Altıncı yılı geçti ama hâlâ her şey karanlık. Arkasında hangi güçler var, organizasyon şeması ne, kim içindeydi kim dışında, gerçekten darbe miydi, yoksa tiyatro mu? Sorular hep ortada, cevaplar hiçbir yere götürmüyor. Tiyatro diyenler, iktidardan başka hiçbir yerden hiçbir kötülük gelmeyeceği inancı ve iktidarın olan biteni aydınlatma konusundaki isteksizliğini harmanlayıp konuşuyor. Rasyonel argümanlardan çok inanç ve duyguya dayalı demagojik nutuklar çıkıyor böylece ancak ortaya ağırlıklı olarak.
İktidar için aydınlatılması gereken bir şey yok, “FETÖ’cüler” kalkıştı, millet cezasını kesti; böylece “FETÖ” temizlendi, arada iktidarımıza uygun olmayan kim ve ne varsa, kişi kurum, hepsini temizledik, Allah’ın lütfu işte. Yeni rejimi de fırsattan istifade kurduk gitti.
KARANLIK BÖLGE
Gerçekten ve sadece Gülen kliğine bağlı güçler tek başlarına harekete geçmiş olsa biz bugün kimin yaptığına, hiyerarşinin ne olduğuna, hangi kişi ve unsurların içinde, hangilerinin dışında olduğuna dair gayet doyurucu bilgileri iktidardan alırdık. Çünkü halka ateş edecek kadar alçalmış resmi güçlerin içini dışını herkese göstermek iktidarın elini gayet güçlendirirdi. Tiyatro diyenleri haklı çıkaracak görünür hiçbir sebep yok ama iktidarın bu aydınlatma isteksizliğini yaratan şeyin, kendi işine yarayan geniş ve derin bir karanlık bölgenin varlığı olduğu da pek tartışma götürmez.
Esasen, o gece neler olduğundan çok o geceden sonra olanların anlamına odaklanmak, o geceyi açıklamada işe yarayacak perspektifler sağlayabilir. Üstelik bu perspektifler o geceden önce olan biteni anlama ve hatta darbe mekaniğini iyi kavrama konusunda da yardım sağlayabilir. Hatta şunu da iddia edebilirim: O geceyi durmadan konuşmak, olan bitendeki tuhaflıklardan sürekli teoriler çıkarmak, işi aydınlatmaktan çok iktidarın o geceden sonra girdiği yolda daha rahat ilerlemesini sağlayan sakıncalar içeriyor. Çünkü iktidar peşinde olduğu devlet ve toplum düzenlemelerini sağlayabilmek için o geceyi iki biçimde araçsallaştırdı: Birincisi, iyi bilindiği gibi KHK’ler ve sair yasal-idari düzenleme ve eylemlerle hukuku tamamen tersine çevirerek yeni rejim inşasına girişti. İkincisi de 15 Temmuz’u bir tür kuruluş anlatısına çevirerek yeni rejim inşası için gerekli ideolojik söylemsel meşruiyet kaynağına çevirdi, çevirmeye devam ediyor.
‘KAHRAMANLIK’ VE ‘İHANET’ NUTUKLARINDAN KURTULMAK
Hasılı kelam, iktidarın, “FETÖ’cülerin küresel ve yerel işbirlikçileriyle giriştiği kanlı kalkışma” söylemine karşılık, her şeyin tiyatro olduğu ya da kontrollü darbe olduğu fikrine yaslanan her türlü tartışma, iktidarın çıkarına olacaktır. Çünkü “kahramanlık destanı” söyleminin yerleşebilmesi için gerekli unsurlardan biri, bütün olan bitenin bir “ihanet senaryosu olduğu” söylemidir. İhanet, tiyatro, kontrollü darbe söylemlerini desteklemek için somut delil ya da güçlü argüman bulunamayacakken, o kanlı gecede ortaya çıkan güçlerin yol açtığı dehşet, katledilen kişiler, darbenin “başarılı” olma ihtimalinde olup biteceklere dair endişelerle birleşince, “kahramanlık” söylemi ihanet, tiyatro vb söylemlere karşı her zaman galebe çalmaya daha yakın olur. İktidarın olan biteni aydınlatma talebine karşı bütün kapıları kapatması, sadece ortaya çıkacaklardan korkusundan değil, bu kolaylıktan da kaynaklanıyor. “Kahramanlık” ve “alçaklık” nutuk yarışı, ne bir şeyi aydınlatır, ne de olan biteni kısmen bile olsa anlama konusunda yarar sağlar.
PARLAMENTOYU SIFIRLAMA İHTİYACI
Şimdi, darbeden sonra olan bitenlere dair bazı gözlemlerden sonra darbeden önceki gelişmelere bir bakacağım, ardından tekrar günümüze gelmeye çalışacağım.
Öncelikle ve en kestirme biçimde ilk söylenecek şey şu:
İktidar, darbeden sonra kamudan insan atma, kurumları kapatma, yeni kurumlar icat etme histerisi içinde hareket ederken, bana göre en önemli değişiklik olarak parlamentoyu sıfırladı.
Elbette parlamentoyu değersizleştirme, güçler ayrılığı mekanizmasından kurtulma, yasama ve yargıyı yürütme lehine baskılama çabası darbeden önce de açık biçimde devam ediyordu. Başkanlık sistemi arzusu da hiç sır değildi, hatta işte 7 Haziran’da güçlü biçimde ve 1 Kasım’da mutlak olarak seçimleri “başkanlık referandumu” karakterine sokabilmek için elinden geleni yaptı. Fakat o iki seçimdeki “başkanlık sistemi” tartışmalarına baktığımızda, “sıfır parlamento” türü bir hayal söz konusu değildi. Ne var ki darbe, tam da bu imkânı verdi: Yeni kurulan rejimde parlamento iyi kötü demokratik fikirler içeren bir başkanlık sistemindeki değil, başkanlık adı altında gördüğümüz diktatoryal, oligarşik, yer yer mutlak monarşileri andıran yapılardaki parlamentolardan da daha zayıf bir konuma itildi. Zaten bugün “altılı muhalefet” adıyla da anılan Millet İttifakı’nın “güçlü parlamenter sistem” söylemi (söylem dedim çünkü “fikir” sayılacak pek bir şey yok ortalıkta) etrafında buluşması, bu dönüşüme cevap niteliğini taşıyor.
KRİTİK NOKTA: HDP’NİN BARAJI YIKMASI
Peki parlamenter sistemin bu kadar geriye itilmesinin nedeni ne? Erdoğan ve Bahçeli’nin diktatoryal heves ve hayalleri mi buna yol açtı? İki adamın içindeki ve ideolojilerindeki kötülük mü buna yol açan? Bu soru bizi aslında 7 Haziran’a götürüyor: HDP kurulup seçime bağımsız adaylarla değil parti olarak gireceğini ilk açıkladığında Erdoğan muhaliflerinin tamamının ve belki de Erdoğan’ı destekleyenlerin inandığı gibi barajın altında kalmadı, parlamentonun üçüncü büyük partisi olma başarısını gösterdi.
Türkiye’de parlamenter sistemin kendi tarihi içindeki başarı ve başarısızlıkları tartışılacakken, soyut demokratik referansların yanı sıra somut bir meseleye yakından bakmak gerekir: Kürt meselesi. Esasen parlamento, Kürtleri siyasal karar ve idari uygulama süreçlerinden uzak tutma fikriyle birlikte iş gördü daima. Kürtler yerel seçimlerle, çoğunlukta oldukları bölgelerde ve genel seçimlerle de bağımsız aday yöntemiyle parlamentonun ve idari yapının bu hedefini aşındırmayı başardı. Yerel seçim başarısı zamanla hayli güçlü hale gelirken, buna parlamentoda güçlü biçimde var olma başarısı eklendi. Bu da “parlamenter sistem”in artık Kürtleri eşit yurttaşlar olarak egemenlikte pay sahibi olmaktan alıkoyamayacak hale geldiğinin kanıtı oldu.
DARBE MEKANİĞİNİN İŞLEDİĞİ NOKTA
Eski rejimin önünde basitçe iki yol kalmış oldu: Ya demokratik mülahazalarla bu yeni gerçekliğe uyum sağlayacak şekilde hareket etmek ya da bu paylaşıma razı gelmeyerek her şeyi yeni baştan düzenlemek. Darbe mekaniğinin çalışmaya başladığı nokta esasen burasıdır. Darbeyi yapan güçlerin “bildiri”sindeki “Kemalist” atıfların bolluğu, insan hakları söyleminden vurgulu alıntılar ve hukuk devleti terminolojisine dayalı laf kalabalıklarının içinde gizlenemeyecek bir yön daha yer alıyor: İktidarı (yani hedef aldıkları Erdoğan’ı) terörle mücadele etmemekle suçlamak. İlgili cümle şöyle: “Siyasi idarenin aldığı hatalı kararlarla mücadeleden geri durduğu terör tırmanarak birçok masum vatandaşımızın ve teröristle mücadele eden güvenlik görevlilerimizin hayatına mal olmuştur.” Başta çözüm süreci olmak üzere çok açık bir suçlama bu. Darbenin amaçlarından biri de buradan çıkıyor doğal olarak: “…terörizm ve terörün her türlüsü ile etkin mücadele yolunu açmak,”
İKİ CEPHENİN ORTAK NOKTASI
Özetle darbeciler, “parlamenter sistem”in demokratik bir momentinin yol açtığı HDP’nin 7 Haziran başarısını darbe sebepleri arasında tutuyor, isim cisim zikretmeseler de. Erdoğan (ve Bahçeli’nin) darbeden sonra parlamentoyu sıfırlaması da esasen aynı fikre dayanıyor. Peki biri diğerine düşman bu iki gücün aynı noktada buluşmasının anlamı ne? Darbe yoktu tiyatro vardı mı diyeceğiz buna bakarak? Aslında burada verilecek cevap, “darbe mekaniği”ni daha iyi anlamamıza yol açabilir. Hatta 15 Temmuz günü ve gecesine dair bazı tezler de ileri sürmemizi sağlayabilir. Parlamenter sistem artık Kürtleri egemenlik ortaklığı talebinden uzaklaştıramıyorsa, o sistemi tasfiye için harekete geçen darbecilerin, darbe yaptıkları iktidarı “terörle mücadele etmemek”le, aksine mücadeleye zarar veren “hatalı karar”larla yani “çözüm süreçleriyle” suçlaması anlaşılır.
Üstelik, eski üç darbenin bu meseleye bakışını da hatırlarsak durum daha da kolay kavranır hale gelir: 27 Mayısçılar, hazırladıkları “demokratik” ifade, norm ve kurumlarla tıka basa dolu Anayasa’ya rağmen, “Kürtlere” hak gördükleri hukuksuz saldırılara hiç ara vermedi: Çıkardıkları aflara Kürtleri dahil etmedi mesela. Keza 12 Martçılar da DDKD ve DDKO davalarıyla Kürtleri dışlamaya dair ana politikayı kesintisiz biçimde sürdürdü. 12 Eylülcüler hem Diyarbakır cezaevinde somutlaşan uygulamalarıyla hem de kurdukları nizamla bu hedefi garantiye alacak şekilde hareket etti; Kenan Evren ve arkadaşlarının kurduğu bu nizam, Dersim’den kitleler halinde insanları sürgün etmeyi kanunlaştırmaya yönelecek kadar ileri bile gitti.
DARBECİLİK TARİHİNDEKİ CUNTA BOLLUĞU
Şimdi bu mini darbe tarihinden bir gözlemi daha aktararak devam edelim: 27 Mayıs ile başlayan darbe serilerinde, hem başarılı olanlar hem de başarısız (Talat Aydemir, 9 Mart filan) olanlara dair bilgilerimiz ve darbelerden sonra ortaya çıkan bilgiler, ordu içinde ve elbette yargı başta diğer yüksek bürokrasiler içinde az sayıda olmayacak kadar kişi ve grupların sürekli darbe hazırlığı içinde olduğunu ya da darbe yapacaklarla işbirliğine hazır olduğunu öğrendik. Bu durum 12 Eylül sonrası hem 28 Şubat ve 17 Nisan (e-muhtıra) süreçleriyle hem de genelkurmaydaki atamalar ve Gülen cemaatinin askeriyeye sızmasına ilişkin tartışmalar ekseninde sürekli kendisini gösterdi. Cumhuriyet mitingleri gibi bazı sivil mitinglerin etkinlikleri çerçevesindeki tartışmalar iktidar ve muhalefet çevrelerinin bu gerçeklikten neredeyse hiç kuşkuları olmadığını ortaya koyuyordu.
Bu veriler ışığında darbe gecesine gelirsek: Belki gerçekten sadece bir güç harekete geçti, belki birden fazla güç harekete geçti. Belki “tek güç” olarak harekete geçenler yol yürürken birbirinden ayrıldı ya da harekete geçen birden fazla güç arasında bir dizi yer değiştirme yaşandı. Harekete geçenler “başarısız” olurken, bastırma başarısı da o gece kurulan, dağılan, yeniden kurulan ittifaklar çerçevesinde gerçekleşti.
DARBEYİ BASTIR, AMAÇLARINI AMAÇLARIN YAP
İktidarın o geceyi aydınlatma gönülsüzlüğünün altında yatan bu durumlardan biridir. Fakat iktidarın darbe bastırıldıktan sonra sanki bastırılmamış da kendisi tarafından başarılmış gibi hareket etmesinin altında da bu gerçeklik yatar: Darbecilerin de bastıranların da temel ittifakı, Kürtleri hegemonya paylaşım taleplerinden uzak tutmak.
Böylece Erdoğan, vekili olduğu neoliberal politikaların selameti açısından da gerekli olan otoriter-totaliter yapılanmayı güçlendirme mecburiyeti için araçsallaştıracağı yeni fırsatı da yakalamış oldu. Bu aynı zamanda darbe öncesinde başlamış olsa bile darbeden sonra son şeklini alan iktidar blokunun özelliklerini de açıklar. Erdoğan-Bahçeli arasında oluşturulan aşırı sağ dinci-ırkçı koalisyon, en geç o gece itibarıyla bir de cumhuriyet bürokrasisindeki güçlerin katılımıyla tahkim edildi.
Bu noktadan sonra, parlamenter sistem meselesine tekrar döneceğim; özellikle altılı masanın güçlendirilmiş parlamenter sistem vurgusu ve Kürt meselesindeki tutumlarını öne çıkarmaya çalışarak. Ama bugün için fazla uzadı, pek yakında.
NOTLAR
- NEOLİBERALİZMİN MUHTAÇ OLDUĞU OHAL
Yanlış anlaşılmaya öncelikle belirtmeliyim: Darbe girişimi de bastırma ittifakı da sadece Kürt meselesiyle bağlantılıdır demiyorum. Neoliberal politikaların yürürlükte olduğu her yer, hem uygulanabilmek için hem de uygulama devamlılığını güvenceye almak için zaten otoriter-totaliter yani faşizan yönetimlere ihtiyaç duyuyor. Darbe sonrasında, tıpkı 12 Eylül sonrasında olduğu gibi, sınıfsal örgütlenme, eylemlilik ve fikirlere karşı alınan sert tutum bunun kanıtı. Bu yazı özellikle Kürt meselesi, parlamenter sistem ve darbe arasındaki bağlara eğildiği için işin ekonomik ya da “sınıfsal” boyutu ancak böyle bir değinme ile sınırlı kaldı. Darbeden sonra oluşturulup kalıcılaştırılan olağan üstü hal koşulları ve devletin zabıta güçlerinin hareket tarzları düşünüldüğünde, işin ekonomi-politik ve sınıfsal yönüne çok daha fazla eğilme gereği kendisini gösteriyor zaten.
- DARBENİN DİLİ, DARBECİLERİN DİLİ
Daha önce “başarılmış” üç darbeden sonra yayınlanan bildirilerin dilini, üslubunu ve içeriklerindeki baskın öğeleri karşılaştırdığımızda bile bir hayli sonuca ulaşmak mümkün aslında. Bunu darbeden hemen sonra yapmaya çalışmış ve 17 Mayıs bildirisindeki “NATO’ya inanıyoruz, CENTO’ya bağlıyız” sözünü başlık olarak kullanmıştım.
Bugünkü yazı bir anlamıyla o analizin bir devamı sayılabilir.
15 Temmuz bildirisi de tıpkı önceki darbe bildirilerinde olduğu gibi “demokrasinin önündeki engelleri kaldırma” ironisini taşıyordu. Bildiri “üniter devlet” vurgusu, Erdoğan’ın ve hükümetlerinin “teröre karşı” hatalı tutumlarına ilişkin vurguyla, yani Kürt meselesiyle bağlanıyor esasen. Üç bildiriyi birbirine bağlayan “NATO inancı”nı bir kenara alırsak, 15 Temmuz insan hakları söylemi ve hukuk devleti vurgularıyla da dikkat çekiyordu fakat bu vurgu, insan hakları ve hukuk devleti mücadelesi yürüten toplumsal kesimlerin değil, küresel askeri operasyonlara meşruiyet sağlamaya çalışan ABD ve NATO yetkililerinin vurguları niteliğindeydi. Seçilmiş hükümeti devirmek ve Kürtleri daha fena dövmek için çalışmaya başlamış aygıtın getireceği demokrasiden, sağlayacağı insan haklarından ve kuracağı hukuk devletinden kime ne hayır gelebilirdi ki?
- KURGU İHTİMALİ HİÇ Mİ YOK?
O gecenin tamamen bir kurgu ya da kontrollü darbe yahut da sonradan kontrole alınmış bir darbe girişimi olduğu tezlerinden uzak durmaya çalışıyor olmam, bu ihtimallerin tamamen olasılık dışında gördüğüm anlamına gelmiyor elbette. Yarın öbür gün iktidar değiştiğinde bu tezlerin gerçekliğini gösterecek deliller çıkarsa şaşırmam. “Osmanlı’da oyun çoktur” lafı boşuna söylenmedi. Ne var ki her durumda girişimden önce olanlarla bastırıldıktan sonra olanlara bakmak, tiyatroysa bile niye ihtiyaç duyulduğunu anlamak için daha işlevsel olacaktır. Kişisel kanaatimi söyleyebilirim yine de: Bana göre tiyatro ya da kurgu değil, cuntacı geleneklere de yaslanan birden fazla güç harekete geçti, harekat süresi içinde ittifaklar dağıldı ve yeniden şekillendi. İktidarın işi aydınlatma isteksizliğinin nedenlerinden biri de bu yer değiştirmelerde rol alan kişilerin yargılanması gereğinden kaçınabilmek. Darbe yargılamaları bu nedenle gerçek faillere ulaşmaya çalışarak işi aydınlatmadan çok kamuoyunu tatmin etmeye yönelik kurban zanlılar seçmek oldu. Askeri öğrenciler, düşük rütbeliler ya da sıradan erler gibi neler olup bittiğini hiç anlamadan kendilerini mahkeme karşısında bulanlar bu tutumun kurbanları oldu.
- NİYE 15 TEMMUZ ANMALARI/KUTLAMALARI İLGİ ÇEKMİYOR?
İktidar, olanca abanmalarına rağmen, 15 Temmuz’u bırakın “kurucu anlatı”ya çevirmeyi, bir “kuruluş anlatısı”na bile çeviremedi. Bunun altındaki en önemli nedenlerden biri darbe gecesi olan biteni aydınlatma isteksizliği. İnandırıcı delil ve argüman azlığının yol açtığı sorunlar her zaman hamaset ve öfke belagatıyla giderilemiyor. Fakat daha önemlisi, aslında darbe girişiminden önce başlayan ve bastırmadan sonra yeni rejimin inşasına eşlik eden, aydan aya etkisini hissettiren ekonomik yıkım. Son iki yıl içinde değişik sektör çalışanlarının ortaya koyduğu mücadelelere giderek artan ilgiyi de dikkate alırsak, genişleyen ve derinleşen yoksullaşmayı üreten politikalardan iktidarın sorumlu olduğu fikrinin güçlendiğini söylemek abartı olmaz. Zaten yeni rejimi oluşturan blokun katılımcılarını bağlayan bir nokta Kürt meselesi ise, bir nokta da sınıfsal meseledir. TÜSAD dahil patron kulüplerinin, ekonomi politikalarından doğrudan çıkar elde eden kesimlerin, kamu ve özel sektör yönetici bürokratlarının yeni rejime aşkları hamaset ve ihanet retoriklerine kapılmaktan değil, konforlarını sürdürecek politikalara bağlılıktan kaynaklanıyor. Bu da darbe gecesi bir tiyatro olmasa bile yıldönümlerinin en fazla bir müsamere düzeyinde kalmasına yol açıyor. Günden güne yoksullaşanların ilgisini çekmek için ak tolgalı figürleri sahneye koymak pek işe yaramıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***