Yasaklar yağmur gibi yağıyor. Basın açıklaması, grev, yürüyüş, gösteri yasakları 15 Temmuz darbe girişiminden sonra sanki darbe olmuş gibi yağdırıldı toplumun üstüne. Şimdi iktidarın sonu olabilecek seçim günü yaklaştıkça yeni bir yasak yağmuru başlatıldı. Zaten yasak olanlar yine yasak ama son bir yıla kadar serbest olan şeyler yasaklanmaya başlandı. Başta müzik olmak üzere kültür-sanat alanında geliyor bu yasaklar. Bütün yasaklar gibi en büyük payı Kürtler alıyor, ama sadece Kürtlere, Kürtçeye yönelik de değil yasaklar. Aynur, Metin Kemal Kahraman, Niyazi Koyuncu, Apolas Lermi, Mem Ararat, Melek Mosso… Ve yasaklar aynı zamanda LGBTİ artılar ve göçmenlere yönelik fobik anlayışları kışkırtacak nutuk ve tartışmalarla at başı gidiyor.
Bu yağmur başlamadan önce bir Sezen Aksu vakası yaşandı, dilini kesme lafının telaffuzuna kadar vardı iş.
Peki ne oluyor? Niye hep beraber ıslanıyoruz bu yasak yağmurlarında? Ne umuluyor?
Birçok açıklama getirmek mümkünse de meselenin yaklaşan seçimden önce iktidarın elinde bulunan imkanlarla bağlantılı olduğunu söylemek mümkün.
ASKERİ-POLİSİYE VE ADLİ AYGITLAR İŞ BAŞINDA
Başkan Erdoğan ve Bahçeli’nin elinde seçim sürecinde seçmenin gönlünü kazanabilmek için kullanabileceği fazla malzeme yok bu sefer. Ekonomi yoksulluğu derinleştirecek ve genişletecek şekilde facialar rekoru kırıyor her gün. Lokma günden güne azalınca, bir yıl değil, bir ay değil, bir hafta sonrasını bile öngörmek gittikçe zorlaşınca seçmenin gönlünü çelecek propaganda malzemesi de kalmıyor haliyle. Geriye elde iki “silah” kalıyor: Biri Kürt meselesi biri de kültürel kutuplaşma. Kürt seçmenin ve Kürt siyasal kuruluşlarının kilit-anahtar parti konumuna geldiği de zaten uzun süredir aşikar bir gerçek. İşte iktidar, her yatırımını bu dar alanda yapmaya mecbur hissediyor kendisini.
Kürt meselesinde iktidarın uzun süredir kullandığı iki araç zaten çalışıyor, yani askeri-polisiye operasyonlar ve milliyetçi nutuklar eşliğinde adli-siyasi baskılar. Hem Türkiye içinde hem de sınır ötesinde devletin bütün imkanlarıyla sürdürülen askeri-polisiye atakların hedefi, seçimden önce bir “zafer öyküsü” oluşturup topluma bunu satabilmek. Adli-siyasi baskılar da HDP’yi çalışamaz hale getirmeyi hedefliyor. HDP’ye uygulanıp da iktidar planları açısından işe yaramış görünen yöntemler tabii ki çok gecikmeden kalan partilere de uygulanacak; Canan Kaftancıoğlu kararı ve Ekrem İmamoğlu hakkında sık sık gündeme getirilen idari ve adli tehditler bunun iki açık örneği.
KÜRT KOMPLEKSİ VE MÜLTECİ DÜŞMANLIĞI
Elbette sadece “zafer öyküsü” yeterli olmayacak, bu iki mekanizmanın kesintisiz ve giderek daha yoğun biçimde devreye sokulmasının bir sebebi de, eşlik eden milliyetçi-mukaddesatçı aşırı sağ nutukların yardımıyla, muhalefet partilerinin bu alanlarda söz üretemez hale getirmek. Söz üretirlerse de ya milliyetçi-mukaddesatçı nutuklara katılarak iktidara kuyrukçuluk yapmak zorunda kalacaklar ya da bölücülük/terör propagandasını göğüslemek zorunda kalacaklar.
Elbette bir de Kürt seçmeni yanlarına çekebilmek için yeterince cesur davranamayacaklar, yani “Kürt kompleksi”nden kurtulamayacaklar, hesap bu.
Tamamen bu babta görünmese bile, mülteci tartışması da bir yanıyla buraya kadar uzanıyor: Bazı açık ırkçı politik figürlerin sürekli kışkırttığı mülteci düşmanlığı meselesinde iktidar, işi Kürt sorunuyla bağlayacağı bir hazırlık içinde: Sınırın Suriye tarafında iki milyon kişinin yerletirilebileceği konutların yapımı sürüyor, seçime kısa süre kala beş-on bin kişiyi kameralar eşliğinde uğurlayıp, “Bakın biz gönüllü biçimde gitmelerini sağladık” propagandası iktidar için gayet kolay. Zaten Rojava’daki Kürt nüfusunu seyreltme planının bir parçası olarak uzun süredir arzuladığı bir şey bu iktidarın. Dolayısıyla bu meselede de ırkçı-saldırgan figür ve fikirlere prim verip iktidarın tuzakları için hazır hale gelmekten başka yollar bulmak muhalefetin önündeki görevlerinden biri.
BÜYÜYEN YOKSULLUĞU GÖRÜNMEZLEŞTİRMEK
Kültürel kutuplaşma da mevcut iktidarın daha kazandığı ilk seçimden itibaren sürekli güncel tuttuğu bir yöntem. Şimdi ekonomide anlatacakları bir öykü de kalmadığı için yeniden ve her zaman olduğundan daha güçlü biçimde bu silaha sarıldıkları anlaşılıyor. Yayılan ve derinleşen yoksulluğu tartışma sıralarının arkasına ne kadar itebilirlerse o kadar başarılı sayacaklar kendilerini.
Aynı zamanda Kürtçeye ve Kürt sanatçılara yönelik baskıların artırılması, kültürel kutuplaşma ve Kürt meselesi silahlarının kesişim kümesini oluşturuyor. İktidarın hesaplarının tutma ihtimali, Aynur örneğinde kendisini gösterdi esasen: Mesela Sezen Aksu vakasında olduğu gibi yekpare bir itiraz çıkmadı ortaya, Aynur’un Açık Hava konserinden rahatsız olan ve bunu dillendirmekten çekinmeyenler iktidar ve iltisaklı çevresinden çok, muhalefet kümeleri içinde yer alıyordu. Elbette Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürtçe şarkı paylaşması, Fazıl Say gibi güçlü sanatçı figürlerinin Aynur’un yanında yer alması, iktidarın kurmak istediği oyuna düşmek yerine rest çekme yoluna gidileceğini gösteriyordu. Fakat yine aynı örnek, iktidarın muhalefet çevrelerinde arzuladığı kafa ve söylem karışıklığı için bu yöntemin iş görebileceğini de ortaya koyuyor.
BELAGAT, MUGALATA YETMEZ, AÇIKLIK VE BERRAKLIK ŞART
İktidarın elindeki bu silahların işe yaramaması için ne yapılabilir? Kültürel kamplaşma konusunda, milliyetçi-mukaddesatçı nutuk tuzaklarına düşmeden yasaklara açık ve tartışmasız biçimde karşı çıkmak gerekli fakat yeterli değil. Meselenin Kürt boyutu, özellikle askeri harekatlar ve adli baskılar kısmı, muhalefetin en çok zorlanacağı nokta gibi duruyor, en azından iktidarın hesapları bunun üzerine kurulu.
Bütün muhalefet kümelerinin karar vermesi gereken bir şey var: İktidarın Kürt meselesinde başvurduğu yöntemler konusundaki görüşleri nelerdir? Konuyu güvenlikçi konseptle mi ele almak istiyorlar yoksa konuşulması neredeyse yasak hale gelmiş olan “siyasal çözüm” yöntemlerine giden yolları açık tutuyorlar mı? Yani, asker ve polisle vur, yargı teşkilatı ile hapset, gerisi ne olursa olsun mu diyorlar, çatışmasız çözümlerin yolunu açacak ve siyaseti çözüm adresi haline getirecek fikirleri ve hazırlıkları var mı? Bu nokta berraklaşmadıkça, iktidarın “zafer öyküsü” üretme ve satma yolunu da açık tutmuş olacaklar; üstelik bu konu berraklaşmadıkça kültürel kutuplaşma yani yaşam biçimi tartışmasında sadece dinci-seküler ayrışmasıyla değil aynı zamanda Kürtlüğün ve Kürtçenin tasfiyesi iradesini seçim yatırımı olarak sahneye süren iktidarın yasakçı zihniyetiyle ortaklaşmak zorunda kalacaklar. “Kültürel kutuplaşma”da iki kültürel tabaka iç içe, özetle: Biri dinci-yasakçı eksende bildiğimiz kutuplaşma diğeri Kürt varlığına ve kültürüne ilişkin tutum ekseninde yer alan, bölücülük ve terör örtüleriyle gizlenmiş kutuplaşma. İlki için özgürlükçü anlayışın tercih edilmesinde anlaşmak fazla zor değilse de ikincide özgürlükçülük “Canım Kürtler de insan” fikrinin ötesine geçmek zorunda.
Seçim yaklaştıkça, günbegün bu mesele daha da kritik hale gelecek ve iktidar blokuna karşı yüzde 50 artı bir oyu alabilmek için bazı güzel sözler, kardeşlik nutukları, et-kemik mugalataları pek de yeterli olmayacak. Karından konuşmak, lafları yuvarlamak, seçim geçsin sonra bakarız türünden ertelemeci kandırmacalar, iktidarı bırakmamak için elinden geleni yapacağı anlaşılan iktidara karşı fazla işe yarayacak stratejiler değil. Belediye seçimlerinde bu yöntemler bir yere kadar işe yarayabilirdi ama madem ki bu seçim, sonrasında nasıl bir Türkiye kurulacağıyla yakından bağlantılı hayati bir seçim, kimin nasıl bir Türkiye arzuladığını sarih biçimde ortaya koymak kaçınılmaz hale gelecek.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***