Türkiye ile Yunanistan arasındaki meseleler diye bir dosya hazırlayacak olsak, alt alta yazacağımız yedi başlık belli: Kıta sahanlığı, karasuları, hava sahası, FIR hattı, adaların silâhlandırılması, ihtilaflı bölgeler, azınlıklar (Batı Trakya, patrikhanenin ekümenikliği, Heybeliada Ruhban Okulu). El altında tutulacak temel belge de 1923 Lozan Antlaşması. Herhalde bunlara Kıbrıs dosyası da eklenir.
Sonra dönüp haritaya bakmak mümkün: Kıyılarıyla birlikte bugünkü Batı medeniyetinin beşiği olan adalarla bezeli bir çanak deniz. Kabaca güneyi Girit, kuzeyi Selânik, doğusu İzmir, batısı Atina. Akdeniz’e uzanmış “güneşin doğduğu yurt” bir yarımada, Anadolu ve Yunanca konuşan Doğu Roma’nın da merkezi İstanbul. Karşısında hap kadar, kıyıları tirfil tirfil Yunanistan. Nüfusu İstanbul’un yarısı kadar, Türkiye 82 milyon.
Tarihi de okumak gerek: 1821’de Türkiye’ye (Osmanlı’ya) karşı bağımsızlık savaşına girişip, dönemin küresel güçlerinin desteğiyle kazanmış Yunanistan. 100 yıl sonra aynı küresel güçlerin dolduruşuyla, hangi akla hizmet olduğunu kendi de bilmeden Polatlı’ya dek gelmeye de kalkmış. Bu defa Türkiye, Yunanistan’ı yenip bağımsız cumhuriyetini kurmuş – yedi düvele kök söktürme anlatısıyla. Geçmiş bunların da üzerinden bir yüzyıl daha.
Hukuki duruma bakarsak, en temel ayırt edici Yunanistan’ın 1981’deki AB üyeliği. Kuruluş mücadelesi sürerken bile birbirleriyle boğazlaşan Yunanların tarihi AB üyeliğine dek iç savaş-darbe sarmalında geçmiş. Nazi işgalini de görmüş, tek parti iktidarındaki Türkiye’de dönemin güdümlü gazeteleri “beter olun” değil aksine, dayanışma manşetleriyle çıkmış, komşuya insani yardım ulaştırılmaya da çalışılmış. Tarihi boyunca yokluk ve şiddet Yunanistan’ın sürekli göç vermesine neden olmuş, güçlü diasporası böyle oluşmuş.
İki ülke, ABD’nin ellerinden tutmasıyla 70 yıl önce el ele NATO’ya kapağı atmış. Diğer deyişle, karşılıklı silâhlanma yarışını sürdürüp, başat ulusal güvenlik tehdit algıları karşılıklı birbirlerine yönelik kurgulanmış iki ülke 70 yıldır da müttefik. Avrupa Konseyi, AGİT, OECD gibi uluslararası kuruluşlarda da ortak. 2004’te Yunanistan AB’nin eski Varşova Paktı devletlerine genişlemesini rehin alıp, GKRY’yi de Kıbrıs’ın tamamını temsilen AB’ye aldırmış, bir anlamda “yazgımızı bağlamış.”
İkili ilişkiler desek, iki büyük adam Atatürk ve Venizelos’un savaştıktan ve nüfus mübadelesinden topu topu sekiz sene sonra kucaklaşmalarını hep hatırda tutmalı. Yirmi yıla varan Erdoğan döneminde de nice balayları yaşanmış. İşaret parmağıyla irileşen göbeği test edilen Karamanlis’ten, “verizkıravat?” Tsipras’a, “kimyalar uyuşan” başbakanlar olmuş. Burada Erdoğan sabit kalırken karşı yakadaysa Karamanlis, Papandreu, Samaras, Tsipras, Miçotakis –kimler gelmiş, hayatımızdan kimler geçmiş.
Bugünkü duruma gelirsek Erdoğan dış politikada adını koymadan geniş bir U-dönüşü yaptı: Kaşıkçı’yı İstanbul’da parçalayan Suudilerle kucaklaşma, “rabiamız var bizim” darbeci Sisi’nin Mısır’ıyla yumuşama, “vanminuts” İsrail’le karşılıklı ziyaretler, “15 Temmuz’un sponsoru” BAE’yle açılım, “diktatör-densiz” Draghi’yle muhabbet, “akıl sağlığı şüpheli” Macron’la “comment vas-tu?” istişare. Ek olarak Ukrayna Savaşı bağlamında ziyaret trafiği de arttıydı: Duda, Rutte, Scholz ve Miçotakis.
Miçotakis’e son dönemde birden artıp, aynı ivmeyle kesilen konuk trafiğinde “eşitler arasında birinci” yer verildi. Boğaza nazır Vahdettin Köşkü’nde kravatsız ağırlandı. Dosyaya, kağıda, kaleme gerek yoktu. Reis işi kafa kafaya bağlamıştı. Ne ki sonradan Harvard ve Stanford mezunu, akıcı Fransızca da konuşan Miçotakis’i Biden adeta baştacı etti, Kongre’de (Temsilciler Meclisi ve Senato bir arada) yaptığı ve adını koymadan Türkiye’yi eleştirdiği konuşma ayakta alkışlandı, çanak çömlek orada patladı.
Böylece o sıcak kabulün üzerinden iki buçuk ay geçmeden “artık benim için Miçotakis diye birisi yok” çıkışına geldik. Taçlı başla yirmi sene de geçse Erdoğan’ın öfke patlamaları dizginlenemiyordu: “Bunların Türkiye’ye karşı takındıkları tavır ortada. İşte geçen gün Miçotakis’e ne yaptılar? Amerika’da Temsilciler Meclisi ve Senato’nun kapısını açtılar, orada konuşturdular. Bu konuşmasında alkışladılar mı? Alkışladılar.” Yani ABD (CHP Maltepe Mitingi örneğindeki gibi) kendi yurttaşına hangi uyarıyı yapacağını nasıl önce bize soracaksa, kimi başkentinde ne düzeyde nasıl ağırlayacağını da önce bize danışacaktı: Ha Salih Müslim İsveç devlet televizyonuna çıkarılmış, ha Miçotakis Kongre podyumuna.
Doğru, Miçotakis’in konuşması diplomatik incelik (“tact”) ve zamanlama bakımlarından eleştirilebilir. Hatta Yunanistan’ın kendi ulusal çıkarlarına dahi ne denli hizmet ettiği de sorgulanabilir. Ama bir çiçekle nasıl bahar gelir, ilk esintide nasıl fırtına patlamış gibi tüm yapı yerle bir olabilir? Üstelik o arada Çavuşoğlu da mevkidaşı Blinken’le New York’da görüşüyordu. Erdoğan’a bir telefon etmeyi çok gören Biden’in Miçotakis’e neden kırmızı halı serdiğini belki orada sormuş, “tezlerimizi” bir kere daha muhatabına ifade etmiştir. İsveç Dışişleri Bakanı Linde’ye posta koymayı bildiğine göre.
Dışarıya dönük birikmiş bunca atar-gider, bunca çıkarma, bunca takoz, bunca çalım, diplomatik veresiye defterinden bir kalemde silinecek değildi. İçerideki anti-demokratik boğuntu, daimi olağanüstü hal, çöktürme de mütecessis nazarlardan saklanacak gibi değildi. U-dönüşü yaptık, Ukrayna Savaşı jeo-stratejik önemimizi gösterdi, İsveç-Finlandiya NATO üyeliği kartını elimize aldık. Âlemin bir akıllısı, yedi düvelin zaptiyesi, şark kurnazı cihan pehlivanı bizdik çünkü. Bizsiz olmaz, olamazdı. Kasa tamtakır, önümüz seçim, talepkâr taraf bizdik, ama olsundu. Olmadı.
Kılıçdaroğlu da tartışmaya katıldı: “ABD Yunanistan’ı üslerle doldurdu. Hedefleri net.” Demek NATO’da müttefiğimiz olan Yunanistan’ı, NATO’nun lider ülkesi bize karşı, belki bize saldırtmak için silâhlandırıyordu. Ben hedefleri netleştiremediğim için akıl yürütüyorum. Bir diğer olasılık ise Prof. Dr. İlhan Uzgel’in yazdığı: “O üslerin ve askeri yığınağın Türkiye’ye yönelik olmadığını, ABD’nin İskandinavya’dan Akdeniz’e inen bir hattı askeri olarak tahkim ettiğini, Türkiye’nin zaten nükleer silah ve NATO’ya entegre radar sistemi bulunduran bir NATO üyesi olduğunu anlamakta zorlananlara bunu bir kez daha hatırlatmak gerek.”
Girişte sıraladığım yedi başlık ve Kıbrıs işlerinin içinden değme yüz yaşına merdiven dayamış Kissinger’i bugün Derwall misali transfer etseniz “ha” diye çıkamaz. Liyakatından haşa sual olunamayacak dosyasına bihakkın hâkim cümle hariciye mandarini de ardında siyasal irade ve önünde vizyon yoksa, işte yüz “istikşafi istişare” daha yürütse bir arpa boyu yol gidemez. Taksimetre “benim için artık öyle birisi yok” düzeyinden açılırsa, dünyada konuşacak muhatap kalmaz. Diplomaside kurallardan biri, üzerinde durulan zemini kendi kendini köşeye sıkıştıracak biçimde boyamamaktır.
Yunanistan da milliyetçilik ve bağnazlıkta bizden geri kalmadığı için karşılıklı bağrışır dururuz. Buna karşılık Altılı Masa’nın son açıklamasının dış politika bölümündeki “AB perspektifine odaklanma” ile “tarihi ve kültürel bağlara sahip olduğumuz ülkeler” ifadeleri ilk seçimde iktidar el değiştirecekse ve gelenler gelmeden dediklerine sadık kalacaklarsa yapıcı bir başlangıç zemini, bir zihin açıklığı sunabilir. Averof dretnotunun Ege’de sağı solu topa tuttuğu, bizim de elimizin kolumuzun bağlı olduğu dönemde epeydir değiliz. İstanbul da dün fethedilmedi. Önce yüzleşmeli, sonra geçmişi tarihleştirebilmeliyiz artık. Yunanistan’la aramızdaki konular da siyasetle çözülür. Siyasal çözüm de doğası gereği mükemmel olmaz. Yoksa kalır yine elde geriye turizm, “sirtaki diplomasisi” ve meşhur “güven artırıcı önlemler” paketleri yahut sıcak geçecek nice yazlar.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***