İkinci Dünya Savaşı sonrasında psikologlar ve psikanalistler, o dönemde yaşanan vahşetlerin nasıl mümkün olabildiği üzerine kafa yordular. Irkçılığın ve zulmün itaat kültürüyle ilişkisini saptadılar. Stanley Milgram, daha sonra bilim etiği açısından çok eleştirilecek olan deneylerini yaptı. Soru şuydu: Zulme yol açan itaat sadece özel dönemlerde ve koşullarda mı mümkün? Deneye katılan insanlardan vicdanla çelişebilecek şeyler yapmaları istendiğinde denekler vicdanlarının sesini mi dinleyecekler yoksa otoriteye (deneyin yöneticisi, bilimsel otorite vd.) boyun mu eğecekler? Deneyde, öğretmenin sorularına yanıt veremeyen bir öğrenciye (aslında öğrenci rolü oynayan ve deneyden haberdar olan biri) elektrik vermek suretiyle işkence ediliyor. Birçok ülkede, başka zamanlarda bu ve benzeri deneyler tekrarlandı. Sonuç her yerde aynıydı. Deneye katılanların çoğunluğu, öğrenci rolündeki kişi acı çekmesine, bağırmasına ve inlemesine rağmen, otorite istedi diye elektrik vermeyi sürdürüyordu. İnsanların çoğu sorgulamaksızın otoriteye boyun eğiyor. İtaat kültürü sosyalleşmeyle öğreniliyor. Çocuğun itaate zorlanmasının nedeni onun aykırı ve asi yanlarını törpülemek. Daha sonraları bu itaat yıkıcılığın motoru oluyor. İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insan, itaat kültüründen gelen insanların yıkıcı yanları yüzünden öldürüldü!
İkinci Dünya Savaşı faciasının oluş nedenleri üzerine araştırmalar yapan düşünürlerden Theodor W. Adorno ve Erich Fromm otoriter kişiliği ve otoriter eğitimi incelediler. O dönem psikanalizdeki “dürtü kontrolü”nün (Triebkontrolle) ve patriarkal aile yapısının otoriter yapıyı oluşturduğunu yazdılar. Aile içinde anne ve babanın rolünün otoriter yapılanmada öneminin altını çizdiler. Bir yandan çocuktaki dürtüler (Trieb) ve buna karşın toplumsal değerlerin temsilcisi olarak babanın çocuğun dürtüleri karşısındaki otoriter ve tahammülsüz tutumunun çocuğun dürtülerini arka plana itmesine vurgu yaptılar. Üst-ben dediğimiz psikolojik merci, babanın bu tutumuyla oluşuyor. Çocuk babayla özdeşleşerek toplumsal değerleri ve normları içselleştiriyor. Ve böylece çocuğun içinde bir yandan üst-ben, diğer yandan da dürtüler bulunuyor ve bunlar zıtlık içeriyor. Çocuğun üst-beni dürtüleri denetliyor. Böylece dürtülerle toplum arasındaki bir mesele içselleşiyor. Çocuğun kendi dürtülerine karşı katı tutumu otoriter kişiliğin oluşmasına katkıda bulunuyor. Üst-benin çocuğun iç dünyasındaki hakimiyetiyle biten bir hikaye…
Otorite konusunda Almanya’da kapsamlı çalışmalar yapan Julia Schuler, Clare Schliessler ve Oliver Decker, “otorite sendromu”nda (Das autoritäre Syndrom) erkeğin toplumdaki otorite kaybından ötürü özel alanda daha da otoriter davranmaya yöneldiğini vurgularlar (Jahrbuch der Psychoanalyse, 2021). Toplumsal hayatta ‘reisliği’ yitiren erkeğin ‘aile reisliğini’ abartmasına, çocuklara karşı daha da otoriter olmasına vurgu yaparlar. “Akşam babana söylerim!” ve “Sakın baban duymasın!” türü söylemler bu rolün abartılmasına katkı yapar. Oliver Decker’in bu kontekstte geliştirdiği bir kavram var: “İkincil otorite”. Birincil otorite çocuğun babasıyla özdeşleşerek otoriteyi içselleştirmesi, ikincil otorite ise çocuğun bazı fikirlerle, inançlarla ve ideallerle özdeşleşmesi ve bunu içselleştirmesidir. İkincil otorite otoriter ideallerle özdeşleşerek bunları ölümüne savunmaktır; Türklük, Müslümanlık ve Turan gibi. Birincil özdeşleşmede bazı değerler içselleştirilir ama entegre olmaz. Bu ise insanın kendi değerler sistemini oluşturmasına engel teşkil eder. Yani biz babadan üstlendiğimiz değerleri savunurken, bunu kendi muhakememizden geçirerek kendi dediğimiz sisteme entegre edemeyiz. “Böyle gelmiş, böyle gider”, “Biz Türk’üz/Müslümanız” ya da “İşte böyle” diyerek gerekçelendirilmediği, eleştiri ve refleksiyon süzgecinden geçirilmediği için entegre edilmeden içe alınır. Bu durum ikincil özdeşleşmeyi de sorgusuz-sualsiz üstlenmek demektir.
Frankfurt Okulu’nun yaptığı ve birçok araştırmada da doğrulanan bir tespit vardır: Çok liberal görünen orta sınıfın psikolojik otoriter yapısı ve bunun otoriter rejimlerin oluşmasına verdiği destek. Orta sınıf toplumda başarılı olan, bireysel başarıları olan gruptur. Bu başarı da uyumlu olarak mümkündür. Uyum ise kendi isteklerini kabul ettirememek, sürekli uzlaşmak ve bununla baş edebilmek anlamı taşır ve bu da itaat yeteneğiyle mümkündür. Orta sınıf itaatkardır ve bunu ‘uyum’ olarak algılar…
Çocukluk ve merhamet
Psikanalizdeki en önemli çalışma konularından biri, çocuk ve anne-baba ilişkisini uzun dönem gözlemlemektir. Bu gözlemlerde tanık olunan bir realite vardır: Bebeğin doğumdan itibaren bağlanma çabası, dünyaya ve çevresine karşı meraklı davranması ve ilişkilenmek için aktif rol oynaması. Lloyd deMause (Das emotionale Leben der Nationen [Ulusların duygusal yaşamı], 2005), bebeklerde gözlemlenen bir fenomenden söz eder: Başka bir bebeğin ağladığını duyan ya da gören bebekler de ağlamaya başlar. Çocuklarda merhamet, acıma ve empati gelişkindir. Başka birinin ağladığını fark eden çocuğun, bir korku objesinin ağlamaya neden olduğunu sanarak aslında korkudan ağladığını, bebeğin ağlayan birine ağlayarak refakat etmesinin empatiyle bir ilişkisinin olmadığını düşünebiliriz. Ama çocuklar üzgün olduğunu ve acı çektiğini gördükleri anneyi teselli etmeye, ona yumuşak davranmaya özen gösterirler. Bazen oyunda, yetişkinler şakadan ağlama rolünü oynadıklarında çocukların yumuşak ve teselli edici davranışlarını gözlemleriz. Lloyd deMaus işte böylesine merhametli çocukların “acımasızlık kültüründe” (Kultur der Grausamkeit) bu özelliklerini yitirdiklerini söyler. Acımasızlıkla tanışan çocuk kendisi de acımasızlaşarak, bu kültüre uyarak varlığını sürdürüyor.
Acımasızlık kültüründe çocuklar “ilk (birincil) adaletsizlik/haksızlık” olarak adlandırabileceğimiz bir şey yaşıyor. İtaat etmek, boyun eğmek, iradenin yenilmesi çocuk için bir haksızlık. Bu ilk haksızlığı bir yandan içselleştirirken diğer yandan da bunu düzeltme isteği oluşuyor. Bu dönemde çocuk eşitsizlikler ve yetersizliklerle de tanışıyor, daha doğrusu bunu fark ediyor. Anne ve babanın yapabildiklerini yapamamak ve bunu bir eşitsizlik, yetersizlik ve haksızlık olarak kaydetmek… Çocuk işte böylesine ağır konulardan fantezi dünyasına sığınarak, “mutlak adaleti” projekte ederek, muhteşemlik ve üstünlük fantezisine kaçarak (sonsuz narsisizm) iç dengeler kuruyor ve hayatı kendisi için çekilebilir kılıyor. Aynı zamanda kötüyü de relative ediyor ve olağanlaştırıyor. Acımasızlık kültürünü kabul ediyor, ona eklemleniyor. Üstün olduğuna, ailesinin soylu ve şerefli olduğuna, ailesinin yaptıklarının kaçınılmaz ve normal olduğuna kendisini inandırıyor. Bu durum ama çok kırılgan, dağılmaya yatkın bir konsept, içindeki çelişkilerden ötürü. Görmezden gelinen ve bastırılan bu çelişkiler aile/grup kutsanarak sorgulanmaz hale geliyor ve bu kırılganlığa yatkın denge ayakta tutuluyor. “Ailenin iç meseleleri” ve “iç işlerimize karışmayın” söylemleri daha sonra büyük grup aidiyetlerine de aktarılıyor…
İlk incinme, ilk haksızlık ödipal durumda tekrar ederek katmerleniyor: Anne-baba çocuklarına, onu ‘çok sevdiklerini’ söylüyorlar ama aynı zamanda onu mahrem alanın dışına atıyorlar. Çocuk açısından bu ağır bir aldatılmışlık anlamı da taşıyabiliyor. “En çok beni seviyorlar ama beni dışlıyorlar!” Burada bir güven sarsıntısı ve haksızlığa uğrama duygusu oluşuyor. “En çok güvendiğim annemdi/babamdı o da beni babamla/annemle aldatıyor!”
Acımasızlık kültürünün ötekine şiddete yatkın olması, öteki grubun acımasızı olma geleneği oluşuyor. Yaşadığımız toplumdaki her grup, ama her grup bazı kontekstlerde mağdur ve acımasızlığa mahkum kalabiliyor. Kadınlar, çocuklar, taşralılar, kentliler, Beşiktaşlılar, Trabzonsporlular… Dinciler, Kürtler, Aleviler, Solcular, Ermeniler… Her grubun bazı kontekstlerde dışlanması ve haksızlığa maruz bırakılması, o grubu mağdur statüsüne getiriyor. Bu statü daha sonra fail olma gerçeğini gizlemeye, acımasızlık kültürünü sürdürmenin ‘haklılığına’ hizmet ediyor.
Çocukluğun katli
Dört yaşındaki çocuk iki yaşındaki kardeşiyle oynamaya çalışırken kardeşi ağlamaya başlıyor. İçeri hışımla giren anne, “Sen ağabeysin/ablasın, dikkat etsene!” deyiveriyor… Ağabey ya da abla olan çocuklar artık çocuk olamıyorlar. Her anne-baba günün birinde büyük olanın da çocuk olduğunu unutuyor. Burada çocukluk ölüyor farkında olmadan. Halbuki ikinci çocuk için doğduğu günden itibaren tanıştığı realite, bir ablası ya da ağabeyinin olduğu, anne-babanın sevgisini bölüşmesi gerektiği gerçeğidir. Büyük çocuk için kardeşin doğması bir travmadır; en sevdiği anneyi ve babayı bölüşmek zorundadır. Anne-babanın dikkatini, sevgisini ve sıcaklığını bölüşmek diye bir realitesi yoktur. Paylaşmamak üzerine kurduğu bir hayat vardır. Anne-babanın özel çabası büyük çocuğun bu sorunları geçmesini sağlayabilir. Ama bir sorun ya da kriz anında anne-babanın “ağabeysin” ya da “ablasın” söylemi yaraya tuz basar gibi olabilir.
Her şeyin bir sonu var. Çocukluk yaramazlıklar bitince, realitenin yaşamımızı belirlemesiyle bitiyor. Bazen anne-babalar çocuklarını terapiye getirir ve biz terapistlerden çocukların ‘uslu olmalarını’ sağlamamızı beklerler. Halbuki herkesin üzerinde anlaşabileceği ortak bir ‘yaramazlık’ tanımı bile yapılamaz. Aslında yaramazlıkla mücadele eden ebeveynlere hukuki ceza vermeli! Bir terapist, yaramazlığın anlamlarını çocuğa ve aileye tercüme eden bir uzman olmalı. Anne-babanın ‘yaramazlıkları’ katletmeleri ve böylece suça bulaşmalarının sonucunda anne-baba ‘suç ortağı” olurlar. Bir çocuğa en çok yakışan şeydir ‘yaramazlık’ ve yetişkinlerin kurdukları düzene bir itiraz ve bir asiliktir…
“Hayırlı evlat” tasarımı
Burada önemli bir nokta da kültürdeki “hayırlı evlat” tasarımı ve itaat eden çocukların yüceltilmesidir. Bu, çocuklara yaptıkları kötülükten (boyun eğdirmek, itaate zorlamak) ötürü anne-babanın daha sonra ödediği duygusal sembolik bir tazminat gibi düşünülebilir. Aynı zamanda bu kötülüğü bir pozitif değere dönüştüren anne-baba kendini suçlu hissetmez. Ve itaate övgü itaatin sürmesini garanti altına almaya hizmet edebilir. Hayırlı evlat tasarımı çocuğu manipüle etmektir ve böylece çocuğun kendi kendini manipüle etme tasarımıdır biraz da… Der Wahnsinn der Normalität isimli çalışmasında Arno Gruen, itaatin en önemli amacının bir çocuğun duygularından uzaklaşmasını sağlamak olduğunu anlatır; böylece duyguların yerini imaj alır (1992, s. 84, 86). İtaat öncelikli olarak empatiyi yok eder, daha sonra faille özdeşleşme de olduğundan başka insanlara empati göstermek çok zorlaşır. Çocuk eğitmek adına yıkanan beyinler, hayırlı evlat olsun diye yok edilen özgünlükler, daha sonra sosyal bir facia olarak geri dönüyor. Sonra tanrı günah ve cehennemiyle, devlet de polisi ve hapishaneleriyle tehditlerine devam ediyor. Öteki olmak ve farklılığın arkasında durmak direnmek gibi görünse de aslında sıradan bir insan olma çabasıdır…
İranlı psikanalist Mohammad Ebrahim Ardjomandi bir yazısında Müslüman kadının trajedisinden söz eder: Müslüman kadın sevdiği erkeğin hayatındaki ikinci önemli kadın olmayı kabul etmek durumunda kalıyor. Annenin ve babanın yüceltilmesi ve “hayırlı evlat” tasarımı, çocuğun iç dünyasında anneyi ve geldiği aileyi yüceltmesi anlamına da geliyor. Zaten eşi de “el kızı”dır. Bir yere kadar güvenilebilendir. Bu patolojik durum kadınla anne arasında sürekli bir rekabetin de kaynağıdır. Evlilik ve benzeri ilişkiler, ‘biz’ tanımının değişmesi de demektir. Yeni bir ‘biz’in oluşmasından ve bu ‘biz’de sen ve ben olabilme yeteneğinden söz ediyorum. Yetişkinlerin anne-baba sevgisini anne-babaya ‘bağımlılık’ olarak yaşamaları, anneyle olan sembiyozun dışına çıkmalarını, yeni ‘biz’in oluşmasını zorlaştırıyor. Kadın da geldiği aileyi yüceltmeyi sürdürdüğünden, beraberlik bir sorun üzerine inşa ediliyor. Bizim sevgi dediğimiz şey varoluşsal bağımlılıktır çoğu kez… “Besle kargayı oysun gözünü!”, “Baba çocuğa bir bağ bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzüm vermemiş!” Bağımsızlığın, otonom olmanın, büyümenin ve anne-babanın gölgesinden çıkmanın “nankörlük” olduğu bir kültürde yabancı biriyle, el oğlu ya da el kızıyla yeni bir ilişki kurmak eski ilişkiyi (geldiğimiz aile) terk etmek çok zordur…
“Adam olma” konsepti
Anne ve babanın çocuğu ‘terbiye’ etme (bu kavram hayvanların evcilleştirilmesi anlamında da kullanılır) ve itaate zorlama konseptlerinden biri de “adam olma” konseptidir. Bu genelde erkekler için kullanılır. Walter J. Ong, sözlü ve yazılı kültürleri inceler; sözlü kültürlerde eğitim, bilgi aktarımı söz ve anlatım üzerinden yapılır. Anadolu’daki kültürler sözlü kültürlerdir. ‘Adam olma’ konseptine dair meşhur bir anlatı şöyledir: Bir baba çocuğuna adam olamayacağını söyler. Çocuk kente gider okur, yıllar sonra da doğduğu yere vali olarak döner. Babasına adamlarını yollar, makamına çağırtır, ona yıllar önce kendisi için söylediği sözü anımsatarak vali olduğunu söyler. Babası da, “Ben sana vali olamazsın demedim, adam olamazsın dedim; adam olsan beni ayağına getirtmezdin!” der. Bu anlatıdan sonra topluca, bu vali olan ama adam olamayan çocuğa, onun hayırsızlığına ve saygısızlığına kızarız… Ben hiçbir çocuğun böyle bir babasının olmamasını dilerim. Yıllarca yalnız başınıza okuyacaksınız, başarılar kazanacaksınız, babanız da köyünde kendi kuruntusunda oturacak, çocuğuna hiçbir destekte bulunmayacak, çocuğunu merak bile etmeyecek, babadan çok bir dölleyici olarak kalacak. Yıllar sonra kente gelen çocuğunu bir yığın insan karşılayacak, baba bunların arasında olmayacak. Çocuğunun başarısında payı olmadığı gibi mutluluğunu paylaşmayı da bilmeyecek. Çocuğunu özlemeyecek, onun geldiği otobüsü ya da uçağı sabırsızca beklemeyecek. Sonra da bu yaptığı düşmanca ve haince tutumu gizlemek, örtbas etmek için çocuğuna ‘adamlık dersi’ vermeye kalkacak… Yıllar sonra evine dönen çocuğuna hasretinden dolayı çocuğunun üzerinde yürüdüğü yol olmak isteyen babalar da var bu dünyada. ‘Adamlık’ dersimizi iyi çalışmak gerek…
Failin mağdur gibi gösterilmesi ve kutsanması
İtaat kültürünü araştırmış ve bu konuda çeşitli kitaplar yayımlamış olan Arno Gruen, bu kültüre ilişkin olarak empatinin sapkınlaştırılmasından (Pervertierung der Empathie) söz eder. Burada kastedilen, faillerin mağdur gibi gösterilmesidir. Bir keresinde televizyonda bir ırkçı, kardeşini ve kundaktaki çocuğunu katlettiren bir Osmanlı padişahından söz ederken, “Devletin yararı için öz evladını katlettirecek kadar devletine bağlıydı!” diyerek bu katliamları yüce bir ahlaki mertebeye ulaşmak şeklinde lanse ediyordu. Yine mahkumlara “kader kurbanı” denilirken, kurbanlardan kurban olma kimliği bile çalınarak onlara bir de dolaylı bir sözlü şiddet uygulanıyor.
‘Acıma’ sözcüğünün içinde de acı vardır. Fail duygulardan kaçarken hem acıdan hem de acımaktan kaçar. Mağdurun acınacak hali ırkçılarda çoğu kez daha fazla ret ve öfke yaratır. Mevsimlik tarım işçisi Kürtlerin acınacak durumları ve onlara düzenlenen saldırılar buna örnek sayılabilir. (Acınacak durum derken, oteli sırtlarına sardıkları yorgan olmuş bu insanların genel yaşam koşullarının kötü olduğunu anlatmak istiyorum; onların onurlarına ilişkin bir acıma hali değil anlatmak istediğim.) İşte bu hal, ırkçılarda insani dayanışma duyguları yaratmak yerine, tam tersine düşmanca duygular uyandırabiliyor. Sanıyorum Bernard Shaw şunları ırkçılık bağlamında söylemişti: Siyahları sadece ayakkabı boyacısı olmak zorunda bırakıp sonra da siyahların kafasının yalnızca ayakkabı boyacısı olmaya yetecek kadar çalıştığını iddia ediyoruz! Yani yoksullukların/zulümlerin/baskıların ürettiği göçmenliğin suç gibi görülmesi, onlara yapılan saldırılar ve aşağılamalar…
Failin kutsanmasının eğitimde, ebeveyn-çocuk ilişkisinde ve kültürde bir karşılığı var. Bu nedenle rol değişimlerine, yani failin mağdur gösterildiği durumlara alışığız. Anne-babanın çocuğun direncini kırması, iradesini alt üst etmesi daha çocuklukta itaate yol açıyor. Çocuklar bizim sevgiyle büyütme sorumluluğunu taşıdığımız kutsal (dinsel anlamda değil) varlıklardan öte, kendimizin fotokopisi ve arka tekeri yapmaya çalıştığımız canlılar. Bu, doğrudan çocuğun kişilik özelliklerinin kırılması, onun derinden incinmesi demek. “Ağaç yaşken eğilir” söyleminde dile gelen tutum bir şiddet ve suçtur aslında; ama bizler bu tutumu yücelterek anne-babayı, yani failleri yüceltiriz. “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Annenin vurduğu yerde gül biter” demek faili bağışlamak, hatta daha da ileri giderek onu kahraman ve değerli yapmak demektir. Çocuğun iyiliği için çocuğunu döven anne örneğinde, anne sanki bağrına taş basarak çocuğunu cezalandırıyor anlayışı yaygınlaştırılmaktadır. Reel sahnede ise çoğu kez öfkeden kendinden geçen bir annenin acımasızlığı vardır.
Böyle büyüttüğümüz çocukların yetişkinliklerinde, diyelim vatanın iyiliği için insan öldürenlerin katilliklerini görmezden gelerek failleri kahraman olarak görmeleri bana hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Ayrıca çocukken kendilerini cezalandırdıkları için nefret ettikleri ve fail olarak gördükleri anneleriyle de aynılaşıp, annelerinde en sevmedikleri yanla özdeşleşerek bu kötüyü de içselleştirmiş oluyorlar. Dursun Akçam bir öyküsünde eşini zorla, döverek yürüyen merdivene bindirmeye çalışan bir gurbetçiyi anlatır. Çevredeki Almanların bu şiddeti durdurmak için müdahale etmelerine şaşırır. Karısına medeniyet öğretirken ailenin işine niye karışıyorlardır? Bu ve benzeri söylemler size de tanıdık geliyor mu? “Yabancılar iç işlerimize karışamaz!” “Biz Kürtlerimize zulmeder öldürürüz, solcularımızı hapse atarız!” “Onlar bizim Alevilerimiz, yabancılar karışamaz!” “Kürtler, Aleviler ve Fetöcülerle olan ilişkimiz bizim iç işimizdir ve ailenin iç işlerine yabancılar karışamaz!” Türklerin Kürtlere medeniyet götürdüğünün, Ermenilerin onlara iyilik yapmak amacıyla sürgüne gönderildiğinin, binlerce solcunun insanları komünizmden kurtarmak için öldürüldüğünün, Madımak’ın “din elden gitmesin” diye yakıldığının anlatılması… Örneğin faşist bir diktatör olan Kenan Evren, bu ülkede sözüm ona kahraman ve kurtarıcı olarak devlet yönetti!
Patolojik sadakat
Anne fedakârdır. Çocuk bunu da hafızasına, bilinç ötesine kaydeder. “Kurban olurum!” sözü, fedakarlığın boyutlarına dair işaret verir. Çocuk bununla da özdeşleşir. Annesinden fedakarlık öğrenen çocuk, sevdiği biri için kendisini kurban etmeye hazırdır. Devlet, ırkçılık ve inanç işte bu inanmışlığı kötü bir yöne kanalize eder. “Vatan, millet, devlet ve din için ölürüm”lerin doğumevidir burası.
Nazım’ın Laz İsmail’e dediği gibi: “Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!” İtaat insanın kendisi olmaktan vazgeçmesidir, teslim olmasıdır. İtaat çocuklukta zorla teslim olmakla başlar, sonrasında ise gönüllü teslim olmaya varır. Bu gönüllü teslimiyet vatan, devlet ve namus gibi kavramların arkasına gizlenerek itaat olgusundaki aşağılanmanın gizlenmesini de kolaylaştırır ve bu tür bir teslim olma hali kutsanır, yüceltilir… Failin yüceltilmesi, faille ve kötüyle özdeşleşme ve bunun sonucu olarak da içselleştirme oluşur. Bütün bunlar aslında Friedtjov Schaeffer’in sözünü ettiği “patolojik sadakat”e (Pathologische Treue), yani reis, führer, başbuğ vb. ile özdeşleşip ona sadık olarak kimliğinden ve kendi olmaktan vazgeçme olgusuna dönüşür. Böylece kendi kimliğine ait olan negatifliklerden de, hiçlik duygusundan da kurtulunur. Bu idealizeyi ve özdeşleştirmeyi sürdürmek için lider tanrısallaştırılıp ‘yanlış yapmaz’ bir konuma getirilir, yanlışlara ise rasyonel ve ikna edici açıklamalar bulunur. “Devleti yönetenlerden daha iyi mi bileceksin?” ya da “Yönetenler her şeyin iyisini bilir!” tavrı buna örnektir. Hasta veya yaralı atları acı çekmesin diye vururlar; tıpkı liderin yaptığı zulmün bir iyilikmişçesine sunulması gibi. Kürtlere nasıl Kürt olmaları gerektiği bu yüzden anlatılır. Yürüyen merdivene medeniyet öğretmek adına zorla bindirilir. Daha sonra bu boyun eğme estetize edilir, kutsanır ve romantikleştirilir. Sevgilerde yaşanan sadomazoşistlik de bu konularla ilişkilidir…
Bir boyun eğdirme aracı olarak ‘küsmek’
Çocuk eğitilirken ona sadakat ve itaat gibi çok önemli ahlaki değerler olarak belletiliyor; halbuki bu, otoritenin oluşturulmasına ve güvence altına alınmasına hizmet eder. İtaat öğretilirken çoğu kez çocuğun iradesi kırılır, sınırları çiğnenir. Bu aslında aşırı derecede aşağılanma ve bunun sonucu olarak incinmedir. Çocuğu terbiye etmek çoğu kez onun direncini kırmak demektir. Aşağılanan ve iradesi kırılan çocuk bu durumdan boyun eğerek kurtulur. Direnmek, çocuk tarafından anne ve babayı kaybetmek ve yaşamın sürdürülememesi gibi hislerle yaşanır. Bu varoluşsal korku, kültürde yaygın olan ve ailede de yaşanan ‘küsmek’ üzerinden iletilir. Küsmek sevginin geri çekilmesiyle negatif ve düşmanca bir ilişkinin başlatılmasıdır. Küsenler küstükleri kişiyi ya görmezden gelir ve onu yok sayarak sembolik olarak öldürürler (birinin varlığını hiçe saymak aslında faşizan da bir tutumdur) ya da negatif dikkat yoğunlaşmasıyla küstükleri insana yoğunlaşırlar. Bu yoğunlaşma negatif bakıştan ötürü negatif olanı daha da çok görmeyi, daha da çok nefret etmeyi ve öfkelenmeyi doğurur. Böyle bir yoğunluk, ötekiyle diyalog olmadığından negatif fantezi alanını çoğaltır. Bu tür negatif duygular, bu duyguların objesinden çok bizzat hissedenine daha çok zarar verir ve küsen kişinin içi tümüyle zehirlenir. Bu durumda barışmak, sorunu çözüp ilişkiyi sürdürmek zorlaşır. Sevgiye muhtaç olan bir çocukta küskünlük varoluşsal bir korku yaratır. Kendisine bunları yaşatan anne ve babaya sevgisini sürdürmesi bu kontekstte anlaşılabilir bir durumdur; ama yetişkinliğinde benimsenen otoriteye boyun eğme ve kendisine kötülük edenleri yüceltme geleneği, çocukluğa ve kültürdeki bu öğelere de bağlıdır.
Çocuğa boyun eğdirmek, çocuğun sonsuz bir çaresizlik yaşamasını da beraberinde getirir. Bu çaresizlikten otoriteyle özdeşleşerek ve faili yücelterek çıkmayı dener. Fail “hem döver hem de sever” çünkü. Faile karşı hoşgörü, faili yüceltme ve bunları içselleştirme, varoluşun güvence altına alınması demektir. Kriz dönemlerinde ırkçılığın yükselişe geçmesinin, varoluşsal güvencenin kötünün kutsanmasıyla mümkün olduğu kanısının da bir geleneği var. Çoğumuz patlamaya hazır serseri mayınlar gibiyiz, öfkeliyiz. Sıradan bir tartışmada ve ilgi alanı farklılığında ölümden ve öldürmeden söz edebiliyoruz, tehditler ve gözü dönmüşlükler baş gösterebiliyor.
Suçu üstlenerek ebeveynini ‘kurtaran’ çocuklar
Bütün bu film yaşanır ve bu deneyimler ve duygular bilince ve bilinç ötesine depolanırken önemli bir şey daha gerçekleşir: Suçun üstlenilmesi. Çocuk annesiyle babasının kötü insanlar olduğunu kabullenmekte zorlanır. Eş ve aile terapilerinde tanık olduğumuz bir sahne vardır: Eşlerden biri diğerine salak, diğeri de ona geri zekalı der. Bunları işiten bir çocuk için bu durum aslında bir faciadır; çünkü salak ve geri zekalı bir anne-babanın çocuğu olma gerçeğinin kendisi başlı başına bir faciadır. Çocuklar kendilerine kötülük eden anne-babanın özünde iyi insanlar olduklarının, hatanın kendilerinde olduğunun, anneyle babanın ise bu hataları düzeltmek amacıyla çocuğa kötülük yaptığının romanını yazarlar kendilerine. Bu kurguda çocuk suçu üstlenerek anne ve babayı suçsuz konuma getirir. Bu hatanın düzeltilmesi de anne-babaya borç ödemek ve onlara ömür boyu borçlu kalmak şekline dönüşür. Bu durumda, psikanalizde “suç üzerinden bağlanmak” dediğimiz şey ortaya çıkar. Sevgi üzerinden bağlanamayanların yaşanan kötülükler sonrası suçu üstlenmesi ve böylece derin bir bağ oluşturma çabasıdır bu. Diktatörlerin kahraman olmalarını bu kontekstte de göz önüne almak gerekir. Suç üzerinden bağlananların otonom bireyler olması, vicdan geliştirmesi ve özgür düşünmesi hayli zordur…
Vatan ve milletle bağ kurmaya çalışanların bağ ile bağımlılığı birbirine karıştırdıklarını tespit ederiz. Irkçılar vatan, millet ve devletle bağ kurmak yerine kendilerini bunlara bağımlı hale getirirler ve onlarsız var olamayacaklarını sanırlar. Anne-babayla kurduğumuz bağ da aslında bağımlılık izleri taşır. Bağ kurmayı bağımlılık olarak bellemiş olan kişiler, daha sonra tüm bağlanma ilişkilerini de bağımlılığa dönüştürerek sağlarlar…
Şiddet ve İtaat adını verdiği kitabında psikanalist Andreas Ploeger, itaatte patolojik bölünmeye/kutuplaştırmaya vurgu yapar. Yetişkinlikte de suçlu olan otoriteyi masum görme ve gösterme biçimindeki çocuksu tavrın sürdüğünü anlatır (Gewalt und Gehorsam, 2017, s. 43). Mesela bugünlerde yaşanan zulümlere rağmen Erdoğan’ın bunlardan sorumlu olmadığını, çevresinin Erdoğan’ı yanlış bilgilendirdiğini anlatıyor bazıları. Bu anlatıyla Erdoğan masumiyetini korurken, ‘kötü’ çevresine yükleniyor. Burada da iyi ve kötü bölünüp, ‘iyi’ otoritenin hanesine yazılırken ‘kötü’ başkalarına kanalize ediliyor. Bir başka anlatı da, otoritenin tek çaresinin önemli bir sorunu çözmek için kötülüğü istemeyerek yaptığıdır. Bazı insanların kötüyü yaşamaları halkın iyiliği içindir. Böylece utilitarizm (yararcılık) tartışmalarından tanıdığımız ‘ahlaki bir duruş olarak kötü’ bir zorunluluk, kitlenin yararına kaçınılmaz bir sonuç olarak sunulur ve böylece otorite masumlaştırılır. Bu tür düşünme İbrahimî tek tanrılı din anlatısında da vardır. Kötüden otorite (Tanrı) sorumlu değildir. Ve kötüyle ilişkilenmeyen Tanrı sonsuza kadar yüce kalabilir.
Otoriteyi masumlaştırma çabası
Ploeger’in altını çizdiği bir fenomen daha var: Otorite ile itaat eden arasında bir mesafe vardır ve ilişki asimetriktir. Aradaki fark çoğaldığında ciddi bir sorun çıkar; Erdoğan’ın saraylarda yaşıyor olmasının ve halktan kopmasının eleştirilmesi gibi. İşte otorite, “kullar”ıyla arasındaki mesafenin açılmasını gizler. Sıkça halktan biriymişçesine davranarak onlardan biri olduğunu ispat etmeyi dener. Erdoğan’ın iftar yemeklerinde poz vermesi bu nedenledir. Muhalefet onun halktan koptuğuna vurgu yaparken otorite, ‘Halkan biri değilim ama sizden biriyim’ gibi çelişkili bir durumun fotoğrafını servis eder…
Kabadayılık korkusuzluk ve cesaret olarak algılandığından, itaat edenlerin incinmişlik duygusuna merhem olur. Meydan okumak… İtaat korkudan boyun eğmekle başlar. İşte biri hiç korkusuzmuş gibi davrandığında, itaat eden korkar ve bu fiktif kahramanla özdeşleşerek eski yarasına merhem sürer. İtaat etmekten ötürü oluşan horlanmışlığa ve ezilmişliğe anlık bir çaredir. Bu nedenle Erdoğan’ın çakma kahramanlık şovlarının alıcısı var.
İtaat kültüründe, yaşanan olumsuzlukları kişiselleştirme eğilimi dikkat çeker (Ploeger, s. 44). Kaybettiğimiz maçta, golü yiyen kalecidir suçlu. Baltacı Katerina’ya kandırılmasaydı… Lozan’ın faturası İnönü’ye çıkarılır. Otorite hata yapmayan mükemmel bir kişidir ve geçmişin hatalarını yapmaz, bilakis düzeltir. İşte bu tutum ezilmiş kişiliklere merhem işlevi görür.
İtaat, depresyon ve öfke
Çocuklar çektikleri acıdan, keyifsizlikten yetişkinleri sorumlu tutar. Mesela karnı ağrıyan çocuğun kızgınlığı anne-babasınadır. Bu durum çocuğun fantezisinde yetişkinin kötü biri olabileceği ve kötülük yapabileceği fikrini oluşturur. Çocuk ve yetişkin arasındaki güç farklılığı ve çocuğun yetişkine bağımlılığı, çocuğun yetişkine tavır almasını zorlaştırır. Yetişkini kötü bildiğinden, onun kötülüğünden korunmak amacıyla uyumlu davranış gösterir ve kendi isteklerini geride tutar; işte bu geri tutma, depresyonun da kaynağıdır. Kötülükten korunmak için kendini manipüle eder, itaat eder. Ve böylece kendini yetişkinden geleceğini sandığı ya da gelen kötülükten korumaya çalışır. Yetişkine göstereceği agresyonun yetişkini kışkırtacağını ve gaddarlaştıracağını sanır. Ama bu varsayılan ya da gerçekte yaşanan acıdan ya da kötüden ötürü oluşan öfke içe atılır. Bu içe atılan öfkeler iç dünyayı öfke deposuna dönüştürür. Ve bu da keyifsizlik yaratır.
Çocuklar oyunlarında ve anlatılarında bu şiddeti açığa çıkarırlar. Mesela oynarken arabaları çarpıştırırlar. Bazı çocuk terapisinde terapi süresi bitiyor ama çocuk oyuna devam etmek istiyor. Hayır diyorum. Çocuk beni kızdırmaktan korkuyor. Ama reddedilmiş olmanın, kendi isteğini kabul ettirememiş olmanın öfkesini ayakkabısından çıkarıyor: Ayakkabısını ayağıyla itiyor ve pis diyor. Bu olanların adresi aslında benim. Çocuk itaat ediyor, ama aynı zamanda bir kaydırmayla öfkesini dışarı atıyor. Olan şudur: İlişkide oluşan bir öfke üçüncü bir nesneye (arabalara) yansıtılır ve öfke orada dışa vurulur. Bunun anlamı ise öfkenin adresini başka kişilere ve nesnelere yöneltmeyi çocukken öğrenmeye başlamamızdır.
Burada işi zor hale getiren başka bir şey daha vardır: Örnekteki çocuk bu adres kaydırmasına rağmen, bana olan öfkesini kendi içinde saklarken, bana karşı duyduğu korkuyu da farkına varmadan büyütür. Ve böylece onun fantezisinde ben bir deve, bir canavara dönüşürüm. Böylece çocuğun dışındaki kişi, bir problem olarak içinde büyür. İşte bu durumdan kurtulmak için içimizdeki öfke dışarı atılmak durumundadır. Psikanalist Heinz Weiss, Trauma, Schuldgefühl und Wiedergutmachung isimli kitabında “suç ortaklığı”ndan (Komplizenschaft) söz eder bu kontekstte: Çocuk ve ben, öfkenin ayakkabıya yöneltilmesini onaylarız (2017, s. 18).
Çocuklukta başlayan ve yaşam boyu süren itaat etmenin, yani otoriteye boyun eğmenin ürettiği öfke, kendisinden korkulduğu için otoriteye yöneltilemeyip, biriktiği durumda başka insanlara yöneltilir. Daha sonraları yaşadığımız olumsuzluklarda ve krizlerde ilişkinin dışındaki kişileri ve olayları sorumlu tutmamız, öfkemizi başkasına yansıtmamız böylece bir geleneğe dönüşür. Birbirlerini tanımayan insanların tartışmalarında birbirlerine ‘ibne’, ‘Ermeni piçi’ gibi küfürler etmelerinin, ‘Kürtleri daha da çok öldürelim’ nefretinin geleneği böyle başlıyor biraz da… Yaşadığımız bir olumsuzlukta olayın dışındaki kişi ya da kişileri suçlamak ve onlara hakaret etmek ‘halk sporu’ gibi bir şey. Eşcinsellere, Ermenilere, Kürtlere, Yunanlılara hakaret etmek… Kimliğimizin en belirgin özelliği Arap ve Yahudi nefreti değil mi? Kimliğimizi nefret üzerine kurduğumuzda içimiz zehir oluyor aslında. Sevmek, sevmeyi sürdürmek zordur; emek ister, duyarlılık ister, empati ve incelik ister. Nefret en kolayı galiba.
Sinemaya giderken, arabamızı park ederken ve alışverişte yaşadığımız olumsuzluklarda ortaya çıkan bu tür öfkeler mesela ırkçılığa kanalize edilir. Bu öfkenin adresi ötekidir. Birikmiş öfkenin ırkçılık üzerinden kontrol edilebilme halini ırkçılar kişiliklerinin sağlamlığına (Ich-Stärke) bağlarlar. “Kahrolsun Kürtler!”, “Ya benimsin ya kara toprağın!” ve “Ya sev ya terk et!” gibi sloganlar, bu öfkeyi besleyen söylemlerdir. Kürtlerle birebir yaşanan ilişkiler bu kadar öfkeye yol açmazken, soyut imajiner Kürtlere, yani ötekilere, yani teröristlere, yani düşmanlara karşı öfke kanalize edilerek kontrol edilir. Kürtleri yok etmenin tartışıldığı programlardaki katılımcıların sakin ve sözüm ona insancıl halleri bu kontrolle de ilişkili: “Bakın, ötekini kızmadan öfkelenmeden yok ediyoruz!” TikTok ırkçılarının programlarındaki sözde insanlık şovları da böyle bir şey…
Çaresizliklere maruz kalmış çocukların yetişkinliklerinde ırkçılık kontekstinde bu çaresizliği başkalarının üzerine yıkmak ve zulmü savunmak suretiyle kendi çaresizliklerinden kurtulmayı denediklerine tanık oluyoruz. İslami-faşist ideoloji önemsiz insanlara önemli olduğu duygusunu vererek önemlilik misyonu yüklediğinden, çocukluktan bu yana öğrenilmiş olan hiçlik duygusu sıfırlanıyor. Artık hiç ve önemsiz olanlar, insandışılaştırdıkları ötekilerdir. Hiçlik ötekine yüklenerek hiçlik duygusundan kurtulmaya çalışılıyor. Irkçı misyonun öneminden kaynaklanan bir önemlilik duygusu var ve bu duygu hiçlikten kurtulmaya imkan sağlıyor.
Bu mekanizmanın birçok sorunun açıklamasında kullanıldığını görürüz. Kötü alışkanlıkların kötü arkadaşlara uyarak edinildiğini sanırız mesela. Terapilerde duyduğumuz bir başka formülasyon da şöyledir: Yıllarca eşine kötülük etmiş biri eşinin ayrılığından kayınvalidesini sorumlu tutar. Yani yıllardır her gün beraber olduğu insanla ayrılığından bir başkası sorumludur. Kendisine yöneltilen eleştirinin doğruluğundan çok eleştirinin kim tarafından eşine iletildiğine yoğunlaşır. Böylelikle, yıllarca yaptığı kötülüğün sorumluluğunu başkasına kaydırır.
Ödipus ve itaat
Psikanalizin en önemli kuramı ödipus karmaşasıdır. Bu teori bize otoriteyle (babayla) çocuğun aralarındaki çatışmayı nasıl çözebildiklerini anlatır. Çocuklar gelişirken anne ve babanın kendi aralarında, çocuğun dışında bir ilişkileri olduğunu kabul etmek istemez, anneyi ve babayı kendileri sahiplenmek isterler. Çocuk annenin sadece anne olmadığını, aynı zamanda babasının da eşi olduğunu anladığında bu durumdan rahatsız olur. Çünkü çocuk annenin her şeyi olmak ister. Bu durumda babayı dışlamayı dener. Bazen duyarız çocuklardan: “Ben büyüyünce annemle evleneceğim!” Bu söylemle çocuk, babayla anne arasındaki karı-kocalık ilişkisini kast etmez; anne ve babaya sahip olmak, anne ve babanın kendi aralarında yaşanan, çocuğun dışlandığı bir ilişkiyi reddetmeye dairdir. Çocuk dışlanmış olmakla baş edemez.
Ödipus karmaşasında çocuk bir dönem sonra baba gibi olamayacağını, yetersizliğini kabul eder. Bunun bir diğer anlamı da yetersizliğini gidermek için babaya özenmesi gerektiğinin, babanın yeteneklerini edinmesi gerektiğinin farkına varmasıdır. Aslında bu kabul etme bir tehir etmedir aynı zamanda. İlerleyen yıllarda çocuk gelişirken tehir edilen çatışma yok olmaz, üzeri örtülür. Daha sonra çocuk anneyle evlenmenin anlamlarını kavrar ve ensest tabudan ötürü anneyle evlenilmeyeceğini anlar. Bu arada zaten annenin ‘dünyanın en güzel kadını’ olmadığını da anlamıştır ve başka genç kadınlara ilgi duyar. Ama babayla arasında olan ‘Kim daha yeterli? Ben babam kadar donanımlı mıyım?’ sorusuna bağlı çatışma ortadadır. Psikanaliz bu çatışmada çocuğun babasını sembolik olarak geçmesini ve babanın da çocuğun gelişmesini kabul edip takdir ettiğinde ödipal çözümün, yani olgunlaşmanın gerçekleşeceğini anlatır. İslam kültürünün babayı kutsal yerine koyması ve babaya yönelecek çatışmaları yasaklaması bu çelişkinin çözümünü, gelişmeyi ve olgunlaşmayı sorunlu yapıyor. Babayı eleştirmek günahtır, hayırsız evlat olmaktır. Bunun bir diğer anlamı da şudur: Kuşaklar arası çatışmada İslam, yaş hiyerarşisinden ötürü yaşlı kuşaktan yanadır. Toplum, aile ve Tanrı yaşlıların ya da babanın geçilmesine ve eleştirilmesine şiddetle karşıdırlar. İslam ülkelerindeki ödipal çözüm babayı/otoriteyi geçmek yerine geleneğin sürdürülmesi biçiminde şekilleniyor. Bu çözüm biçimi otoriteyi yenilmez ve geçilmez kılıyor. Bu da çocuğu ömür boyu itaate zorluyor. Bu durum çocuğu arka teker olmak zorunda bırakır. Buradaki öfke de ötekine projekte edilir.
Problem İslam kültüründe mi? Hayır. Değişimin yavaş olduğu kültürlerde bilgi zor elde edilen ve uzun dönem geçerliliği olan bir şey ve çok değerli. İşte bu değerli bilgiye de yaşlılar hakim. Çocuğun büyümesi, babasının becerilerini edinmesi onu babadan bütünüyle bağımsız yapmıyor. Babanın istisnai durumlarda geçerliliği olan yaşamsal bilgilere sahip olması evladı babaya bağımlı kılıyor. Mesela bahçeciliği babanızdan öğrendiniz. Bu anlamda yaşamsal olarak artık babaya görünürde bağımlı değilsiniz. Ama beklenmeyen, olağandışı durumlarda bu bilginiz size yeterli gelmeyebiliyor. Mesela bir kuraklıkta sorunu nasıl çözeceğinizin bilgisini evlat değil baba bilmekteydi ve bu bilgi varoluşsal değerdeydi. Ya da bitkilere musallat olan bir hastalığa karşı alınacak önlemi de baba biliyordu. İngiliz filozof F. Bacon’ın “Bilgi güçtür” sözü işte bu duruma işaret ediyordu. Günümüzde bilginin kalitesi ve niteliği değişti. Ve bu bilgi babadan öğrenilmiyor. Babanın geleneksel bilgi üzerinden edindiği güç de yok oldu. Ama baba hala bilgisizliğine rağmen otoritesinin kabul edilmesinin derdinde. Sıradan bilgiye bile yeni kuşak kısa zamanda ayrıntılı bir biçimde ulaşırken babanın günümüzde işlevini yitirmiş, çoğu da yanlış olan bilgiler üzerinden otorite kurma çabası sıkıntı yaratıyor. Bu durum babayı komik bir figüre, karikatüre dönüştürüyor, ama baba hala kendisinin güçlü, bilgili ve saygın bir otorite olduğunu sanıyor… İşte ödipal direniş; çocuğu aşağılamanın hayatta karşılığı yok. Okur-yazar olmayan babanın doktora yapmış çocuğuna ders vermeye çalışması işi karmaşık hale getiriyor. Babanın bilgisinin artık hayatımızdaki karşılığı çok az ve babalar/yaşlılar bunu, yani çocuklarının bazı alanlarda kendilerini geçtiğini kabul etmiyorlar.
Babalık psikanalizde bir pozisyondur ve bu pozisyondaki kişi otoriteyi ve toplumsal değerleri sembolize eder. Bu kültürde baba bir yandan kutsanırken, aynı zamanda dolaylı olarak değersizdir de. Baba güzellemeleri bu değersizliğe çekilen fondötendir. Freud, tanrı figürünün “yüceltilmiş baba” olduğunu anlatır. Eğer reel baba değerliyse bir kişinin yüceltilen babaya (tanrıya) gereksinimi yoktur. Muhammed’in “yaşamış en ideal erkek” ya da “en mükemmel erkek” anlatısında da yüceltilmiş erkek/baba yok mudur? Alevilerin oturma odalarında duvara asılı Ali resmi “güzel, ideal” erkek/baba değil midir? Atatürk’e verilen “ata” ismi, sembolik olarak yüceltilen bir ‘ulusal baba’ değil midir? Kısacası, kültürde karşımıza çıkan bu “ideal baba” gereksinimi reel babadan hoşnutsuzluktan, çok erken yaşlarda reel babanın yüceltilemez olmasından kaynaklanan bir baba sorununa işaret eder. Erdoğan’a, Bahçeli’ye yüklenen misyon ve beklentide de o eksiklik duyulan baba arayışı yok mu?
Burada bir konunun altını çizmek isterim, çünkü bu yanlış anlaşılmalarda merkezi bir rol oynuyor: Deneyimin (Erfahrung) ve görüp geçirmenin (Erleben) farklı şeyler olduğunun farkına varmak çok önemli. Yaşadığımız bir şeyin deneyim olabilmesi için, üzerine bir refleksiyonun olması ve bir dahaki sefer benzer bir olayla karşılaştığımızda bir üst düzeyde, daha derinlemesine yaşamamız gerekir. Halbuki görüp geçirmek (Erleben), refleksiyon ve derinlik olmadığından dolayı gelecek seferde de aynı ya da benzer şekilde yaşanır. Örneğin bir insanla duygusal ilişkiye giriyorsunuz, bitiyor. İkinci, üçüncü ve dördüncü insanla da benzer biçimde tanışıyor, benzer şeyler yaşıyor ve benzer biçimde ayrılıyorsunuz. Deneyimlenmiş bir ilişkide, birinci ilişkinin sonrasında çıkarılan duygusal bilanço, ilişkiye eleştirel ve özeleştirel yaklaşım, ilişkiyi kapatma ve refleksiyon olduğundan, ikinci ilişki birincisinden çok daha farklı olur. Günümüzde yaşlı kuşağın genç kuşağa aktaracağı ve genç kuşağın yararlanacağı çok az deneyim var. Üstelik görmüş geçirmişlik (Erleben) deneyim (Erfahrung) gibi anlatıldığından çok da çekici olmuyor. Bu durum da ödipal olgunlaştırıcı çözümleri zorlaştırıyor. Bunlara rağmen, genç kuşağın yaşam koşullarından ötürü bağımsızlaşamaması onları itaate zorluyor.
Her Türk asker doğar
İtaatkar kişilik asker matrisiyle birleştiğinde facialar ihtimali da çoğalıyor. “Asker matrisi” (Die Soldatenmatrix), psikanalist Robi Friedman’ın 2018 yılında geliştirdiği bir kavram; bir fenomeni anlatabilmek için kullanıyor. Mesela, “Barış süreci” olarak adlandırılan, Kürtlerle yaşanan sorunların çözülmesine yönelik çalışmalar yapıldığında itaatkar kişilikler birçok yerde iktidarın istekleri doğrultusunda barış güzellemeleri yaptılar; kuşkusuz barış güzel bir şey. Ama iktidarın bu süreci sonlandırmasından kısa bir süre sonra aynı insanlar savaşın güzelliğini, en azından kaçınılmazlığını anlatıyorlardı. Dün söylediklerinin hiçbir hükmü yoktu. Çok tutarsız olan bu tutumda ama iktidara itaat konusunda büyük bir tutarlılık var. Barışı ya da savaşı inandıkları için değil, sadece itaat amaçlı savunuyorlar. Friedman, insanların çok kısa zamanda askeri bir söyleme nasıl yöneldiklerini analiz ederken asker matrisinin burada belirgin olduğunu anlatır. Matris, S. H. Foulkes’ın (1992) grup terapisinde grup üyelerinin birbirleriyle dolaylı ve dolaysız ilişkilenme, etkileme ve etkilenmelerini tanımlamak için kullandığı bir terimdir. Friedman, bir toplumdaki kişilerin birbirleriyle askeri ilişkilenmelerini grup matrisi üzerinden anlatır. Bu ilişkilenmeyi, karşılıklı olarak birbirlerini askeri motive etmenin, savaşçı söylemin hızla yayılmasını analiz eder.
Bu matris kültüre yerleştiğinde, insanlar sanki kısa zamanda kimlik değiştirmişçesine postallarını giyip, yüzlerine savaş renkleri sürebiliyorlar. Bu süreç başladığında duygulardan ve rasyonaliteden uzaklaşılıyor. İnsanlar “Tek vücut, tek yürek!” oluyor, bireysel olanı en aza indirgiyorlar. Führerle, başbuğla ve reisle özdeşleşerek aralarında başka insanların olma ihtimalini de yok ediyorlar. Burada artık kitle psikolojisi aktif hale geliyor. Mantığın dışında bir yer, duyguların olmadığı bir yer… Herkes gruba dahil olma ve grubun dışında kalmama derdine düşüyor; grubun dışında olmak, dışlanmak ve sosyal ilişkilerin bitmesi (hain, vatan haini ve terörist olarak yaftalanmak) anlamına geldiğinden, korku da yaratıyor.
Asker matrisi Türk olmanın ön koşulu. “Her Türk asker doğar” söylemi Türk aidiyetinin çerçevesini çiziyor. Size sunulan bir tehlike varsa (çünkü savaş, vatan tehlikede olduğunda gereklidir) ve iktidar/komutan/reis vatanın elden gidiyor olduğunu söylerse, her Türk asker olup savaşa gitmek zorundadır. Bu Türk olmanın ön kabulüdür. Bu matris sadece söylemle de kalmaz; Türklük mitolojiler, kahramanlık öyküleri ve marşlar üzerinden bilince kazınır ve bilinç ötesine işlenir. “Her Türk asker doğar” sloganı toplumdaki farklılıkları da ortadan kaldırır. Kadın-erkek, asker-komutan, zengin-yoksul gibi. Bu imajiner/kurgusal eşitleme pozitif bir duygu da yaratır. Askerlik ayrıca kutsalın onayını da alır: Asker ocağı “Peygamber ocağı”dır. Her Müslüman-Türk, askerlik üzerinden peygamberine ve kutsala yakınlık yaşar. Ayrıca savaşmak, gazi ya da şehit olmak suretiyle Tanrı’nın en sevdiği kul olma mertebesine ulaşmakla onore edilir… Bu kimliğin tarihsel dokusunda da askeri matris vardır. Cumhuriyeti kuranlar askerlerdir. Kuruluş harcında bu matris mevcuttur. Daha sonda da askerler iktidarın bir parçası olmuşlardır.
Askerlik ayrıca erkek kimliğiyle de ilişkilidir. Erkek olmak, vatani görevini, yani askerliğini yapmakla mümkündür. Bunu yapmayanlar korkak ya da eksiktir; dolayısıyla tam erkek de sayılmazlar. Askeriyenin çok katı bir hiyerarşisinin olması, itaatin ön koşul olarak dayatılması, üstün verdiği emirlerin ast tarafından sorgulanamaması, yapay itaati daha da karmaşık ve tehlikeli hale dönüştürüyor. İşte bu matris ve itaat çok tehlikeli bir grup dinamiğini de içinde taşıyor. Emirlere uyan tek tip bir insan profili yetiştiriliyor ve ‘öteki’ düşman olarak işaret edildiğinde çok kısa zamanda kılıçlar çekilebiliyor ve tüm insani değerler kitlece rafa kaldırılabiliyor. En son FETÖ olayında yaşadık: Aynı camide namaz kılan, iş ortağı olan, birçok ortak kültürel kodu olan insanların ‘öteki’ olduklarında yaşadıkları bu duruma örnektir. Sivas, Çorum, Maraş, komşularımız olan Ermeniler, din kardeşlerimiz olan Kürtler… Aniden “düşman” ve “terörist” olduklarında başlarına gelenler biraz da bu dinamiklerle ilgili galiba…
Tarihin tek taraflı ve kutuplaştırıcı, ‘biz ve düşmanlar’ söylemiyle öğretilmesi, dilin şiddet ve savaşçı hali ve bunun barış dönemlerinde bile barışçıl bir dile dönüştürülmemesi, mesela spor müsabakalarının savaşçı bir dille anlatılması ve bütün bunların dolaylı olarak insanları militarist yapmaya eğilimi… Günlük hayatımız ve kültürümüz şiddete dayalı bir dili içeriyor, böylece de barış dönemlerinde bile savaşçı bir ruh halini ayakta tutuyoruz. Bu durum gündelik ilişkilerimize, hatta aşk ilişkilerimize dahi yansıyor. Düğmeye basıldığında, yani birileri savaş çığırtkanlığı yapmaya başladığında içimizdeki bu durum aktif hale geliyor. Terapilerde, travma anlatılarında bile “tetiklemek”ten, stres “yönetmek”ten, duygularımıza “hakim olmak”tan; aşk ilişkilerinde bile “asla taviz vermemek”ten, ezmekten ve kendimizi ezdirmemekten söz ediyoruz. Çocukların okulun önünde sıra olması, belirli bir üniforma giymesi, yakın zamana kadar saçlarının kısa olması, Birinci Dünya Savaşı’nın izlerinin kültürümüzde hala devam ettiğini gösteriyor… Sevginin kavramları bile rekabetçi kapitalizme uygun ekonomik terimler içeriyor; ilişkiye “yatırım yapmak” ve ilişkiden “kazancının” ne olduğunu sormak gibi…
Ortak suç üzerinden bağlanmak
İtaat kültüründen gelen, birey olamamış ve vicdan oluşturamamış insanlardan oluşan kitleleri galeyana getirmek liderler açısından kolaydır. Bazen liderin iradesini temsil eden yerel liderler de bu kitleleri harekete geçirebiliyor. Madımak Katliamına baktığımızda binlerce insan bu olaya katıldı; binlerce olmaları oradakileri anonimleştirdi. Grubun işlediği suça katılanlar bireysel olarak kendilerini masum ve sadece birer seyirci olarak tanımlayarak suçu grubun üzerine attılar. Grubu oluşturanlar belli olmasına rağmen ‘grup’ demek onlar için belirgin olmayan, bu anlamda da belirsizlik demekti. Bu durumda kendilerini suçsuz sayabiliyorlardı. Grup halinde hareket edildiğinden dolayı katılanlar, olanlara dair bireysel bir suçluluk bilinci oluşturmadılar; üstelik bunu şiddetle reddettiler. Grup olmaları onlara, tek başlarına yapmaya cesaret edemeyecekleri şeyleri yapmaya da izin verdi. Kısacası Madımak Oteli’nin önünde toplananlar hukuksal anlamda da suçlular. Hiçbir şey yapmayanlar, asgari vatandaşlık görevlerini yapmama, itfaiye ve polisi engelleme gibi suçları işlediler. Herkes suçlu. Bazıları az, bazıları çok…
Her ne kadar suç reddedilse, inkar edilse de katılımcılar suçlu olduklarını biliyorlar. Otelden çıkarılan cesetler, hastanelere taşınan mağdurlar var… Bu ortak suç üzerinden oluşan ortak sırdan dolayı, birbirleriyle illegalite üzerinden başka bir bağlanma şekli oluşturdular. Bugüne kadar kimse suçu üstlenmedi, kimse de gidip şahitlik yapmadı. Binlerce insan masumiyet olimpiyatlarına katılmışçasına “Ben suçsuzum!”u dillendirdi. Suçu da ölenlerin üzerine atarak bütünüyle masumlaştılar. Bu ortak suç üzerinden bağlanmanın uzun dönemli bir etkisinin olduğuna, katillerden biri Erdoğan tarafından bağışlanıp Sivas’a döndüğünde tanık olduk. Katil artık Pamuk Dede idi ve Sivaslılar sevgili katil Pamuk Dedelerini karşılama töreni yaptılar. Bu katil Pamuk Dede’nin kolektif suçun cezasını sembolik olarak çektiğini Sivaslılar biliyordu. Temsili olarak Sivaslıların işlediği suçun cezasını çekerek tüm Sivaslıları bu suçtan arındırdığı için bu katile şükran borçlulardı. Ve bu borcu karşılama töreniyle, onu bağırlarına basarak ödediler… Günümüzde Erdoğan “seçimle gider mi” sorusunda da benzer bir kaygı var: Bu kadar suça bulaşanlar, suç üzerinden organize olanlar seçimle gidebilirler mi? Birçok insanın kaygısı bu kadar suça bulaşmışların, suç üzerinden yakınlaşanların gitme ihtimallerinin de ortadan kalkmış olabileceği gerçeği…
Kolektif suç Sivaslılara özgü değil. Maraş, Çorum, gene Sivas… 5/7 Eylül, Kürt coğrafyasının kana bulanması, Ermeniler… Bizim kültürümüz bir anlatım kültürü. Konuşmayı, anlatmayı seviyoruz. Anlatılanlar kaybolup gidiyor. Yazılı bir kültürden gelmiyoruz. Günlük tutma geleneğimiz yok. Bu kolektif suçlar yaşanan olayları zamanla revize ediyor, restore ediyor ve başka kurgularla, öznel anımsamalarla güzelleştirilmeye çalışılıyor. Sivaslılar masum, ölenler suçlu oluyor ve masum bir Pamuk Dede kalıyor geriye. Biraz bilincimizi zorlamasak, mantıksal bağlantılar kurmasak ve bilinç ötemize yolculuklar yapmasak, geriye zalimlerin kahramanlık öyküsü kalıyor… Binlerce insanın öldürüldüğü sağ-sol çatışması, kara ve kanlı bir “vatanın savunulması” anlatısına dönüştürülmedi mi? Katillerle aynı kentte yaşamıyor, bazen aynı bakkaldan alışveriş yapmıyor muyuz?
Despotluğun tarihi
İtaat insanlık tarihinde yeni bir olgu değil. Psikanalist Eberhard Th. Haas, M.Ö. 1243-1207 yılları arasında yaşamış olan Asur kralı I. Tukulti-Ninurta’nın kabartma resminden yola çıkarak, onun insanlık tarihinde bilinen ilk despot olduğunu yazar (Das Verstummen der Götter und die europaeischen Denkens, 2020). Despotluğun bilinen ilk belgesi, günümüze bu coğrafyadan kalmıştır…
Bu resimde kral iki şekildedir: Ayakta, dik duran adam, yani halkına karşı otoriter, despot ve boyun eğdiren; ama aynı zamanda tanrının önünde diz çöken bir kral. Bu topraklarda birilerine, kendi halkına zulüm edenlerin aynı zamanda başka birilerinin önünde diz çökmesinin bir geleneği var. Tanrıya itaat edenler kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri saymışlar bazen. Hiç kimseye itaat etmeyen despotlar da var tarihte. İtaat etmeyen despotlar, krallar, firavunlar kendilerini tanrı ilan ederek ‘Hiç kimseye eyvallahım yok!’ demişler, sonra ise tanrılıkları ve despotlukları kendilerinin ölümüyle bitmiştir.
Babasını namaz kılarken izleyen bir çocuk ne düşünür acaba? Diz çöken, boyun eğen bir baba… En kahraman, en güçlü, ben her koşulda koruyacak adam sandığı babasını boyun eğen, Tanrı karşısında korkan, boyun büken, diz çöken ve ürkek olarak tecrübe ettiğinde ne düşünür bir çocuk? Tanrı önünde diz çökmenin tarihi de çok öncelere gider. Ve birçok çocuk itaat eden bir babayla özdeşleşerek ve böylece itaat eden babayı ve itaati içselleştirerek itaatle tanışır. Artık itaat ibadet eden babada karşılaştığımız bir şey değil, içimizdedir.
Eberhard Th. Haas, bir dönem sonra otoritenin (Tanrı’nın) görünmez ama etkisinin güçlü olduğunu yazar. Bebeğin de yaşadığı bir deneyimdir bu: Annenin yokluğuna katlanabilmek. O an yanımızda olmayan, görünmeyen bir varlığın gücüne inanmak. O an bebeğin yanında olmayan anne bebeğe döner. Bu yoklukta varmışçasına yaşama deneyimi, daha sonra Tanrı’yla kulun ilişkisine aktarılır. Reel olmayan ama varlığının etkisinin olduğuna inandığımız bir Tanrı… Çocuk da anne yanında değilken, onun nerede olduğunu fantezilerken düşünmeye başlar. İşte bu fonksiyonu daha sonra Tanrı’yla da ilişkilenirken yaşarız. Günümüzde de otorite ve itaat ilişkisi her zaman belirgin ve açık değildir.
İtaat hazzı
İtaatte ‘itaat hazzı’ diye adlandırdığım bir fenomeni gözlemleriz bazen: Otoriteye bağımlı hale gelmek, otoriteye itaat ederek otoriteden gelecek korkuyu savuşturmak… Korkuyu savuşturduğu için korkudan kurtulan insanların kurtulma anında yaşadıkları sevince benzer bir sevinci yaşar itaat eden kişi. İtaat etmenin onur kırıcı bir izi yoktur o an. Bir de itaat edenin itaat etmesinden ötürü otoritenin takdirini kazandığı için yaşadığı bir haz vardır. İşte bu tür durumlarda gözlemlediğimiz olguya itaat hazzı diyorum. İtaat hazzının bir özelliği de, itaat etmeyenin bu anı gözlemlemesi anında yaşanan, Almanca Fremdschämen diye adlandırılan utanma duygusudur: Bir insanın utanılacak bir davranışını gözlemleyen birinin, olayın dışında olmasına rağmen kendi ve utanmayan kişi adına yaşadığı utanma duygusu. İtaat eden utanmadığı ya da utanmayı savuşturduğu için yaşanan alçalmanın getirdiği utanma duygusu…
Bazen gösterilerde bir diktatörü izlemeye gelen kitlenin ona karşı hayranlığını coşkuyla haykırdığını görünce şaşırıyorum. Bir insanın, kendisini insan yapan özelliklerden vazgeçmesi ve bu vazgeçişi bir zafere dönüştürüp kutlamasının çeşitli anlamları var. Freud, insanın haz aldığı şeyleri yapmaya, kendisine haz vermeyen şeylerden de uzak durmaya çalıştığına vurgu yapar. Eğer insanlar diktatörlere kendi iradelerini ve vicdanlarını teslim ediyorlarsa bundan haz da alıyor olmaları gerekir.
İtaatin en belirgin olduğu kurumlar ordu, dinsel kurumlar ve cemaatlerdir. Oralarda çok belirgin bir hiyerarşi vardır ve bu hiyerarşi kimin alt, kimin üst olduğunu belirler. Kolektif erkek egemen toplumun kültüründe aile de itaat üzerinden örgütlenir. Bu tür örgütlenmelerde bireysel olanlar törpülenir ve kolektifin varlığını sürdürmesi sağlanır. Bu kontekstte itaat çok olumlu algılanır ve bir övünç kaynağıdır. Efendilik ve hanımefendilik dediğimiz konseptlerde de itaat vardır. Kast edilen uyumluluk, topluma uygun davranmaktır; bireysel arzu ve isteklerin öne çıkarılmaması söz konusudur. Birey olmanın ve bireyselliğin geliştiği toplumlarda hanımefendilik ve efendilik birer hapishaneye dönüşür ve insanlar yarattıkları bu imajlara mahkum olurlar. Bu çoğu kez bir öfke de yaratır ve bu öfke dışa vurulmaz. Çünkü efendilik öğrenilmiş ve ustalaşılmış itaatten ötürü dışa vurulmaz. İnsan ilişkileri efendilik üzerinden organize edilir ve bunun en belirgin özelliği gösterilen, teşhir edilen saygıdır. Bu saygı orduda daha da belirgindir ve şekilciliğe de dönüşerek sergilenir; selam vermek, hazırolda durmak gibi. Yürüyüşünüz ve duruşunuz bir başkası tarafından belirlenir; nasıl konuşacağınız ve nasıl hissedeceğiniz bile!
İtaat üzerinden ilişkilerini organize eden insanlar itaat ettikleri obje yok olduğunda gene itaat edecekleri, boyun eğecekleri yeni bir obje ararlar. Çünkü bu insanlar boyun eğmeden yaşayamazlar, çünkü otonom ve bağımsız olmayı tanımamaktadırlar! Bu nedenle diktatörlükler yıkıldıktan kısa bir süre sonra bu kitle diktatörlüğü yücelterek yeni diktatörü alkışlar. Yıkılan diktatörlükler bu insanlar için bir özgürleşme anlamına gelmez. Hitler öldükten sonra bazı Almanlar yeni otoriter strüktürler aradılar. Mısır’da Hüsnü Mübarek gittiğinde yerine benzer insanlar geldi. Türkiye’de de Erdoğan sonrası için güçlü bir lider aranması bundan…
Orduda bir asker, komutanının kendisine verdiği emri hiç düşünmeden ve sorgulamadan yerine getirir ve bundan gurur duyar. Kendisine ölmeyi emreden komutana saygı duyar ve itaat ettiği için de vazifesini kusursuz yapmanın takdir edilmesini bile bekleyebilir. Bu askerlerin bu emir-itaat ve vazife ilişkilerini anlatırken bu durumdan gurur duyduklarına ve haz alarak bunları anlattıklarına tanık oluruz. İtaat, iradenin ortadan kalkması hali olduğundan dolayı benim için utanç verici bir hal iken, itaat eden için haz kaynağıdır. Freud’a göre insanlar haz aldıkları şeye yönelir ve böylece hazzı çoğaltmaya çalışırlar…
Ergenlik döneminde sevdikleri sanatçının konserine gidenlerin histerik çığlıklar atmaları, kendilerinden geçmeleri, olağanüstü sevinmeleri tanıdık bir fenomen. Kocaman, yaşını başını almış insanların Erdoğan mitinglerinde kendilerinden geçmeleri, söylenen her şeyi düşünmeden çılgınca alkışlamaları ise şaşırtıcı… Bu insanlar yücelttikleri objeyle kendileri arasındaki sen ve ben farkını, iki farklı insan olmalarından ötürü oluşan farklı sen ve ben olma hallerini ortadan kaldırarak yücelttikleri objeyle birleşip ‘biz’ olarak var olabiliyorlar. Ben olmanın ve ben’in sınırlarını kaldırmayı o anda bir başarı sandıklarından, sanki bir zafer kazanmışçasına bunu kutluyorlar. Dışarıdan bakılınca ayıp ve utanılacak olan bir şey, bu insanlar için eğlence ve haz kaynağı. Yüceltilen objeyle bütünleşme anının sevinci, kendi olmaktan vazgeçmenin hazzı… Bu insanlar diktatörlerini izlerken ergenlik dönemini yaşayan insanlar gibi kendilerinden geçerek, gözleri yaşararak ve coşarak izlerler yüceltilen objeyi. İşte bu duygu yoğunluğu, aynı zamanda bu insanların kendilerine “biz hala insanız”ın kanıtıdır da.
İtaat etmek insanın kendi iradesini, duygularını, vicdanını başka birine teslim etmesidir. İnsanlar bu duygusal yoğunlukla kendilerine insan olduklarını kanıtlarlar. Bu sahneler dışarıdaki biri için bir bulmaca ve itici bir haldir. Yüceltilen obje önce yüceltilmek için kitlenin gönlünü okşayacak şeyler söyler ve kitleyi, onları çok sevdiğine inandırır. Konserde kendinden geçen genç de sahnedeki şarkıcının kendisini çok sevdiğini sanmaktadır. Halbuki sahnedeki, kitlenin kendisini çok seviyor olmasını seviyordur, kitleyi değil. İşte bu sevme ve sevilme gibi görünen film üzerinden yüceltilme başlar. Sevilen obje sevilmeyi sürdürmeyi sonraları da talep eder ve bu sevgi gibi görünen şeye gönderme yapar. Erdoğan “Bu kardeşinize oy verin, sorunlarınızı çözeceğim!” derken işte bu yüceltilen obje olduğuna gönderme yapıyor, bunu anımsatıyordu. Ayrıca ‘kardeşliğe’ vurgu yaparak kitleyle yakınlık kuruyor, onlardan biri olduğunu göstermeye çalışıyor. Saraylarda oturan ama gene de kardeş olan biri…
Erdoğan’ı ölümüne savunduğunu sandığımız insanlar aslında kendilerini savunmaktadırlar. İradesini öldürmüş ve boyun eğmenin aşağılanmasını yaşayan birinin bu duruma olduğu gibi sahip çıkması, onun çok olgun bir ruhsal yapıya sahip olmadığı anlamına gelir. Zaten güçlü bir ruhsal yapısı olsa itaat etmez. Bir insan korkudan, toplumsal baskıdan ötürü “mimikri” yapabilir (canlıların var olabilmek için yaşadıkları koşullara uyuyormuş gibi halleri), ama bunu coşkuyla, inanarak ve “kraldan çok kralcı” olarak yapmalarıdır itici olan. Yani yürüyüşe gidebilir, Saddam’ı izleyebilirsiniz, söylenen marşlara katılıp alkışlayabilirsiniz. Konu varoluşa dair bir şey değil, buradaki coşkudur.
Çocuk annesinden aferin alıp övülmek için bir şey yapıyor ve böylece annesinin takdirini kazanıyor. Narsistik gereksiniminden ötürü, aslında inanmadığı bir davranış göstererek takdir kazanıyor. Çocuğa burada asıl haz veren şey anneyi aldatmış olmak, bir çocuk olarak yetişkinden daha akıllı olduğunu kendine kanıtlamaktır. Aynı zamanda, toplumun beklediği, yani topluma uygun bir davranış (Gesellschaftskonform) gösterdiği için de takdir edilmek. Sevinç burada katlanmış olur. İtaat hazzı bazen bu narsistik gereksinim ve ötekini aldatıyor olmak biçiminde de olabiliyor.
Başka bir itaat hazzı ise trollük. Bu çoğu kez sahte. Bu insanlar hazzı kışkırtıcı ve itici olmakla ölçtüklerinden, ne kadar itici oluyorlarsa o kadar haz alıyorlar. Burada itaatten daha çok taraftarlık hazzı söz konusu. Kandırma ve inat hazzı. Televizyonlarda bazı insanların çok inandırıcı olmayan Reis savunmalarındaki grotesk hal bununla ilgili. Çünkü bu savunmalar insan zekasına hakaret adeta! Bazı “dönek” olarak adlandırılanların ve trollerin her gün döne döne Reis’i savunma çabaları da bu hazdan bağımsız değil.
İtaat ve düş kırıklığı
Her insanın ilgi görme, takdir edilme, onaylanmaya gereksinimi var. ‘Ben’, ‘sen’ ve ‘siz’ tarafından onaylanarak ‘ben’ olduğundan emin olabiliyor. İşte bu onaylanmanın bir yolu da itaat ve boyun eğmedir. İtaat üzerinden takdir toplayan çocuklar büyüdüklerinde de itaat üzerinden var olabiliyorlar; kolektif kültürde itaati yücelten bir eğilim vardır… İşte itaat üzerinden ilişkilenen kişiler bağımlılığa yatkınlaşıyor ve bir süre sonra otonom olmakta zorlanıyorlar. İtaat edenle itaate zorlayan otorite arasındaki asimetrik ve eşitsiz ilişki çoğu kez küçümsemeyi de içeriyor. İtaat eden bilinç ötesinde kendini de küçümsüyor. Daha sonra bu küçümseme başkalarını küçümseme yoluyla dışa atılmaya çalışılıyor. Böylece de kendisini küçümseyen otoriteyle benzeşiyor ve küçümsediği insan üzerinden saldırganla özdeşleşme gerçekleşiyor.
İtaat sonunda bir kadere dönüşüyor; Tanrı’nın öngördüğü, insana layık gördüğü bir şey… “Şükür” konseptiyle tanrısal bir güvence altına alınıyor: “Nasıl yaşarsanız yaşayın bu yaşadığınızdan ötürü Tanrı’ya şükredin; sorgulamayın, günahkar olmayın!” Her şeyi bilen, gören ve her şeyden sorumlu olan Tanrı’nın gözetiminde olduğu için yaşadıklarımızı sorgulamak isyan anlamına geliyor. İtaat edin ve bu duruma şükredin! Şükretmemek memnuniyetsizlik demek. Kul Tanrı’dan daha iyi bilemeyeceğinden, yaşadığı olumsuzluktaki derin anlamı kavramıyordur; Tanrı mutlak bilgiye sahiptir. Şükür konsepti itaati değiştirilemez kılıyor; Tanrı’yla ilişkili ve onunla ilişkilendirilen konular sorgulanamaz çünkü!
İtaatin temelinde aslında bir düş kırıklığı vardır: Sevdiklerimizin bizim beklentilerimize yanıt ver(e)miyor olması. Bunun yarattığı da bir öfke vardır ve bu öfke savunma mekanizmaları işletilerek savuşturulmaya çalışılır. Burada önemli bir nokta, öfkenin kontrolden çıkmamasına özen gösterirken, bunun için yine uzaktaki, ilişkinin dışındaki olayları ve nesneleri adres olarak seçmektir. Bize bazen yapay görünen abartılı öfke dışavurum biçimleri böyledir. Şehit cenazesindeki ırkçıları izleyenler bu duruma tanık olurlar. Burada ayrıca duygular da kontrollü bir şekilde dışa vurulur. Berkin Elvan’a “terörist” diyenlerin Filistin’de zulüm gören çocuklara üzülmeleri… Kuşkusuz bu çocuklara üzülmek çok insani; ama aynı insanların biraz ileride katledilen Kürt çocuklarına duyarsızlıkları durumu patolojik yapıyor. İsrail’i Filistin konusunda zalim bulmak, kendi zalimliğinin de projeksiyonunu içerir. Aslında İsrail’e duyulan öfke ve nefret bir bakıma kendinden nefret ve öfke demektir. Kendi ülkesinde “Vatan, Millet, Sakarya” adına kurşun sıkanlar, benzer söylemlerle Filistinlilere zulüm yapan İsraillilere öfke kusarken, patolojik ve ilkel savunma mekanizmaları sayesinde yaptıklarıyla kendilerini ilişkilendirmemektedir. İnsandışılık, ‘terör’ söylemiyle bir anlamda insani bir maske takıyor: “İsrailliler çocuk katili.” Kürtlerin ülkede öldürülmesinin de gerekçesi teröristlerin “bebek katili” olmasıdır. Katliamlar bebek katillerinden kurtulmak amaçlıdır! Berkin Elvan ama “terörist”tir! FETÖ davasında hapishanelerde bebekler ve çocuklar da var. Neyin cezasını hapiste çekiyor bu çocuklar? Suçları nedir?
Psikanaliz
Psikanaliz bir insanda bir sorun görürse, o insanın doğduğu ve büyüdüğü zamana dönerek o insanın ‘ilişkilenerek’ kişiliğinin nasıl şekillendiğine bakar. Bunun bir diğer anlamı da en az bir kuşak geriye gidip o insanın annesi ve babasıyla ilişkisine, nasıl yetiştirildiğine bakmaktır. Bu bakış aynı zamanda anne ve babanın nasıl kişiler ve kişilikler olduğunu anlama, analiz etme anlamı taşır. Yani bir kuşağın gelecek kuşağa bıraktığı psikolojik mirası anlamaya çalışmak gerekir. Kuşaklar arası aktarımların, yüklerin ve sevinçlerin incelenmesidir bu. Kişiliğin oluştuğu koşullara, kültüre de göz atmak gerekir. Bu anlamda psikanaliz, kültür analizi de demektir; kültürün insanın şekillenmesine etkileriyle ilgilenir. Kültürdeki kolektif bilinç ötesinin araştırılmasıdır… İtaat, itaat edende başlayan ve biten bir şey değil. İtaat kültürün, tarihin ve bireyin araştırılmasıdır aynı zamanda…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***