı halde, bir çözüm üretemediği için kendini aldatmaya razı olması önemli. Karakterin çaresizce ve sinik razı oluşu, bize asıl sorunu işaret etmiş oluyor: Toplumsal cinsiyet rollerindeki bozukluk.
Öykünün anlatıcısı üzerinden bize yansıyan anlamı ve dolayısıyla yazarın mesajını konuşabiliriz artık: Eğer bu hanımcağız 13 yaşında bir çocuk olarak çok yaşlı bir erkekle evlendirilip travmatize edilmesiydi, uygun yaşa geldiğinde kendine denk ve onu koruyup kollayacak, dünyaya çocuk getirmesini sağlayacak bir erkekle evlenseydi, ortada bir sorun kalmayacaktı. Hatice’nin güçlü kuvvetli ve toplumdaki konumunu gerektiği gibi dolduran bir erkeği olsaydı, hizmetlilerin hırsızlık ve şehevilik yönündeki düzen bozuculuklarına kanun veya gerekirse zor yoluyla engel olabilirdi. Bunlar bir erkeğin çözebileceği sorunlar. Dolayısıyla bir kadın ekonomik güce sahip olsa bile, onu destekleyecek bir erkekle birlikte olmadığı zaman toplumsal dengeyi bozacaktır. Öykümüze göre, sorun Hatice Hanım’dır. Gerçek toplumsal rolü ve işlevinden uzak düşen bu zavallı kadın, istese de istemese de bir düzen bozucudur.
Küçücük ve şaka gibi bir metinle doğru toplumsal düzene davet edilmiş oluruz. Fransız Devrimi sonrası tüm dünyayı kasıp kavuran milliyetçilik ideolojileri ve onlar üzerinden gerçekleşen ulus-devlet oluşumlarının temel meselelerinden biri nüfus, daha doğrusu nüfus artışı olacaktır. Büyük ve güçlü ordular, daha fazla işgücü ve daha fazla vergi veren için nüfus sağlıklı biçimde artmalıdır. Bunun olması için yaşları birbirlerine denk genç çiftlerin aile kurmaları ve mümkün olduğunca erken zamanda, çok sayıda çocuk yapmaları beklenecektir. Böyle bir toplumsal yapı için, normu bozan Hatice Hanım gibi bir örnek bile kötü ve tehlikeli bir örnektir. Hatice Hanım üzerinden, ekonomik açıdan erkeğe bağımlı olmayan kadınlara anormal, “vardır bir sorunu,” “olur mu öyle şey canım” biçiminde bakmaya başlarız.
Hatice Hanım anormal ise, norm ataerkillik olmalıdır. Bu öyküde bize sunulan üçüncü bir seçenek yoktur. “O da şöyle yapsaydı” denebilecek bir ara yol önümüze koyulmaz. Hatice Hanım ya istismar edilecektir ya da travmatize edilmiş olmasaydı doğru rolle yer alacağı ataerkil düzende bu tür sorunların çözümünü “eşine, beyine, erkeğine,” velhasılı kelam efendisine devredecektir. Tabi olmayan, biat etmeyen kadın zelil olur. Bize ulaştırılan ve tüm metne hâkim olan bütüncül mesaj budur.
Bu anlamı gördüğümüzde, bunun doğadan değil kültürden kaynaklanan bir ideolojik yorum, güç ilişkileri ve tahakküme dayanan bir varsayımlar silsilesi olduğunu da görebiliriz. Kendini hakikat olarak sunan ve bunun üzerinden dünya nüfusunun geri kalan yarısını sömüren, kendine ram eden, ezen bir hakikatimsiden, adıyla sanıyla ataerki ya da patriyarkadan söz ediyoruz. Bunu görebildiğimizde neyin nasıl çarpıtıldığını ve bize dayatılan çerçeveleri nasıl kırabileceğimizi görmeye, konuşmaya başlayabiliriz. Genel olarak edebiyat ve özelde bu kısacık öykü bunun iyi bir örneğidir.
Yoksa bize okullarda gerçek anlamda edebiyatı okumayı, anlamlandırmayı, yorumlamayı bu yüzden mi öğretmiyorlar? Normun, düzenin ne kadar entipüften ve ne kadar katakullici, ne kadar uydurukçu ve yanıltıcı olduğunu daha kolay fark ederiz diye mi? Fark edersek tatmin olmadan, bozarak ve arayarak dinleyip konuşabileceğimiz güzelce bozma yollarında dertlerimize çare aramaya başlarız diye mi? Sahi, neden?
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***