Erdoğan’ın Suriye’ye askeri harekât düzenleyeceğine dair açıklamasına ABD cenahından ilk resmi tepki dün Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile yaptığı telefon görüşmesine ilişkin Beyaz Saray tarafından yapılan yazılı açıklamayla geldi. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, bu tür görüşmeler sonrası yapılan yazılı açıklamalarda genelde “etliye sütlüye” pek dokunulmaz. İki müttefik ülkenin yetkilileri arasındaki görüşmenin içeriğindeki olası gerilimli hususlar dışarıya yansıtılmamaya çalışılır.
Nitekim Beyaz Saray açıklamasında Sullivan-Kalın görüşmesinde hangi konuların ele alındığı başlıklar halinde verilmekte, ama taraflar arasındaki görüş ayrılıklarına – bariz bir istisna hariç – ima yoluyla bile olsun değinilmemektedir. Açıklamaya göre görüşmede Rusya’nın devam eden saldırganlığına karşı Ukrayna’ya verilen destek, Ukrayna’nın tarım ürünlerinin küresel piyasalara ulaştırılabilmesi için tarafların yürüttüğü faaliyetler ele alındı. Bir diğer konu İsveç ile Finlandiya’nın NATO’ya katılım sürecine ilişkin Türkiye’nin bu iki ülkeyle yürüttüğü müzakerelerdi. Sullivan bu görüşmeleri desteklediklerini belirtirken, bu iki İskandinav ülkesinin üyeliklerini ABD’nin güçlü şekilde desteklediğini özellikle vurgulamayı da ihmal etmedi. Sullivan ayrıca Doğu Akdeniz’deki tüm anlaşmazlıkların çözümü noktasında diyalog ve diplomasi kanallarının kullanılmasına yönelik teşvikte bulundu.
Görüldüğü üzere bu ifadelerden görüşülen konularda taraflar arasında herhangi bir anlaşmazlık bulunup bulunmadığını anlamak fazla mümkün değil, açıklama bekleneceği gibi sorunları dışarıya yansıtmamak üzere özenli bir dille yazılmış. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerini ABD’nin “güçlü” şekilde desteklediğini belirtme gereğini duymuş olması ve Doğu Akdeniz’de askeri değil diplomatik çözümleri vurgulaması görüşmede Sullivan’ın hangi mesajları ilettiğine dair bize bazı fikirler vermekle birlikte açıklamanın diplomatik üslubu fazla anlamlar çıkarabilmemizi engellemektedir.
Fakat Suriye’yle ilgili kısma gelindiğinde işin rengi birden değişmektedir. Beyaz Saray açıklamasına göre Sullivan, Kalın’a o meselede aynen şunları söylemiştir: “Mevcut ateşkes hatlarının korunması ve (ülkenin) daha fazla istikrarsızlaştırılmasından kaçınılması suretiyle Suriye’de gerilimi artırmaktan uzak durulmasının önemini vurguladı.”
Sullivan’ın “kaçın” ve “uzak dur” ihtarları içeren bu cümlesi, Erdoğan’ın “Güney sınırlarımız boyunca 30 kilometre derinlikte güvenli bölgeler oluşturmak için başlattığımız çalışmaların eksik kısmıyla ilgili adımları atmaya başlıyoruz” sözleriyle duyurduğu Suriye’ye askeri harekât düzenleneceğine dair açıklamasına kesin bir dille verilmiş tepkidir. Beyaz Saray Erdoğan’a “Suriye’deki mevcut ateşkes hatlarını değiştirmeye kalkma, böyle bir adım oradaki istikrarın bozulmasına yol açarak gerilimi arttıracaktır” diyor.
İşin ilginç tarafı görüşmeye ilişkin Cumhurbaşkanlığı tarafından yapılan açıklamada ABD’li yetkilinin verdiği bu açık mesajdan hiç bahsedilmemekte, onun yerine şu ifadelere yer verilmektedir: “PKK/PYD/YPG terör örgütünün Türkiye’nin ulusal güvenliğine ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne tehdit oluşturmaya devam ettiğine dikkat çekildi. Türkiye’nin tüm terör örgütlerine karşı mücadelesini kararlılıkla sürdüreceğinin altı çizildi.” Beyaz Saray’ın açıklaması olmasa bu ifadelerden sanırsınız ki iki taraf da Suriye meselesinde Türkiye’nin resmi görüşünü benimsemiş haldedir. Burada Erdoğan rejiminin sıklıkla başvurduğu, dışarıdan “zılgıtı” yeyince bunu iç kamuoyundan olabildiğince saklama taktiğine yine başvurduğunu anlıyoruz.
Beyaz Saray açıklaması sayesinde Beştepe açıklamasındaki Suriye paragrafının taraflar arasında bir görüşbirliğini değil, tam tersine ciddi bir çatışmayı işaret ettiğini öğreniyoruz. Anlaşılan o ki “dikkat çekildi, altı çizildi” ifadeleri, Kalın’ın Sullivan’a cevaben söylediklerinden ibaret… Sullivan görüşmede Kalın’a Türkiye’nin Suriye’ye yönelik kontrolü altında tuttuğu bölgeleri genişleten herhangi bir askeri harekât düzenlemesine kesinlikle karşı olduklarını, bunun Suriye’deki hassas dengeleri bozacağını söyledi. Kalın da cevaben Türkiye’nin YPG’ye yönelik resmi görüşlerini tekrarladı.
Böylece ABD, Erdoğan’ın Suriye açıklamalarına karşı ilk tepkisini vererek Türkiye’nin muhtemel bir askeri harekâtına karşı olduğunu tüm dünyaya duyurmuş oldu. Biden böylesine önemli bir konuyu görüşmek için yine Erdoğan’ı aramaya gerek görmedi. ABD’yle herhangi bir uzlaşmaya varmadan Suriye’de girişilecek bir askeri harekâtın sonuçlarının neler olabileceğine ilişkin fikir sahibiyiz. Erdoğan’ın Suriye’de başlattığı son askeri harekât, önceki ABD Başkanı Donald Trump’ın kendisine gönderdiği, “Türkiye ekonomisinin yok edilmesinden sorumlu olmak istemem, ki bunu yaparım. Sana zaten Rahip Brunson konusunda küçük bir emsal vermiştim.” gibi aşağılayıcı tehditlerini içeren ve daha da aşağılayıcı şekilde “Aptal olma. Seni daha sonra arayacağım.” sözleriyle biten mektubu sonrası durdurulmuştu.
Erdoğan rejimi için başından itibaren Suriye’de birinci tehdit YPG’dir, oysa başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler için oradaki birinci tehdit IŞİD’dır. Erdoğan Batılı müttefiklerle yaşanan bu tehdit algılaması farklılığını çözmeye çalışmak yerine, “Kobani düştü, düşüyor” ifadelerinde de hatırlanacağı üzere, IŞİD’in YPG karşısındaki “zaferlerinden” dolayı memnuniyet izhar etmekten de kaçınmamıştır. Yaptığı bu vahim hatalar sonucu Batılı ülkelerin resmen terörist olarak tanıdıkları PKK’nın bir kolu olan YPG’ye askeri destek vermesinin önünü açmıştır.
İyi planlanmamış bir geri çekilme sonrası Afganistan’daki müttefiklerini yüzüstü bırakmasının dünyadaki akisleriyle boğuşan Biden Yönetimi, Suriye’de IŞİD’a karşı mücadelede askeri destek verdiği, ana omurgasını YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) de yalnız bıraktığına dair bir algılamaya yol açmak istemeyecektir. Öte yandan SDG IŞİD’lı mahkumların gardiyanlığını, aynı zamanda onların ailelerinin ve IŞİD’a sempati duyduğundan şüphelenilen sayıları 60 bini geçen sivil bir kesimin “kamp bekçiliğini” yapmaktadır. Bu mahkumlar ve kamp sakinleri arasında hemen her Batılı ülkenin vatandaşları bulunmaktadır ve bu ülkeler bu yurttaşlarının ülkelerine geri dönmesini, onların kendisine iade edilmesini kesinlikle istememektedir. Oraya züccaciye dükkanına giren bir fil gibi yapılacak askeri harekât sonucu bu çok hassas meselede işlerin iyice karışması beklenmelidir.
Batı’nın Türkiye’nin askeri harekâtı karşısında kendisini korumadığını gördüğü anda SDG “Artık kendi başımın çaresine bakmak zorundayım” diyerek, Ankara’yı da kasten zor durumda bırakmak için bu gardiyanlık ve bekçilik vazifesinden istifa ettiğini açıklayıp korunaklı mevzilere çekilebilir. Böyle bir gelişmenin Batı ile Türkiye arasında büyük bir gerilime yol açacağından ve sonrasında serbest kalacak sözkonusu IŞİD’li militanların Avrupa’da herhangi bir terörist eyleme karışması halinde bundan dolayı Türkiye’nin suçlanacağından ve Batı’da Türkiye aleyhtarı havanın iyice yükseleceğinden hiç kuşku duyulmamalıdır.
Erdoğan’ın halihazırda kafasındaki tek mesele 2023 seçimlerini bir şekilde kazanmaktır. Türkiye’nin bütün iç ve dış meselelerine de bu hedefi doğrultusunda yaklaşmaktadır. Ekonomik krizin iyice derinleştiği ve iktidarın bunu önlemeye bir çözüm üretemediğinin iyice anlaşıldığı bir ortamda AKP lideri Suriye’ye yönelik bir harekât düzenlemeyi kendi dar siyasi çıkarlarını gözetmek üzere gerekli görebilir. Suriye’den gelecek şehit cenazeleri sayesinde, ülkede muhalefete yönelik baskıların terörle mücadele kılıfı altında rahatlıkla arttırılması, HDP’nin fazla gerekçe ileri sürmeye gerek kalmadan kapatılması mümkün olacak, Erdoğan’ın karşısına çıkacak adayın Kürt seçmene hitap etmesi zorlaşacak, yine de böyle bir şey yapmaya teşebbüs etmesi ve başarması halinde “terörist” olduğu gerekçesiyle bertaraf edilebilmesi kolaylaşacak, “fethedilen” yeni topraklara Suriyeli mültecilerin yerleştirileceği söylemiyle halkın en fazla yakındığı konulardan biri olan mülteci sorununa artık kalıcı bir çözüm bulunduğu propagandası yürütülecek, bu ve benzeri adımlarla AKP lideri seçimi zoraki de olsa kazanacaktır. Bu sonuçları elde etmek için Erdoğan’ın ülkeyi Suriye’de düşürüldüğü büyük bataklığa daha da batırmaktan kaçınacağından kimse emin olmamalıdır.
Fakat paradoksal şekilde bu planın “kazanın tamamen devrilmeden” yürütülebilmesinin önündeki en büyük engel de ülkenin ekonomik kırılganlığıdır. ABD’nin şimdiden karşı olduğunu ilan ettiği bir askeri harekâtın Türk ekonomisi üzerinde yapacağı olası yıkıcı etkilerini AKP liderinin göze aldığını sanmak yanıltıcı olur. Bunun yerine ABD’nin koruması altında olmayan Tel Rıfat’la sınırlı bir askeri harekâtla yetinerek Suriye’deki dengeleri fazla bozmadan, çapı sınırlı tutulmuş bir savaşla iç siyasetteki hedeflerini gerçekleştirmeyi planlıyor olması daha muhtemeldir. (Erdoğan’ın Suriye’ye askeri harekât açıklamasına açık bir tepki vermekten kaçındığı görülen Rusya’nın da Ukrayna savaşı sonrası değişen dengeler nedeniyle Tel Rıfat’la sınırlı bir operasyona razı olabileceği veya edildiği düşünülebilir.) Yani “A planı” budur. ABD’nin onunla önceden müzakere edilmeden Tel Rıfat’a yapılacak harekâta olumsuz tepki gösterme ihtimali de düşük olmadığından, Erdoğan’ın Biden’ı masaya çekerek onu kendisiyle bu konularda pazarlığa oturmaya ikna etmesi gerekmektedir. Şimdiye kadar bunu başaramadığı görülmektedir. Ama dediğim gibi, bunu başaramayacak olması, Suriye’ye yönelik bir harekâtın iç siyasette getireceği kazanımların cazibesi nedeniyle, “B planından” vazgeçeceği, yani herşeyi göze alarak o bataklığa Türkiye’yi biraz daha sokmaktan imtina edeceği anlamına da gelmemektedir.
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***