Diaspora ile ilgili yazdığım makalelere dönüp yeniden bakınca, belki de daha çok kendi derdimden söz ettiğimin kuşkusunu yaşıyorum. Çünkü diaspora kelimesinin iki anlamı var.
Birincisi ve en yaygın olanı, zorla ülkelerinden uzaklaştırılan ve dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan halklar anlamındadır. Kelimenin etimolojisi Yunancadan: Saçılmak, serpilmek demektir. En yaygın örnek de Romalıların döneminden başlayarak dünyanın1pek çok yerlerine gitmek zorunda kalan Yahudilerdir. Bazen insanlar kendi istekleriyle başka ülkelere yerleşirler ama bu olaya daha çok “göç” denir.
Diasporanın ikinci anlamı birilerinin ister zorla ister kendi seçimleri sonucunda ülkelerinden uzak kalmalarıdır. Bu durumda kelime “sılayı”, “memleket özlemini” de çağrıştırır. Bu ikinci anlamla, geniş bir çevrede, örneğin, bir ülkede yalnızlığı hissetmek, azınlık olma duygusu yaşamak da anlaşılır. Bu özlem, istenen ama uzağında kaldığımız, ulaşamadığımız bir âlemdir.
İkinci anlamıyla diaspora, geniş topluma tam uyum göstermeyen, bir farklılığı koruyarak yaşayandır; bir “yabancıdır”. Bütünüyle çevrelerine asimile olanlara diaspora denmez; olsa olsa onların “farklı kökenlerinden” söz edilir. Örnek olarak Amerikalıları düşünebiliriz. Hemen hemen bütün Amerikalılar göçler sonrasında gelenlerden oluşur. İngiltere, İrlanda, İtalya, İspanya, Meksika, Rusya gibi ülkelerden gelen ve “Amerikalılaşan” kimselere diaspora denmez. Ama geldikleri memleketlerinin “havasını” – yani kültürünü, geleneklerini – hâlâ korumaya çalışan Amerikalı Ermeni, Yunanlı, Yahudi, Çin gibi diasporalarından da söz edilebilir.
Belki “gelenekleri korumaya çalışan insanlar” kavramı pek isabetli değildir. İnsanlar her zaman bir şeyleri yapmaya “çalışmaz”; bazen bazı şeyleri “istemeseler de” yaparlar. Örnek: Asimile olamazlar, entegre bile olamazlar, geniş çevre ile uyum içinde bulunamazlar, kendi küçük gruplarının dışına çıkamazlar. Ve azınlık olarak kalırlar – etnik, dini, kültürel, ideolojik, felsefi azınlıklar olarak.
Yazdığım yazılara yeniden bakınca kendimi bu anlamda gördüm: geniş çevre ile uyum içinde olmayan biri olarak. Yaşadığım ülkeden bağımsız olarak bir azınlık üyesi! Geniş çevre olarak da algıladığım ise, günümüzün dünyasıdır. Yazmış olduğum “diaspora makalelerinde” en sık sözü edilen konu milliyetçilik olmuştur. Nedeni milliliğin, milli devletlerin ve milliyetçiliğin günümüzün egemen ideolojisi, felsefesi ve algısı olmasıdır. Bu ideolojik dünya “geniş çevremizdir”. Bu geniş çerçevede kendimi başka bir âlemi özleyen bir diaspora üyesi olarak düşünürüm.
Bu tür bir “yabancı”, klasik diaspora üyelerinden pek de farklı olmayan durumlarla karşılaşır. Kendini azınlık olarak hisseder, çevre de ona yabancı muamelesi yapar, kimi zaman ötekileştirilerek dışlanır, kimi zaman bu dışlama ırkçılık düzeyinde olur, kimi milli algılar çerçevesinde düşman bile sayılabilir. Ve bir mağduriyet yaşar. Bu tür bir “yabancı” tepki olarak genellikle iki yoldan birini seçer. Ya geniş çevreye uyum sağlamak için kendi kimliğini bastırarak asimile olur ve çoğunluğa katılır, ya da içine kapanır, yani kendi grubunun içinde bir sığınak arar ve giderek dünyadan kopar.
Ama her iki seçim de yetersiz: Ne yaşanan durumu bilincine varıp sıkıntılara bir açıklama sağlıyor, ne de çevre ile uyumlu ve huzurlu bir yaşamı. Her iki seçim de aslında bir kaçıştır. İçinde yaşadığımız dönemi anlamamanın sonucunda mağduriyet duygusunun ağırlıklı olarak yaşanmasıdır. Diasporanın en belirgin özelliklerinden biri olan “özlem” ve “sıla” bu mağduriyet duygusuyla ilişkilidir.
Ama en sorunlu duygu “azınlık” insanının “çoğunluğa” karşı duyduğu sitem, şikâyet ve bazen “uçuruma” varan ayrımcı önyargılarıdır. Kendi ailemde yaşadığım bir olayı anlatmak, demek istediklerimi daha anlamlı kılacak.
Babam 1900 doğumluydu. Balkan Savaşlarının, Birinci Dünya Savaşının ve 1919-22 yıllarının Türk-Yunan Savaşlarının kuşağı idi; yani milliyetçi çatışmalarının çocuğu. Sonra 1942 yılının Varlık Vergisini, 6/7 Eylül 1955 olaylarını, 1964 yılındaki Rumların İstanbul’dan kovulmalarını yaşadı. Türkler onun için “ötekilerdi”: düşman, tehdit ve tabii olumsuz kimseler. Türk’ün genel resmi, imajı ve “karakteri” buydu.
Ben belli bir yaşa gelince aramızda tuhaf tartışmalar olurdu. Milli karakter genellemelerinin yanlış olduğunu kanıtlamak için tanıdığımız olumlu Türkleri hatırlatmak pek semere vermiyordu. Ona göre onlar “istisna” idi. Daha sonraları aynı mantığı T.W. Adorno’nun The Authoritarian Personality adlı çalışmasında da buldum: Yahudi soykırımını yapanların, çok sevdikleri, beğendikleri, olumlu saydıkları Yahudi dostları da varmış. Ama bunları “istisna” sayıyorlarmış! (Adorno’nun çalışması internette bulunabilir.)
İlginç olanı, babamın Türk komşularıyla, tanıdıkları ve dostlarıyla bir sorunu olmaması. Arkadaşlarımı da özellikle severdi. Doktora çalışmamı yapınca – maalesef babamın ölümünden sonra – bu tuhaf çelişkinin bir açıklamasını buldum. Meğerse milli eğitimle “milli düşünmeyi” öğrenen insanların iki türlü “öteki” anlayışı varmış. Tanıdıkları olumlu (somut) kimseler göz önüne alınmıyor, milli anlatının öğrettiği “soyut milli karakter” kafalarda başköşede yerini alıyormuş.
Bu durumun adeta sayı ile belgelemişim. Anı ve edebi metinler yazmış üç tanınmış Türk yazarın metinlerinde durum şöyle. Her üç yazar da hayatlarında tanıdıkları Yunanlıları anlatırken onlar hakkında hemen hemen hep olumlu şeyler yazmışlar; ama roman ve öykülerinde Yunanlıları hep olumsuz göstermişler! Sayılar şöyle: Hayatta olumsuz Yunan kadını tanımamışlar ve üç olumlu kadın tanımışlar ama romanlardaki Yunan kadınlarının hepsi olumsuz. Erkeklerde de durum benzerdir. Anılarda iyiler/kötüler oranı 14/3 iken, edebiyat metinlerinde bu oran tersine dönüyor: 3/33. (Ayrıntılar: Öteki ve Kimlik, İletişim, 2005)
Yani milli ve milliyetçi ideoloji somut insanlardan değil, milli anlatıya göre şekillenen Ötekilerden söz eder. İnsanlar milliyetçi anlatımın “öğrettiği” Öteki’ne benzemeyen somut kimseler tanısa da kafasındaki “soyut öteki” bir gerçeklik olmaya devam ediyor.
Bu kapsamda, birilerinin “öteki” sayılan birkaç arkadaşı olması, onlarla iyi dostluklar kurması önyargılı değildir anlamı taşımaz. Irkçılar için söylenen müstehzi sözü hatırlatırım: “Benim en iyi arkadaşım bir Yahudi’dir!” Milliyetçiliğin ve ırkçılığın aşılması “milli öteki” kavramının toplum içinde ve her birimizde nasıl çalıştığını anlamaktan başlar. Yani anlamaktan ve bilmekten…
Milliyetçiliğe karşı olmamın nedenlerinin başında bu “anlama sınırlaması” gelir. Milliyetçilik soyut bir “biz-öteki” algısı aşılar. İnsanlara düşman diye farklı etnisiteden insanları gösterir. Oysa “düşman” zamanımızın egemen ideolojisi milliyetçiliktir. İnsanlar içinde bulundukları bu ideolojik deli gömleğinden (ideological straitjacket) kurtulmanın tek yolu durumun “anlaşılmasıdır”. Milli toplumun bize neleri “öğrettiğini” ve “bellettiğini” öğrenmek ilk ve en önemli adımdır. Ama anlamanın zorluklarını da uzun uzun anlatmış bulunmaktayım.
Bir sonraki yazımda milli/milliyetçi/ulus/ulusal gibi kavramlar kargaşasını ele almak istiyorum.
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***