Avrupa Birliği’nin başkenti Brüksel dün gün boyu emekçilerin gösterileriyle sarsıldı… Sosyalist, hristiyan ve liberal eğilimli üç büyük sendika merkezinin ortak kararıyla tüm işkolları çalışanları, önce Korona Salgını, ardından Ukrayna Krizi nedeniyle dayanılmaz hale gelen hayat pahalılığına karşı ücretlerde elle tutulur artışlar sağlanması istemiyle cadde ve meydanları işgal ettiler. Uçaklar kalkmadı, metrolar, otobüsler, kamu hizmetleri felç oldu, okullarda yıl sonu sınavları aksadı…
Cadde ve meydanlar protesto sloganlarıyla sarsılırken, başkentin merkezindeki Egmont Sarayı’nda, sadece Belçika Kraliyeti için değil, ABD başta olmak üzere tüm NATO camiası için 61 yıllık bir utancın son perdesi oynanıyordu.
Evet, Afrika devriminin ve anti-emperyalist mücadelenin liderlerinden Kongo’nun ilk başbakanı Patrice Lumumba, 1960’da NATO’nun ve Belçika Devleti’nin ortaklaşa düzenlediği bir hükümet darbesiyle devrilip tutuklanmış, 17 Ocak 1961’de de hapisten çıkartılıp Belçikalı subay ve polislerin nezaretinde binbir işkenceden geçirildikten sonra bir ormanda katledilmişti. Cinayetten üç gün sonra da, geleceğe Lumumba’dan hiçbir maddi iz kalmaması için, Belçikalı polis şefi Gérard Soete, kardeşiyle birlikte, cesedi mezardan çıkartıp testereyle parçaladıktan sonra sülfirik asite atıp tamamen yok etmişti.
Gérard Soete ileri yaşında Belçika’nın Brugge kentinde “huzur içinde” yaşarken 1999’da Flaman televizyonu Canvas’taki bir programda bu alçakça cinayeti işlediğini, hattâ Lumumba’nın cesedinden dökülen bir kurşun ile bir dişi de hatıra olarak sakladığını itiraf etmişti.
Bu itirafa rağmen Soete hakkında 2000 yılında ölünceye kadar hiçbir dava açılmamıştı. Kızı Godelive Soete 2016’da bir Belçika dergisinin kendisiyle yaptığı röportaj sırasında Lumumba’nın dişini göstermiş, bunun üzerine polis eve baskın yaparak Kongo liderinin bu tek kalıntısına el koymuştu.
İşte dün, Egmont Sarayı’nda Belçika Başbakanı Alexander De Croo ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti Başbakanı Jean-Michel Sama Lukonde başta olmak üzere birçok Belçikalı yetkilinin katıldığı, televizyonlarda da canlı olarak yansıtılan bir törenle Lumumba’nın dişi bir kutu içinde Belçika Federal Başsavcısı Frederic Van Leeuw tarafından ailesine teslim edildi.
Dişin teslimi sırasında bir konuşma yapan Belçika Başbakanı De Croo, Lumumba’nın öldürülmesine yol açan olaylarda o dönem iktidarda olan hükümetin bazı bakanlarının da “ahlaki sorumluluğu” bulunduğunu belirterek Belçika Hükümeti adına Lumumba ailesinden özür diledi.
Teslim töreninden sonra Lumumba ailesi, geçtiğimiz hafta Kongo’ya bir ziyaret yapmış olan Belçika Kralı Philippe tarafından özel bir törenle kabul edildi.
Açıklanan programa göre, Lumumba’dan kalan son parça, ailesi tarafından Kongo’ya götürülecek, orada sembolik bir cenaze töreni düzenlenerek üç gün yas ilan edilecek.
50 ve 60’lı yıllardaki anti-emperyalist mücadelede yer almış olanlar çok iyi anımsar. Dünyada bağımsızlık ve ulusal kurtuluş hareketlerinin yükseldiği, Afrika’daki sömürgelerin birbiri ardına özgürlük ve bağımsızlıklarına kavuştuğu bu çalkantılı dönemin en büyük isimlerinden biri Patrice Lumumba’dır.
Kara kıtanın tabii kaynaklar bakımından bu en zengin ülkesi bağımsızlığa kavuştuğunda, genç devletin başbakanlığını Kongo kurtuluş hareketinin genç lideri Patrice Lumumba üstlenmişti.
30 Haziran 1960… Kongo’nun Léopoldville kentindeki Millet Sarayı’nın büyük salonunda, Belçika’nın genç kralı Baudouin ile sömürge döneminde Belçika ve hattâ NATO gizli servisleri tarafından tehlikeli bir “terörist,” bir “kriminel” sayılan Lumumba eşit koşullarda yanyana oturmaktadır. Bu törende Belçikalı erkânın Başbakan Lumumba’dan beklediği, Kongo’ya bağımsızlık tanıdığı için Kral Baudouin’in şahsında Belçika’ya şükran ve minnetlerini sunmasıdır.
Ne ki, Lumumba mikrofona geçtiğinde, şu sözler Kral da dahil salondaki Belçikalı erkânın kafasına balyoz gibi iner:
“Kongolu kadınlar ve erkekler, bugün zafer kazanmış olan bağımsızlık savaşçıları, sizi Kongo Hükümeti adına selamlıyorum. Biz mücadelede ne güçlerimizi, elimizdeki avucumuzdakileri, ne acımızı ne de kanımızı esirgedik. Gözyaşıyla ve kanla yapılan bu mücadeleyle sonuna kadar gurur duyuyoruz, çünkü bu mücadele soylu ve haklı bir mücadele oldu, gücün bize dayattığı kölelik utancına son vermek için kaçınılmaz bir mücadele oldu. Bu bizim seksen yıllık sömürge sisteminden çıkışımız oldu. Yaralarımız çok taze ve hâlâ belleğimizden çıkaramayacağımız kadar acıyor. Beslenmemize, giyinmemize, doğru dürüst barınmamıza, çocuklarımızı insan gibi yetiştirmemize olanak vermeyen ücretlerle kahredici çalışmalara zorlandık. Zenci olduğumuz için sabah akşam alay, aşağılanma ve fiziksel şiddetle karşı karşıya kaldık, çünkü bizler zencilerdik… Kentlerimizde beyazlar muhteşem villalarında saltanat sürerken siyahlar derme çatma saz kulübelerde sürünürdü. Avrupalılara özgü sinemalara, restoranlara, mağazalara siyahlar adımını atamazdı. Siyahın yeri ancak Beyaz’ın ayaklarının dibiydi… Topraklarımız, yalnızca daha güçlü olanın hukukunu tanıyan sözde legal yasa metinleriyle gasp edildi. Yasaların beyaz ya da siyah için hiçbir zaman aynı olmadığını gördük.”
Konuşma bitince genç Kral Baudouin birden hışımla yanında oturan Kongo Cumhurbaşkanı Kasavubu’ya dönerek sorar: “Böyle konuşacağından haberiniz var mıydı?” Eski efendilerine biatı sürdürmeye dünden hazır Kasavubu kafasını “hayır” anlamında sallar.
Lumumba’nın konuşması bittiğinde salon bir maç tribünü gibi ikiye bölünmüştür. Siyahların oturduğu sıralardan çılgınca alkışlar yükselirken, beyazların sıralarında âdeta ölüm sessizliği vardır.
Gerçekten de, 1884-1885 yılları arasında düzenlenen Berlin Konferansı’nda Kongo Belçika’ya alenen peşkeş çekilmiş, Belçika Kralı Leopold II de ülkeyi kendi özel mülkü haline getirmişti. Afrika’yı “medenileştirme” iddiasıyla yola çıkan kral, Kongo’daki fildişi ve kauçuk gibi zenginlikleri sömürebilmek için çeşitli koloni düzenleri kurmuştu.
Kauçuk üretiminde çalıştırılan Kongolu işçilerden isyan edenlerin elleri ve ayakları çapraz kesilerek itaat etmeleri sağlanmaya çalışılmıştı. Üretim kotasını dolduramayan Kongolu erkekler yakalanamadığında, askerler bu kişilerin eşlerinin veya çocuklarının ellerini kesmişti. Tüm bu yaşananların etkisiyle 1880 ve 1920 yılları arasında Kongo’daki nüfusun 20 milyondan 10 milyona düştüğü tahmin edilmekteydi.
30 Haziran 1960, yükselen ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketlerinin sömürgeciler dünyasının suratına tükürdüğü en büyük coşku günlerinden biridir. Ama 30 Haziran 1960, aynızamanda, yedi ay sonra Lumumba’nın fizik tasfiyesiyle sonuçlanacak büyük KOMPLO’nun da tezgaha konulduğu gündür.
Nitekim daha birkaç gün geçmeden, Lumumba Hükümeti’nin otoritesini sarsmak için kontrol altındaki fesat yuvaları harekete geçirilerek Kongo’da etnik çatışmalar başlatılacak, Belçika yetiştirmesi üniformalılar baş kaldıracaktır.
Eski efendilerinin emrine uyan Cumhurbaşkanı Kasavubu 5 Eylül’de Lumumba’yı başbakanlık görevinden azledecektir. Uluslararası şirketlerin sadık uşağı Moise Çombe, yeni yönetimi ekonomik bakımdan da çökertmek üzere, ülkenin bakır, kobalt, uranyum, çinko, kalay ve manganez yataklarıyla zengin bölgesi Katanga’da bağımsızlık ilan ederek ülkeyi ikiye bölecektir.
ABD emperyalizmi ve onun Avrupa’daki uzantısı NATO için, Lumumba da, Fidel Castro, Che Guevara, Ho Şi Minh ve Sekou Toure’yle birlikte “iflah olmaz”lar listesindedir. Kara Afrika’daki diğer devrim ve direniş odaklarının güçlenmemesi için Lumumba yok edilmelidir.
Emperyalizm yetiştirmesi ordu komutanı Mobutu 2 Aralık 1961’de Lumumba’yı Kasai’de tutuklattırır. Ne ki, hapiste bulunduğu sürede Lumumba’nın taraftarları hızla artmakta ve anti-sömürgeci güçler giderek daha da güçlenmektedir.
Belçika’nın Afrika İşleri Bakanı Harold d’Aspermont Lynden’in sağ kolu Binbaşı Jules Loos, Lumumba’yı yoketmek üzere Barracuda kod isimli komplo planını hazırlar ve planı uygulamakla Brazzaville’deki Albay Louis Marlière’i görevlendirir. Ayrıca, bir istihbarat ajanı ile eski bir sömürge subayı Lumumba’nın infazı için Brüksel’den Kongo’ya gönderilir.
Lumumba 17 Ocak 1961’de de hapisten çıkartılıp Belçikalı subay ve polislerin nezaretinde binbir işkenceden geçirildikten sonra bir ormanda katledilir, daha sonra naşı gömüldüğü mezardan çıkartılıp testereyle parçalanır ve iz kalmaması için sülfirik asitte eritilerek tamamen yok edilir.
Lumumba katledildiğinde İzmir’de çalıştığım Sabah Postası Gazetesi’nde bunu protesto eden yazılar yazmıştım. 1960 darbesinden sonra yeniden iktidar olmuş CHP’lilerin yönetimindeki gazeteden “Pravda’ya benzettin!” suçlamasıyla kovulmamın nedenlerinden birisi de buydu…
Ama aziz görünüşüyle tüm dünyada hayranlık kazanmış Kral Baudouin’in bu konudaki rolünü bilmiyordum. Belçika’ya geldiğimde öğrendim ki Baudouin’in geçmişi de birçok karanlık sayfalar içeriyordu: Kongo lideri Lumumba’nın iktidardan düşürülüp katledilmesinden, İspanya’da Franko’ya, Afrika’da Mobutu gibi diktatörlere destek vermesine kadar…
Daha sonraki yıllarda Baudouin’in Şili’de Allende iktidarının yıkılmasını amaçlayan CIA projelerinin finansmanına katkıda bulunduğu da açığa çıkacaktı.
Le Renouveau charismatique adlı hristiyan sektinin mensubu olan Kral ailesinin dinsel tutuculuğu o denli güçlüydü ki, Baudouin işi Belçika Parlamentosu’nun kabul ettiği çocuk aldırmaya izin veren yasayı imzalamamak için 1990 yılında krallıktan bir günlüğüne istifa etmeye kadar vardıracaktı.
Baudouin hayattayken Belçika Devleti’nin geçmişteki cürümlerinin açığa çıkartılması için bittabi herhangi bir çaba gösterilmedi.
Onun 1993 yılında ölmesi üzerine tahta oturtulan Prens Albert’in 20 yıl süren hükümdarlık dönemi ise Belçika için siyasal istikrarsızlıklar ve kraliyet sarayı mensuplarının özel yaşamına ilişkin sansasyonlarla dolu olarak geçti.
Kongo ulusal liderini katlettirme utancını bir nebze örtebilmek için tam 57 yıl sonra, 2018’in Haziran ayı sonunda Patrice Lumumba’nın adı Kongolu siyah topluluğun yoğun yaşadığı Brüksel’in Ixelles semtinde bir meydana, işçi ağırlıklı Charleroi kentinde de bir başka alana verildi.
Ardından o kanlı sömürge döneminin sembolü olan Kral Leopold II’nin Belçika’nın dört bir yanındaki heykelleri yıkılmaya ya da kan rengi boyanmaya başlandı.
Tam 61 yıl sonra, şimdiki Kral Philippe’in geçtiğimiz hafta Kongo’ya yaptığı ziyaret, Belçika Devleti’nin kendi tarihiyle hesaplaşması sürecinde ileri bir adım oluşturuyordu… Dün Egmont Sarayı’nda yapılan, Başbakan De Croo’nun özür dilediği diş teslim töreni de…
Egmont Sarayı’ndaki töreni izlerken 1071’de Anadolu’ya girişle başlayıp İstanbul’un, ardından Balkanlar’ın fethiyle devam eden, Viyana’yı bile tehdit eden Türk-İslam fütuhatının o ülkelerin yerli halklarında bıraktığı acıları düşünüyordum.
Osmanlı’nın çöküşünde Ermeni’lerin, Pontus’lülerin, Asuri’lerin soykırımını, yeni kurulan cumhuriyette Kürt’lerin, Yahudi’lerin, Alevi’lerin ve bilcümle solcuların acımasızca kırımını düşünüyordum.
Sadece onlar da değil… Kongo’nun sömürülmesinde ve buna karşı çıkan Lumumba’nın askeri darbeyle devrilip katledilmesinde NATO’nun ve onun başını çeken ABD’nin belirleyici rolünü düşünüyordum.
NATO’nun sadece bu cinayetteki rolü mü? Bir ay önceki yazımda da vurgulamıştım:
– 1953’te İran Başbakan Muhammed Musaddık’ın patrol sanayiini millileştirdiği için darbeyle devrilmesi,
– 1954’te Guatemala Devlet Başkanı Jacobo Arbenz’in United Fruit Company’yi millileştirmek istediği için darbeyle devrilmesi,
– 1960’da Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi,
– 1963’de Güney Vietnam’da Devlet başkanı Ngo Dinh Diem’in askeri darbeyle devrilmesi,
– 1964’te Brezilya Devlet Başkanı Joao Goulart önderliğindeki hükümetin devrilmesi,
– 1965’te Endonezya Devlet Başkanı Sokarno’nun devrilmesi ve Endonezya Komünist Partisi üyesi ve sempatizanı yarım milyon insanın “komünist avı”nda katledilmesi,
– 1967’de Yunanistan’da Albaylar Cuntası’nın darbesi,
– 1971’de Türkiye’de 12 Mart Darbesi,
– 1973’te Şili’de sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende’nin devrilmesi,
– 1980’de Türkiye’de 12 Eylül Darbesi,
– 1990’da Nikaragua’da Sandinist’lere darbe.
Günümüzde de, Ukrayna Krizi bahane edilerek Skandinav ülkeleri dahil tüm Avrupa’yı, hattâ Kafkasya’yı NATO’nun zapt ü raptı altına alacak tezgahlar hazırlanmıştır… Tayyip iktidarının sadece Türkiye’de değil, komşu ülkelerde Kürt Ulusu’na karşı sürdürdüğü imha operasyonları, Libya ve Kafkasya’daki fütuhat girişimleri karşısında da NATO kör ve sağırdır.
İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini bu ülkelerdeki siyasal sürgünlerin iadesi için şantaj konusu yapan Tayyip’in yeni kirli manevraları karşısında ne ödünler verileceği ise bir hafta sonra Madrid’teki NATO zirvesinde meydana çıkacaktır. Bekliyoruz…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***