Recep İvediklerle simgeleşen, magandalığın yüceltilmesinin, şehirli kültürün aşağılanmasının Erdoğan otokrasisini nasıl beslediği belki bugün tam anlaşılmasa da tarihçilerin meseleye böyle yaklaşacağından pek kuşku yoktur. Türkiye tarihinde en fazla seyredilen 20 sinema filminin beşi Recep İvedik serilerinden oluşuyor. İlk Recep İvedik filminin 2008’de, Erdoğan’ın ilk kez askeri vesayeti gerileterek iktidarı tam anlamıyla ele geçirmeye başladığı dönemde gösterime girerek rekor sayıda seyirci çekmesini de tarihçiler tesadüf olarak görmeyecektir.
Medenilik ile demokrasi arasında yakın bir bağ vardır, ilkinin tahrip edildiği bir vasatta ikincisi yaşayamaz. Antik Grek dünyasında “yurttaşlık” bir kavram olarak ortaya çıkışından itibaren halkın artık reaya olmadığı anlamına geldiği kadar bir şehir yaşamının parçası olması anlamına da gelirdi. Her Grek ve Romalının zihninin derinliklerinde, Aristo’nun şu şekilde ifade ettiği kati bir kanaat vardı: İnsanı barbarlık seviyesinden yükselten, onun barbarda potansiyel halinde bulunan yüksek melekeleri geliştirerek fiiliyata dökmesini, alelade yaşamak yerine iyi bir hayat sürmesini sağlayan husus bir şehrin parçası olmasıdır. Aristo genellikle “İnsan doğası gereği politik bir hayvandır” şeklinde çevrilen sözünde asıl “insanın doğal olarak poliste yaşayan bir canlı” olduğundan bahseder. Yani insanoğlu tek başına yaşayamamakta, beşeri ihtiyaçları hayatını başkalarıyla birlikte geçirmesini zorunlu kılmaktadır. Bu münasebetleri düzenlemek için hukuk gerekir. İnsanoğlunu hayvanların en tehlikeli ve kötüsü derekesine düşmekten kurtaran adalet ise sadece şehir-devletinde tesis edilebilir. Grek eserlerine atıfta bulunan ilk Müslüman âlimler, “polis” karşılığı olarak “medine” terimini kullanırlar. Bu nedenle Aristo’nun sözünü, insan türünü diğer hayvanlardan ayıran asli tarafı vurgulayan manasını daha iyi veren “İnsan tabiatı itibariyle medenidir” şeklinde tercüme ederler.
Kelime daha çıkış noktasında sadece bir topluluğa üyeliği değil, o topluluğa katkıda bulunmak için alınması gereken sorumlulukları vurgulamak suretiyle dinamik bir anlama sahiptir. Yani vatandaşlık “bahşedilen” değil “hak edilen” bir payedir. Atina’nın ünlü lideri Perikles şöyle der: “Burada her şahıs sadece kendi değil, devletin işleriyle de ilgilidir. Çoğunlukla kendi işleriyle meşgul olanlar bile genel siyasete ilişkin oldukça iyi bilgi sahibidir. Bu bize özgüdür. Biz ‘siyasete ilgi duymayan adam kendi işine bakan adamdır’ demeyiz; aksine ‘o adamın burada işi yok’ deriz.” Siyasetle uğraşmak, ahlaki bir yükümlülüktür ve vatandaşın değerini ortaya koyar.
Grek şehir-devletlerinin bazılarında iktidarı gasp edip icranın tüm gücünü tek elde toplayan “tiranlar” ortaya çıkar. İlk tiranların çoğu devletlerinin ilerlemesine katkıda bulunan iyi idareciler olduğundan kelime başlarda olumsuz anlamlar taşımaz. “Tiran” (tyrannos) Grekçe’ye Lidce’den geçen bir sözcüktür. Grekçe’de monark anlamındaki asıl sözcük “basileus”dür. MÖ 7. yüzyıl boyunca Batı Anadolu’da hâkimiyet kuran zengin bir devlet olan Lidya, sözü kanun kabul edilen kudretli hükümdarlar tarafından idare edilir. Fakat alt tabaka nezdindeki popülerliklerini arttırmak için düşmanca tutum gösterdikleri aristokrasinin tiranlardan duyduğu nefret, kelimeye “müstebitlik” manasını vermeye başlar. Bilahare bu tiranların kurdukları hanedanların sefahate düşmesi bu yaklaşımı halkın da benimsemesiyle sonuçlanır. Bu yüzden tiranlıkların hiçbiri üçüncü nesilden sonra hayatiyetini sürdüremez ve monarşi rejimi artık özgürlüğün zıddiyeti olarak görülür. Tahta hukuki yollardan çıkan ve hukuka saygılı şekilde ülkeyi yöneten geleneksel hükümdarlara “basileus”, iktidarı zorla ele geçirenlere ise artık tiran denilir. Aristo “Hemen bütün tiranlar, avamın güvenini asilleri katlederek kazanan demagoglar arasından çıkar” tespitini yapar. Buradaki “demagog” tabiri demos’un yani halkın güdücüsü, önderi anlamındadır. Şurası dikkat çekicidir ki, Grek demokrasilerinde (yani demos’un, halkın idaresinde) yürütmenin başındaki şahsa “demagog” yani “halkın lideri” denilmez. Demagoglar tiranlık rejimiyle özdeşleşirler. Kelime “duygularına hitap ettiği halkı kelime oyunlarıyla kandıran” şeklindeki manasını aynen “tiran” gibi daha antik çağda kazanır.
Antik çağda örneğine rastlanmayan “cumhuriyet” devri Roma’da monarşi düzeninin devrildiği MÖ 6. yüzyılda başlar. Neredeyse aynı tarihlerde Atina’da demokrasi rejiminin doğuşu gerçekleşir. Hatta Konfüçyüs, Buda ve Zerdüşt’ün yaşadıkları tahmin edilen çağ da aynıdır. Bu kritik geçiş döneminde milletlerin yaşam biçimlerinde görülen estetikleşme, hayvani tarafın üzerine çıkılarak medenileşme yolunda yeni bir aşamaya erişildiğinin işaretidir. Hegel’e göre tarihin her aşaması bir öncekinin mantıksal olarak inkişaf etmiş halidir. Mesela, hürriyet insanın en güçlü arzularından biri olduğu için en başta devlet yoktur, fakat bir süre sonra devletin ve hukukun olmadığı bir ortamda insanoğlunun kazanımlarını koruyamayacağı, kendisini güvende hissedemeyeceği anlaşıldığı için katı hiyerarşik düzene dayanan devletler ortaya çıkar. Fakat yüzyıllar geçtikçe bu şekilde de insanoğlu yönetici elitin keyfine göre yaşamak zorunda kalıp özgür hareket edemediğinden bu katı yapıyı yumuşatan, bugün hukuk devleti (rechtsstaat) dediğimiz sistemler belirir. İnsanoğlunun dış tehditlerden korunma ihtiyacının bir sonucu olarak ortaya çıkan monarşiler, hürriyeti kısıtlar hale geldiği, hatta sınırsız gücün güvenliği de tehlikeye düşürerek bir iç tehdide dönüştüğü anlaşıldığından bu sorunları çözmeyi hedefleyen demokrasi ve cumhuriyet gibi yeni siyasi rejimler tecrübe edilir.
Demokrasi halkın her kurala gönüllü olarak bir vazife bilinciyle iştirak etmesini öğrendiği kültürlerde gelişir. İlkokulu köyde bitirdikten sonra İstanbul’a gelmiş, Göztepe’de yaşıyor olmanın getirdiği avantajla şehir kültürünü özümsemiş bir akrabamın tecrübeleri bu gerçeği yalın haliyle anlatır. Başarılı bir işadamı olan Eşref Abi şu anekdotunu paylaşmıştı: “İstanbul’a yeni geldiğim zamanlardı. Yaşadığım apartmandaki yaşlı bir adam binanın giriş kapısından çıkarken beni görünce durdu, üzerime kapatıyor gibi davranarak bana saygısızlık etmek istemediği için kapıyı açık tutarak beni bekleyip selam verdi. Çok şaşırmıştım, çok da hoşuma gitmişti. Ama bu nezaketi artık ben de göstermek durumunda kaldığımda canım biraz sıkılmadı değil. Mesela acelem var, hemen çıkıp gitmek istiyordum, ama çıkamıyordum, karşıdan komşum geliyordu, adeta komutanını bekleyen asker gibi kapıyı tutup selam veriyordum, bu nezaketi bana o öyle güzel öğretmişti ki…” Eşref Abi yıllarca Göztepe’de yaşadıktan sonra şirketinin merkezini değiştirdiği için evini İstanbul’un görece yeni kurulan, şehir kültürünün fazla nüfuz edemediği bir semte taşımak zorunda kaldı: “Eve yeni taşınmışız. Balkonda oturuyordum, üst kattaki komşu elindeki kilimi silkelemeye başladı. Bütün toz üzerime geldi. Kafamı uzatıp nazikçe rahatsızlığımı belirttim. Bana ‘ne yani burdan kilimde mi silkelemeyecez’ şeklinde saygısızca bir cevap verdi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Gözlerimden yaşlar geldi.”
Eşref Abi yaşlı komşusunun nasıl düzgün bir İstanbul Türkçesiyle konuştuğunu, sonradan taşındığı yerdeki üst kat komşusunun da nasıl kötü bir Türkçe’yle kendisine karşılık verdiğini de taklit ederek anlatmıştı. (İyi insanların fazla yaşamadığı sözünü hatırlatır bir şekilde Eşref Abi de henüz 50’li yaşlarında iken vefat etti. Son görüşmemizde bana bu anekdotları aktarmıştı. Allah rahmet eylesin.) Bir dili düzgün konuşmakla iyi bir vatandaş olma arasında da genel bir bağ vardır. Pek çok Kürt milletvekilinin Türkçe’yi bazı “Türk” kökenli vekillerden daha iyi konuşması bu bakımdan tesadüf değildir. Çünkü demokratik mücadelede vatandaşlık haklarını güçlü şekilde talep edebilmek için ihtiyaç duyduğunuz temel araç ileri düzeyde hakim olunacak resmi dildir. Tiranlar, otokratlar genellikle küfürbaz ve hakaretamiz konuşurlar, “sürtük” gibi ağır küfürleri Büyük Milletin Kadük Meclisi haline getirdikleri mekanlarda sarf etmekten kaçınmazlar, çünkü bu gayr-ı medeniliğin onların siyasi gücünü beslediğinin farkındadırlar.
Eğitimini köyde almış, orada büyümüş bir çocuğa bile medenilik aşılamakta zorlanmayan şehirleriniz yok olurken, o şehirlerin kenar mahallerinde üremiş dejenere kültür ve yaşam biçimi baskın hale gelmeye başlamışsa hakiki anlamda cumhuriyet rejimini yaşatabilmeniz de mümkün değildir. İşte bu bakımdan Recep İvedik ve benzeri filmler, maganda kültürünü ve kötü Türkçe’yi normalleştirmek, hatta sevimlileştirmek suretiyle Erdoğan otoriterliğinin dayandığı dejenere kültürel zemini besleyen, güçlendiren yapıtlardır. Gelecek nesillerin onlara 70’lerde çekilen bazı filmlere bugün gösterdiğimiz tavra benzer şekilde yaklaşacaklarını, bu filmlerin neden o kadar ilgi gördüğünü anlamakta zorlanacaklarını düşünüyorum. Sanırım bu öngörümü Türkiye’nin kendi rönesansını bir gün gerçekleştireceğine dair umudum besliyor. Ne demiş şair (Ahmed Arif):
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***