YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye seçim atmosferine girerken ve iç siyasi mücadele keskinleşirken, tıpkı 2015 Haziran seçimleri sonrası olduğu gibi, Erdoğan ve ortakları seçmen davranışlarını kendi lehlerine çevirme derdine düştüler. Ekonomi batmış vaziyette. Normalde seçimlerin ana belirleyicisi halkın refah seviyesindeki durumdur. Yüksek enflasyon, düşük büyüme, çığ gibi büyüyen işsizlik, Lira’nın serbest düşüşü, cari açığın uçuruma dönüşmesi, akaryakıt fiyatlarının küresel piyasalardaki tırmanışına ve Covid pandemisi sonrası mevcut durgunluğa eklenince, ortaya yıkıcı bir tablo çıktı. Erdoğan ve AKP-MHP Cumhur İttifakı tüm kamuoyu araştırmalarında yavaş ama sürekli bir düşüş sendromuyla karşı karşıya. Bunu ellerindeki mevcut ekonomik enstrümanlarla düzeltemeyeceklerinin farkındalar. Oysa 2023 başkanlık ve milletvekilliği seçimlerinde başarılı olmak zorundalar. Evet, sistem demokratik değil ve masa başı müdahale olası. Ama trafoya kedi girmesinin de bazı koşulları var. YSK’ya hâkim de olsalar, Anadolu Ajansı ve diğer haber kaynaklarını tümüyle kontrol de etseler, hatta gerektiğinde alenen oy çalabilecek imkâna da sahip olsalar, belli bir oy oranına ihtiyaç duyacaklar. Yüzde kırk beşleri yüzde elli bire çevirmek mümkün olsa da, masa başında yüzde otuzları yüzde ellilere çıkartmak risklerle ve belirsizliklerle dolu bir sürece gebedir. Bunu biliyorlar. Bir şeylere ihtiyaçları var. Ve bunu sağlayacak koşulları bu fiilen anayasasız rejimle yarattılar.
İşte bu tür durumlarda her zaman işe yarayan yöntem bir dış düşman üzerinden seçmeni birleştirmektir. Otoriter ve totaliter rejimlerin iç basıncı azaltmak ve rejime sadakati arttırmak amacıyla sıklıkla bu stratejiyi kullandıklarını biliyoruz.
Erdoğan ve adamları önce Suriye üzerinden bir hamle yapmayı denediler. Dışişleri bakanı Çavuşoğlu geçen hafta Rus dışişleri bakanı Sergey Lavrov’la buluştu ve Suriye’deki olası bir harekâtı gündeme getirdi. Diğer taraftan ABD ve NATO cephesinde İsveç ve Finlandiya’nın hızlandırılmış NATO üyeliklerini veto eden Erdoğan rejimi, göreceli de olsa belli bir koz elde etmiş görünüyor. Şimdilik terörist dedikleri sürgündeki muhalifleri İsveç’ten talep ediyorlar, ama bunun gerçekleşmeyeceğini rejimin bilmediğini düşünmek saflık olur. Kanımca bu argümanı, Suriye’deki harekâta onay almak için ileri sürdüler. Washington Suriye’de TSK ve onun sahadaki eski IŞİD, El Kaide ve El Nusra’cı profildeki militan cihatçılarının yapacakları bir anti-Kürt askeri harekâta sıcak bakmıyor. Moskova da Esad rejimini bu konuda razı edemez, dahası kendisi de bunu onaylamayacak gibi. Yine de Washington kanadı da Moskova kanadı da Erdoğan rejiminden beklentilerine göre pazarlık masasındalar. Bu pazarlıkların sonucunda ne olacağını şu anda kestirmek kolay değil. Ancak Erdoğan’ın beklentisini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. İçeride ihtiyaç duyduğu konsolidasyonu sağlamak için bir dış düşmana ihtiyaç duyuyorlar. Suriye’de dış düşman Kürtler, aynı zamanda içeride de HDP’ye yüklenmeleri ve muhalefet cephesini yarmaları için harika bir fırsat olabilir. Bunu hesap ediyorlar. Askeri operasyon, vatan-millet-Sakarya, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü, varoluş savaşı vs. bir jargonla içeride CHP-İYİP üzerinde baskıyı arttırmayı planlıyorlar. Muhalefetin HDP desteği olmaksızın Erdoğan’ı yenemeyeceği matematiksel bir gerçeklikken, HDP’yi oyun dışına çıkartmak ve CHP-İYİP bloğunu HDP ile bir arada görünmemeye zorlamak rejim için işe yarar bir strateji. Bunu yapmaya çalışacaklar. Suriye’ye askeri operasyon için on takla atmalarının arka planında bu var.
Fakat Suriye operasyonu HDP ile işbirliğini sabote etmeye yönelik bir strateji olmakla beraber, seçimlerde Erdoğan etrafında bir kenetlenmeyi sağlamaya yetecek büyüklükte bir balık değil. Daha büyük bir mevzu lazımdır. Bu mevzu Yunanistan’dan başkası olamaz. Türk iç siyasetinin en verimli dış düşmanı Yunanistan’dır. Sosyal ve politik genetik kodların Türkiye seçmenini Yunanistan meseleleri üzerinden birleştirme potansiyeli bir realitedir. TBMM hükümetinin ve Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki askeri muhatabı, Ecevit’e 1974 Kıbrıs Savaşı sonrası seçim kazandıran, Çiller’e Kardak sonrası derin devlet ve halk nezdinde büyük getiri sağlayan, Yunanistan’dır. Ulus inşası sürecinde “öteki” sabitesi olarak kullanılan, Türk-üstünlükçü ulusal tarih yazımına referans noktası olarak eklemlenen, tek ve yek dış düşmandır Yunanistan.
Şimdi Erdoğan ve onunla güç ittifakı içerisinde bulunan paydaşlar Yunanistan üzerinden Erdoğan’ı parlatmak ve ona son bir seçim zaferi vermek derdine düştüler. Tabi asıl gayeleri Erdoğan’ı kurtarmak değil. Kendilerinin siyasi kaderi de Erdoğan’a endekslidir. MHP ve derin Avrasyacı ekip, kendi istedikleri formatta bir Türkiye hedefine ancak Erdoğan’la ittifak yaparak ulaşabileceklerini biliyorlar. AB hedefinden kopmuş, demokratikleşme momentumunu yitirmiş, hatta ters istikamette bir otoriterleşme geçirmiş ve halen de otoriterleşmeye devam eden, NATO’dan kendisini fiilen izole etmiş, Rusya-Çin-İran yöneliminde son on yılda epey yol kat etmiş bir Türkiye’dir hedefleri. Erdoğan bu hedefe giden yolda sağ tabanı ikna eden liderdir. Tek başlarına siyaseten güçleri son derece sınırlı MHP ve Avrasyacı derin devlet ittifakı, Erdoğan’ın popülaritesini kullanarak, 17 Aralık 2013’ten bu yana Türkiye siyasetini belirliyor, dizayn ediyor.
Uzunca bir süredir amiral Cihat Yaycı gibi bir fanatiğin fikir babası olduğu Mavi Vatan üzerinden hayali bir yayılmacılık hülyasına kapıldılar ve halka bunu pompaladılar. Yunanistan’ın uluslararası hukuktan ve Lausanne başta olmak üzere uluslararası antlaşmalardan doğan egemenlik haklarını tanımama eğilimine girdiler. Münhasır ekonomik bölge adıyla, Yunanistan’a ait olduğu tartışmasız adaları Türk deniz yetki alanında gösteren haritalar yayınladılar ve Atina’yı yayılmacılıkla suçladılar. Kümese girmeye çalışan tilkinin tavukları suçlayacak bahane araması gibi grotesk bir bakış açısını Türkiye halkına benimsettiler. Zaten ders kitaplarından ve daha önceki siyasal diskurdan hipnotize edilmiş olan Türkiye ahalisi hızla radikalleştirildi. İslamcısından ülkücüsüne, ulusalcısından merkez sağına kadar tüm siyasal segmentler, konu Yunanistan, Ege, adalar, Kıbrıs falan oldu mu şahinleşiyor. Bu, Erdoğan ve güç paydaşlarına inanılmaz mümbit ve doğurgan bir siyasi alan açıyor.
Şimdilerde bu mümbit alana yeni bir öğe katmaya çalışıyorlar. Dışişleri bakanı Çavuşoğlu geçenlerde Yunanistan’ın adaları silahlandırdığının altını çizerek, bunun uluslararası antlaşmaları ihlal anlamına geldiğini belirtti. Elbette adaların silahlandırılması tek başına ele alındığında Türkiye siyasetinde on yıllardır üzerinde durulan bir sorun. Fakat bu sorunun şimdilerde ısıtılarak gündeme getirilmesi yeni bir durumdur. Dahası, Çavuşoğlu silahlandırılan Yunan adalarının statüsünün tartışmaya açılacağını söyleyerek, Türk tezlerini oldukça radikalleştirdi. Üzerine Efes Tatbikatı’nda Erdoğan alenen Yunanistan’ı tehdit etti. Basında bir anda çıkartma birliklerinin icra ettiği tatbikatların videoları ve görselleri ortaya saçıldı. Birçok ulusal havuz kanalında Yunanistan’daki ABD üsleri konusu oldukça şahin yorumlarla irdelenirken, eski amiraller ve generaller Yunanistan’la olası bir savaşın senaryolarını konuşmaya başladılar. Erdoğan’ın başdanışmanı eski havacı başçavuş profesör Mesut Hakkı Caşın çıktığı her TV programında Yunanistan’ı baş düşman ilan etti, Türkiye siyasetinde Kıbrıs krizi esnasında bile duyulmamış radikallikte yorumlar yaptı. Bu adamın Erdoğan’a yakınlığı göz önüne alındığında, meselenin salt boyalı havuz medyasının bir abartısı olmadığı açıktır. Türkiye’de Avrasyacıların ortaya attığı “Adalar Denizi” ve “Mavi Vatan” gibi safsataların artık eksantrik hayaller değil, mevcut rejimin genel politika parametreleri olduğu görülüyor.
Bu esnada aklıselimin tümüyle ortadan kalkmış olduğunu müşahede ediyoruz. Lausanne Antlaşması Ege’deki adalar konusunda gayet açık ve net hükümler ortaya koymuş, Türkiye de bunları 100 yıl önce kabul etmiş. Buna göre Anadolu yarımadasında üç deniz mili uzaklıktan ötedeki bütün adalar, adacıklar ve kayalıklar Yunanistan’a bırakılmıştır. Diğer bir ifadeyle, Ege Denizi’nde Türkiye ana karasından itibaren üç mil sonrasındaki her kara parçası Yunanistan’ın egemenlik hakkıdır. Bu gerçeği cumhuriyet hükümetleri kabullendiler ve buna Türk hariciyesi hiçbir zaman itiraz etmedi. Bu adaların statüsünü tartışmaya açmak Lausanne Antlaşması’na aykırıdır.
Oysa Lausanne Türkiye’nin kurucu antlaşmasıdır. Mevcut sınırlar Lausanne ile çizildi. Atatürk, İnönü, Menderes, Demirel, Ecevit, Özal ve diğer siyasi karar alıcılar özenle Lausanne düzenine harfiyen riayet etti. Türkiye hariciyesi hiçbir zaman yayılmacı bir yaklaşımı benimsemedi. Kardak krizinde Avrasyacı derinlerin dolduruşuyla Tansu Çiller “egemenliği tartışmalı adalar ve adacıklar” yaklaşımını Türkiye’deki Ege tezlerine yamayarak Türkiye’ye büyük zarar verdiler. Erdoğan ve AKP 2002’de çıktıkları yolda AB Komşuluk Politikası normlarına göre bu tür yayılmacı hevesleri bir kenara koydu ve daha spesifik alanlara yönelik görüşmeler için Yunanistan’la kanallar açtı. Karasuları meselesi gibi konularda o günlerde ilerleme sağlanma potansiyeli vardı. Çünkü Türkiye demokratikleşiyor, AB’ye yöneliyor, içeride ve dışarıda sorunları çözen, uluslararası normları benimsemeye yönelen bir grafik çiziyordu.
Erdoğan 17 Aralık 2013’te AB rotasını terk etti. Ergenekoncu derin yapılarla ve MHP’yle koalisyona giderek, Çözüm Sürecini bitirdi. Sonrasında herkesin malumu olan süreç başladı. Bugün gelinen noktanın geçmişi budur.
Kanımca Erdoğan ve güç paydaşları 2023 seçimleri öncesinde Suriye ve Yunanistan’la kriz çıkartacak ve kendilerine avantaj sağlamaya çalışacak. Hatta bir savaş oldubittisi ile belki de seçimleri iptal edecekler veya erteleyecekler. Ya da böyle bir seçim atmosferinden zaferle çıkmayı planlıyorlar. Bunun dışında tüm senaryolarda kaybedecekleri ortadayken, rejimin devamı için tek yol dış düşman üzerinden içeride konsolidasyon gibi görünüyor. Muhalefet daha önce Suriye operasyonlarına hep yeşil ışık yaktı, mecliste tezkerelere evet dedi. Erdoğan biliyor ki bu muhalefet Suriye ile daha geniş çaplı bir askeri müdahaleye de, Yunanistan’la savaşa da karşı duramaz. Çünkü Türkiye seçmeni radikalleştirildi. Muhalefet zaten ülkücü-ulusalcı (sağ ve sol nasyonalist) ideolojilerden besleniyor. Erdoğan da, güç paydaşları da bu zaafı görüyor.
Türkiye büyük bir tehlike altındadır. Çünkü özellikle herhangi bir toprağını işgal etmeye yeltenmek, Yunanistan’la savaşa girmek demektir. Oysa Yunanistan Türkiye’nin toprak bütünlüğüne karşı hiçbir hamle yapmış değil. Uluslararası hukuktan ve antlaşmalardan doğan egemenlik haklarını kullanıyor. Yunanistan’ın topraklarına ve egemenlik haklarına göz dikmek etik ve normatif değildir. Bu tür bir savaş senaryosunda – etik ve normatif değerleri bir kenara bırakacak bile olsak – Türkiye karşısında salt Yunanistan’ı bulmayacak. Tüm NATO ve AB Türkiye’nin karşısında yer alacak. Yani Erdoğan ve güç paydaşlarının siyasi bekaları uğruna koskoca Türkiye’nin ve on milyonlarca Türkiye yurttaşının çıkarları heba edilecek. Bu bir intihardır. Ve bana ciddi olarak İttihatçıların Birinci Dünya Savaşı’na girişini düşündüren bir senaryodur. Bu tür bir senaryoda Rusya gibi aktörler NATO ittifakını işlevsizleştirmek için Türkiye’deki rejimi cesaretlendirebilirler. Bu, mevcut tehlikeyi küresel bir krize de götürebilir. Makul olan, içerideki tüm belirleyicilerin – muhalefet partilerinin, meclisin, akademinin, sivil toplumdan arta kalan yapıların, askeriye ve bürokrasi içerisinde halen olduğunu düşündüğüm rasyonel ve vatansever aktörlerin – bu duruma müdahil olmalarıdır. Bıçak kemiğe dayandı ve bu rejim yüzüncü yılı dolmadan cumhuriyeti tümüyle yok edecek bir yolu göze almış görünüyor. Bunun önü alınmalıdır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***