YORUM | YÜKSEL DURGUT
Diyanet bu Cuma günü Avrupa hutbelerinde “Edep ve Hayâ” konusunu işledi. Nereden mi biliyorum? Yaşadığım şehrin küçük camisine bu Cuma günü farklı milletlerle aynı safta bulunduğum için biliyorum. Camiye gitmek bu kadar önemli mi? Eğer namaz çıkışında tehdit edilirseniz önemli.
Minberde ak sarıklı beyaz cübbeli Diyanet’in imamı DİTİB’in her Cuma yayınladığı hutbeyi elindeki kâğıttan okumaya başladı: “Her dinin bir ahlakı vardır; İslam’ın ahlakı da hayâdır.” Böyle buyuruyor Allah’ın Rasûlü bir hadis-i şeriflerinde. Güzel ahlak ilkelerini tamamlamak üzere gönderildiğini söyleyen Allah Rasûlü, hayâyı ahlakî meziyetlerin en üstünü ve insanî vasıfların en güzeli olarak vasıflandırmaktadır. Basit anlamıyla ‘utanma duygusu’ olarak tarif edilebilecek hayâ, “nefsin çirkin davranışlardan rahatsız olup onları terk etmesi” anlamına gelir. Bir de hayânın bir üst basamağı olan mürüvvet vardır ki, o da “açıktan yapıldığında hayâ duyulan bir işi gizli olsa da yapmamak” olarak tarif edilir.
Hayânın üç boyutundan bahseder. Birincisi Allah’a karşı hayâ duymaktır. Hayânın bu boyutunu Sahâbe-i Kirâm’ın büyüklerinden Abdullah ibn Mes’ûd şöyle anlatıyor: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.s), “Allah Teâlâ’dan gerektiği gibi hayâ ediniz.” buyurdu. Biz de kendisine, “Ey Allah’ın Rasûlü! Hamdolsun; biz zaten hayâ ediyoruz.” diye cevap verdik. Bunun üzerine Allah Rasûlü şöyle buyurdu: “Öyle değil! Allah’tan hakkıyla hayâ etmek; başını ve başında yer alan organları, karnını ve karnına bağlı organları koruman, dünya hayatının süsüne kendini kaptırmaman, ölümü unutmamandır. Ahireti isteyen dünyanın süsünü bırakır. Kim bunu yaparsa Allah’tan gereği gibi hayâ etmiş olur.”
“Hutbemi Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in, bizleri hayâsızca tutum ve davranışlar konusunda uyaran sözleriyle bitirmek istiyorum…” dedi imam ve huşu içinde namazımızı kıldık. Özellikle pandemi döneminde Cuma günleri camileri hep ziyaret ettim. İlk bulunduğum bölgeye geldiğimizde güvenlik birimleri bu konuda dikkat etmemiz gerektiğini bize zaten söylemişlerdi. Hatta yakın bir şehirde benim gibi mülteci olarak buraya gelen bir arkadaşımın da başına benzer bir olay yaşanmıştı. Cuma çıkışı, bir grup arkadaşımın etrafını çevirerek camiye tekrar ayak basmamasını, kim olduğunu bildiklerini söylemişlerdi. Bu olayı bildiğim için pandemi döneminde maskeli halde Allah’ın evine gittim.
Sevgili arkadaşım Ahmet Dönmez’in başına gelenler birçok arkadaşım gibi beni de çok üzmüştü. Avrupa’nın göbeğinde gözlerini kan bürümüş bu insanların kinleri hiç bitmeyecek miydi? Belki de onca zaman sonra gerçekleri görmüş olmaları gerekmiyor muydu? Bitti mi? Hayır, bitmedi. Nefret sona ermedi.
Ben pek ön planda olan bir kişi değilim aslında. Camide maske takıyoruz. Kimse kimseyi tanımıyor. Başımda ters giydiğim şapka ile namaz sonrası kapıya doğru yola çıktım. Cami kapısının tam çıkışında birisi önümü kesti. İlk olarak bana söylediği vaazın konusunu iyi dinlediğini gösterir gibi, “Hayamızı koruyalım” oldu.
Evet ben hayâmı korudum. Bir tek söz söylemedim. Çünkü benim lügatımda kavga etmek, insanları kırmak, karıncayı incitmek yazılı değil. Şaşırmadım, çünkü başıma bu şekilde bir olay gelebileceğini biliyordum.
“Benim neden bahsettiğimi biliyorsun?” dedi beni tehdit eden kişi ve ekledi, “Kim olduğunu biliyorum. Olayı büyütmeyelim. Bundan böyle buraya gelmeyin,” diyerek bana yolu gösterdi. Arkamdan seslendi sert bir ses tonuyla: “Arkadaşlarınıza da söyleyin buraya gelmesinler.”
Ben bisikletime binerken, etrafında toplanan kişilere, “Bunlara neden buraya girmelerine izin veriyorsunuz?” diyordu. Allah’ın evine germek için izin mi isteyecektik? Günde 5 kere bir davet olan ezan-ı Muhammedî bizi çağırdığı zaman birilerinden izin mi alınması gerekiyordu? Bu senaryoyu 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin korku havasının üstüne sindiği zaman dilimini yaşayanlar iyi bilirler. Kürsülerinden nefret söylemlerinin olduğu dönemde camileri terk eden çok insan gördüm. Üzerinden onca zaman geçmesine rağmen hala kürsülerden verilen cevazların halk nezdinde işe yaradığını bizzat yaşadım.
Ben sadece Allah’a şikâyet ederim. Allah’ın evinden kovuldum ve tehdit edildim. Mülkün sahibini şahit tuttum. Tek bir söz söylemedim ve “Hesap gününde Allah’ım şahit ol” diyerek oradan ayrıldım. 15 Temmuz sonrası cezaevine girdiğimde de çok üzülmüştüm. Şimdi de üzüldüm, haksızlık içim acıtıyor. Okul zamanı olduğu için çocuklarım yoktu. Eğer ya yanımda olsaydılar? Devran dönüp, gerçekler ortaya çıktıktan sonra, bu çocukların cami korkusunu nasıl yok edeceğiz? 15 Temmuz sonrası haksız yere demir parmaklıklar arkasına düşen kişilerin çocuklarının hala polis korkusunun sona ermediği gibi…
Hatip, hutbeyi tamamlayıp, minberden inmeden önce Nahl sûresinin 90. ayetini okur. Ayette şöyle der: “Şüphesiz Allah; adaleti, yararlı amelleri en güzel bir şekilde yapmayı ve akrabalara yardım etmeyi emrediyor; her türlü edepsizlik ve çirkinliği, haram ve kötülüğü, azgınlık ve zulmü yasaklıyor. O, düşünüp tutasınız diye size böyle öğüt veriyor.”
İlahiyatçılar yanıt versinler şimdi. Hesap gününde başıma gelen bu olaydan dolayı alacaklı mıyım? “Camiler zaten Allah’a ibadet etme adına inşa edilmiş binaların adıdır. Dolayısıyla böyle bir soru abesle iştigaldir, vakit kaybıdır. Tabii ki Allah’a ibadete tahsis edilmiş camilerde namaz kılmak caizdir,” diyerek bir yazı kaleme alan Ahmet Kurucan’a bir kere de ben sorayım, “Bu camilerde namaz kılmak caiz midir?”
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***