Hocaların hocası Zeynep Ergun hayatını kaybetti. Kurulduğu günden bu yana bünyesinden çok önemli aydınları çıkarmış olan İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’nın efsanevi bölüm başkanlarından olan Ergun, benim de dâhil olduğum birçok insanın hayatını öğretimle sınırlı kalmayacak şekilde alabildiğine değiştirdikten sonra hayata gözlerini yumdu (1956-7 Mayıs 2022).
Zeynep Ergun’un Türkiye’deki edebiyat alanına katkısını birkaç başlık altında ele almak mümkün. Kendisini Marksist ve feminist bir çizgide tanımlıyordu ama eleştirel duruşunu bu yaklaşımlara da gelmeden önce metin kavramı üzerinden ele almak gerekiyor.
Ergun öncelikle metne, deyim yerindeyse, saf metne bakmayı savunuyordu. Yazar ile anlatıcı arasında kesinkes bir ayrım yaparak, metni yazarın hayatından ya da niyetlerinden hareketle açıklanabilecek, yazarın tamamen bilinçli bir eylemiyle yaratılmış, kendisinin tercih edeceği ifadeyle, döllenmiş bir yaratı olarak değil; yaratıcısından bile bağımsızlaşabilen başlı başına müstakil bir öğe olarak görmeyi savunuyordu. Yazarın günlük hayatındaki görüşleri metinde doğrudan karşılığını bulamazdı. Bunun toplumsal ve siyasal nedenleri olduğu gibi psikanalitik nedenleri de olduğu görülmeliydi. Dahası “Sanatçı, sanatı için gerektiğinde cehennemin en derin karanlıklarına yolculuk etmekten çekinmez,” der Ergun. Metni beğenilsin diye kendi ideolojisini bile çiğneyecek adımlar atabilir, tıpkı Dickens gibi, Balzac gibi.
Dolayısıyla metinle baş başa kalınmalıydı ama o metin, önünde el pençe durulacak, saygınlığını yazarın isminden alan bir kutsallık oluşturmuyordu; bilakis, ancak içine girilerek anlaşılıp değeri biçilebilecek bir kurmacaydı. Bu nedenle en iyi yazar ölü yazardı.
Pratik değeri açısından bakıldığında okur için edebiyat eserini okumayı kolaylaştırdığı aşikâr olan bu tutumu hiçbir şekilde pragmatizm olarak görmemek gerekir. Bilakis Ergun bir kez metinle baş başa kaldıktan sonra o yaratının dünyasına girmek için baştan aşağı bir çözümlemeyi savunuyordu. Öyle ki onun için metin okunacak değil, çalışılacak bir bütündü. Yazarın bile mutlak bir hâkimiyete sahip olamayacağı geniş bir alan olduğuna göre, ancak içerdiği boşluklara yönelerek yeniden üretilebilecek bir sonsuzluk olarak kavrandığında yerli yerine oturtulabilirdi.
Nitekim bu yolda feminist eleştiriden sembolizme, Marksist eleştiriden psikanalitik eleştiriye, Kutsal Kitap temelli yaklaşımdan metinlerarasılığa kadar çok çeşitli okulların eklektik olmayan bir birleşiminden yararlanıyordu. Zeynep Ergun’un metnini elinize aldığınızda, kimi zaman bir aşure tarifini okuyup aşurenin doğumundan gelişimine 10-15 sayfa ayrıldığını, aşurenin milletlerarası niteliğinden erkeğin kadını öldürme ve suçunu salma güdüsüne bağlanışına gelerek bunu boş yere yapmadığını hayranlıkla okursunuz.
Bu açıdan Zeynep Ergun’un yönteminin saf biçimcilikle soyut metne odaklanmadığını söylemek gereksiz kaçacaktır. Zaten tam da bu noktada eleştirinin rolü ve eleştirmenin takım çantasının önemi devreye giriyor. Metni yazarın tekelinden çıkarıp başlı başına bir ürün olarak görmek, içinden çıktığı koşullardan yalıtılarak anlaşılabileceği yanılsamasına sürüklememelidir okuru. Metin, parçası olduğu toplumsal koşulları alabildiğine yansıtır ve ancak bu bütünlük içinde kavrandığında tüm derinliğiyle anlaşılabilir. Edebiyat eleştirisi metinden başlar ama o metni anlamak için tam da kopmaz bağlarla bağlı olduğu toplumsal koşullara geri dönmek ve dolayısıyla öncelikle o toplumun sınıf analizini ve sınıfsal ilişkileri temelinde kurulmuş çok çeşitli ezme-ezilme ilişkilerini incelemek zorundadır. Bu noktada Ergun’un Marksist yöntemi paha biçilmez bir yere sahipti.
Kişisel olarak, üzerimdeki en büyük etkisinin bu olduğunu söyleyebilirim. Derslerine girmeye başladığımda Marksizmin siyasi (Troçki’nin tabiriyle, devlet iktidarının alınmasıyla alakalı olan dar anlamıyla siyasi) diye kısıtlayabileceğimiz ayağıyla içli dışlı olsam da, Marksizmin edebiyat eleştirisine nasıl uygulanacağına dair pek bir fikrim yoktu ve bu noktada ufkumu açan kişi hocam oldu. İlk kez dersine girdiğimde, elinde on yedinci yüzyıl İngiltere tarihine dair notlarının olduğu defterle amfideki yerini alışını hiçbir zaman unutamayacağım. Biz alışkanlık gereği saf edebiyat dinleyeceğimizi düşünürken, İngiltere’nin ve Avrupa kıtasının sınıf analizini dinlemiştik uzun uzun. Edebiyatın ürkütücü yaratıcılık yollarında yürümek isteyen on sekizlik bir Victor olarak ne yapmam gerektiği zihnimde genel bir şema olarak belirmişti.
Öte yandan, Zeynep Ergun’un Marksizme bağlılığı saf yazın düzeyinde de değildi. Sınıfsız, sömürüsüz, ayrımcılığın olmadığı bir dünyanın gerekliliğine yürekten inanıyor; kimi akademik Marksistlerde gördüğüm tutumun aksine, bu uğurda mücadele yürüten insanlara dudak bükmüyor, sırt çevirmiyordu. Bilakis Hoca yanımızdaydı.
Lisans öğrencisiyken bir gün Fen-Edebiyat’a faşistler saldırdı, çatışma çıktı. Polisler düşman gördüklerinin bilinciyle saldırıp bizi püskürtünce, eyleme katılmış olsun olmasın herkes kaçıştı ve biz de üç-dört öğrenci bölüme sığındık. Bizim bölüm en üst kattaydı ve odada sadece birkaç asistan vardı; bölüm başkanı olduğundan, haliyle hocayı aradılar. İnsan hafızası Zeynep Hoca’nın en fazla yüklendiği alanlardan biriydi. Hafızanın ihanete teşne olduğunu söylerdi. Burada da hafızam istemesem de bana ihanet ediyor ve bugün tüm ayrıntılarıyla hatırlamak istediğim bu hadiseyi kopuk kopuk sunuyor. Ama “Kim var orada?” diye sorduğunu, adımı duyunca beni istediğini ve “Nedir durum, ne lazım, ne yapabiliriz?” diye sorduğunu hafızam bile bana unutturamaz. Ben de, eğer tıraş olabilirsem simamı değiştirip belki sıyrılabilirim, bir tek jilet lazım, dedim; diğer arkadaşlar polisçe tanıdık değildi, onlar ortam sakinleyince çıkacaklardı.
Hoca uzaktaydı, eli uzanana kadar Vezneciler çıkışında aldılar beni. AKP’nin ilk dönemleri olduğundan ertesi gün nezaretten tek parça çıkabildim. Akşam eve döndüğümde, nasıl bir tesadüf bilmiyorum, kitap siparişlerim gelmişti, hocanın yeni kitabı Kardeşimin Bekçisi de aralarında! Daha ertesi gün sakalsız gidip imzalattım, yüzüme bakıp “Böyle de güzel olmuş, arada değiştir!” dedi hafifçe gülümseyerek. O gülümsediğinde önümüzü iliklememize gerek olmadığını hatırlardım. Sonradan anladım, dünyanın olup olabilecek en rahat, en kaprissiz, eşit ilişkiyi sindirmiş insanıydı. Yine de korkardık Zeynep Hoca’dan. Daha doğrusu, o duygu korku değil, korkuyla karışık bir saygıydı, huşu daha doğru bir ifadeyle: Biz ona huşuyla yaklaşırdık. Aura’nın ne olduğunu, entelektüel bir insanda oturmuş bir kişiliğin ve duruşun insanları nasıl etkileyebildiğini onda gördük. Sadece ben değil, öğrencisi olan herkes, kanaatimce, âşıktık ona…
Ve elbette feminizm! Zeynep Ergun’un edebiyat anlayışının değil, dünya görüşünün de merkezinde feminizm vardı. Fakat bu noktadaki görüşleri de anaakım feminizmle tamamen örtüşmüyordu. Kadınların yüzyıllardır süregelen erkek egemen sınıflı topluma karşı çıkışları ve kadının öznelliğinin reddedilmesi, bir tür etki-tepki sonucu, kadının özne kimliğini vurgulayıp öne çıkarma eğilimini doğurmuştur haklı olarak. Bu eğilim, elbette, erkeğin kadınlar üzerindeki tahakkümünün vurgulanmasıyla kol kola gitmiştir. Erkeğin erkini uygularken düştüğü acınası durum ise geri planda kalmıştır. Ergun feminizmin temel değerlerini es geçmeden, bilakis özümseyip ilerleterek vurgusunu köklü bir toplumsal dönüşüme bağlayan bir noktaya kaydırmıştı. Bu yüzden de, kanaatimce, ismiyle müsemma bir şaheser üretmişti: Erkeğin Yittiği Yerde. “Erkeğin yittiği yerdeyiz ama erkeğin yittiği yerde ve zamanda kadın da yiter. Belki o yerde ve zamanda, toplumsal cinsiyetlerin, etnik ve ırksal farklılıkların, sınırların, sınıflandırmaların, açgözlü sömürünün ortadan kalktığı noktada yeni bir yaşam biçimi mümkün olur.” Onun edebiyata yaklaşımı dünya görüşünden, bu dünyayı değiştirme özleminden bağımsız değildi.
Her ölüm biraz erken ölümdür, demek âdettendir; Zeynep hocanın durumunda da öyle. Fakat özellikle de hayatının son yıllarında ülkedeki faşist atmosfer bir yandan, kariyerist akademik dünya bir yandan bastırınca, her insanın hayatındaki kaçınılmaz kişisel sorunların da eklenmesiyle, hocanın eski üretkenliğini sürdürmesi mümkün olmadı. Ama her konuşmamızda, zihninin ilk günkü parlaklığını koruduğuna şahit oluyordum. Yazdığım her satırı okur, varsa yorumlarını söylerdi. Nasıl mutlu olurdum, anlatamam. Bana “Yaz!” derdi, “ne olursa olsun yazmayı bırakma!” Bizim gibi insanların içimizdeki zehri atma yollarından birinin yazmak olduğunu düşünüyordu. Hoca son yıllarında yazmadı, yazamadı; içindeki o zehir kaldı.
2000 dönemecinde İstanbul Üniversitesi İngilizce Edebiyatı bölümünü kazanmış hemen herkesin benzer bir hikayesi var. Daha yüksek puanlı okulları ya da bölümleri tutturamadıkları için İstanbul Üniversitesi İngiliz Edebiyatı’na girmiş ve geneli itibariyle çoğunluğu taşradan ya da İstanbul taşrasından gelen gençler hayatlarında ilk kez bu denli güçlü, birikimli bir kadınla karşılaştıklarında neye uğradıklarını şaşırıyorlar ve önemli bir kısmı imrenip, hayran olup hayatını baştan aşağı dönüştürmeye karar veriyor. Ne kadarı bunu başarabiliyor, o apayrı bir konu. Ama bir öğretmenin öğrencilerine yapabileceği en büyük iyilik, onlara kendilerini dönüştürebilecekleri o ilk itkiyi vermekti. Zeynep Ergun bize o Newtoncı ilk itkiyi vermekle kalmadı, çok daha ötesine geçti.
Her erkeğin hayatta kendisine yol gösterecek bir kadına ihtiyacı var, özellikle de bizimki gibi toplumsal cinsiyet rollerinin kaosa sürükle(n)diği, her şeyin allak bullak olduğu bir ülkede. Ne de olsa erkeğin yittiği yerdeyiz! Ben talihli erkeklerdenim. Zeynep Ergun önce hocam oldu, sonra idolüm, nihayet dostum ve sırdaşım… Beni ben yapan kadındı, bugün dönüp baktığımda anlıyorum ki aslında ne yazdıysam o beğensin diye yazmışım. Her şeyden öte, bir annem de oydu. Sadece hocamı değil, bir de annemi kaybettim dolayısıyla. Ama yazdıkları, kendi tabiriyle, “benim metnim” bu ülkenin, bu dünyanın içine düştüğü karanlıktan kurtulması için eşi menendi bulunmaz bir kaynak olmayı sürdürecek, bunu biliyorum. Gaia bizi affedecek…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***