KENT YAZILARI | ALPER ENDER FIRAT
Varna’da deniz kıyısında oturmuş, önümde uzanan uçsuz bucaksız Karadeniz’i izliyorum. Karadeniz bilindik hırçınlığının aksine çarşaf gibi. Sakin, dingin, asude…
Uzaktan geçen ya da limana demir atmış gemileri izliyorum. Kulağımda o şarkı:
Bir vapur geçer Varna önünden… Oy Karadeniz’in gümüş telleri… Bir vapur geçer Boğaz’a doğru… Nazım usulcacık okşar vapuru… Yanar elleri… Yanar elleri… Yanar elleri…
İnsan bir şehre pek çok sebep için gidebilir, ziyarete bin gerekçe bulabilir ama bu şehre, sırf o şarkıyı burada dinlemek için geldim. İşte tam bunu hayal ediyordum. Böyle bir banka oturup Karadeniz’i seyredecek ve karşıdan geçen vapurlara doğru bu şarkıyı dinleyecektim.
1990 yılının bir sonbahar gününde Bornova sokaklarında dolanırken ve walkman’den aynı şarkıyı dinlerken, “İnşallah bir gün gidip Varna’da da dinlemek nasip olur” diye içimden geçirdiğimi öyle net hatırlıyorum ki…
Yıl 2015 aradan tam 25 yıl geçmiş ve ben Varna’da denize bakan bir bankın üzerine oturmuş hem dinliyor, hem mırıldanıyorum:
Bir vapur geçer Varna önünden boğaza doğru… Nazım usulcacık okşar vapuru… Yanar elleri, yanar elleri… Bir memleket özlemi ancak bu kadar derin anlatılırdı.
Oysa ben her zaman memlekete hasret kalmaktan kendimi çok uzak hissederdim ve başıma hiçbir zaman gelmeyeceğine inanırdım. Buna maruz kalanlar için çok ama çok acı bir şey olmalı diye düşünürdüm. Memlekete hasret kalmak, sürgünde yaşamak zorunda bırakılmak, aşina sokaklarında dolaşamamak, her gün önünden geçtiğin ağaçlarına selam verememek. Tüm kokularına yabancı kalmak. Aman Allah’ım düşüncesi bile ne korkunçtu.
Yıl 2015’ti hırsız bir güruhun bütün devlet imkanlarıyla üzerimize hücum ettiği bir zamanda yaşıyorduk. Varna sahilinde oturmuş dinlediğim şarkının da tesiriyle “Bir gün ben de sürgünde yaşamak zorunda kalır mıyım?” diye düşünmeden edemiyordum ve bu beni ürpertiyordu.
Yıllarca kulağımdan, dilimden düşmeyen şarkıyı ilk defa bu kadar içselleştirerek dinlediğimi hatırlıyorum ama hâlâ memlekete hasret kalmayı kendime yakıştıramıyordum.
Varna önünden gemilerin gittiği o Boğaz’ın da içinde olduğu yer, benim memleketimdi. Orası bana babamdan, dedemden, dedemin babasından, dedemin dedesinden ve onun da babasından kalan nesiller boyu yaşadığımız benim de çocuklarıma, torunlarıma burası dedemden kalan topraklar dediğim ve diyeceğim yerdi. Gidecek birileri varsa onlar, yani hırsızlar, memleketi soyup soğana çevirenler olmalıydı.
Düşünsenize, Boğaz’a giden gemileri okşamak bile Nazım’ın ellerini yakıyordu. Ben orada Nazım Hikmet’in atalarından çok daha eski bir tarihten beri yaşıyordum. Nazım’ın ellerini yakan hasretlik bize ne yapmazdı.
Ama insan kaderinden kaçamıyor. O kader bizi de buldu ve tam altı yıldır sürgündeyiz. Haramiler ülkemi işgal etti ve bize sürgün düştü. Çocukluktan beri düşünüp düşünüp ürperdiğim şey on binlerce insan gibi benim de başıma geldi.
Şimdi memleketimin dağlarına kar yağıyor gidemiyorum. Ovaları, yaylaları rengarenk çiçek açıyor göremiyorum. Erguvana, gelinciklere, kayısı çiçeklerine, kengere dokunamıyorum. Sarı yapraklar arasında güzün hüznünü yaşayamıyorum.
Sürgünde hapis olmak böyle bir şey olmalı. Elbette şikayet etmiyorum sadece ülkemin, haramilerin işgalinden kurtulacağı günü dört gözle bekliyorum.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***