Bizim kuşağın en değerli gazetecilerinden, yaşamımızın büyük bölümünde her daim hem mücadele beraberliğimiz, hem de tükenmez sıcak dostluğumuz olan Mustafa Ekmekçi’yi bundan 25 yıl önce, 21 Mayıs 1997’de kaybetmiştik.
1927’de Konya’nın Hadim ilçesinde dünyaya gelen, gazeteciliğe benimle aynı dönemde başlayan Mustafa Ekmekçi ile yollarımız 1960 yılında Ankara’ya yayınlanmaya başlayan Öncü gazetesinde kesişmişti… Altan Öymen, Nilüfer Yalçın, Sermet Çağan, Erol Ülgen, Teoman Okaygün, Selçuk Altan, Mete Akyol, Oktay Ekşi, Yaşar Aysev, Mustafa Özkan, Erdoğan Tokatlı, Örsan Öymen, Erdoğan Örtülü, Öcal Uluç’un kadrosunda yer aldığı Öncü’nün ben İzmir temsilcisiydim, Mustafa Ekmekçi de haberleri sık sık manşete çıkan başkent muhabiriydi.…
Öncü kapandıktan sonra Milliyet’te çalışan Ekmekçi, bu gazeteden ayrılırken aldığı kıdem tazminatıyla, Türkiye İşçi Partisi’nde Aybar ve Boran bölünmesi yaşandığı 1969 yılında Ankara’da haftalık Tüm Dergisi’ni yayınlamaya başlamış, ancak dört sayı sürdürebilmişti.
Daha sonraki yıllarda Yankı, Türk Haberler Ajansı ve Yeni Ortam’da çalışan Ekmekçi 1975’ten 1997’ye kadar Cumhuriyet gazetesinin yazarları arasında yer aldı, bir süre de Ankara’daki Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin de başkanlığını üstlendi.
12 Mart 1971 darbesinden sonra İnci ile ben hakkımızdaki dava ve kovuşturmaların yoğunluğu nedeniyle sürgüne çıkmak zorunda kaldığımızdan Ekmekçi ile tekrar buluşmamız ancak 1978 yılında mümkün oldu.
1974 yılında MSP’nin ilk oylamada engellemesine rağmen Anayasa Mahkemesi’nin müdahalesiyle Türk Ceza Yasası’nın 141 ve 142. maddelerine göre mahkum olanlar için af çıkartılmıştı. Sürgündeki arkadaşların çoğu, örneğin Belçika’da ilk uzunçalar plağını yayınladığımız Zülfü Livaneli, aftan yararlanarak Türkiye’ye dönmüşlerdi.
Ancak bizim hakkımızda bu maddelere göre açılmış yüzlerce yıl hapis talep edilen davalara ek olarak, yurt dışındaki demokratik direniş mücadelemiz nedeniyle Türk Ceza Yasası’nın 140. maddesinden açılmış kovuşturmalar da vardı ve bu madde affa dahil edilmemişti. Üstelik, 12 Mart cuntasının Avrupa ülkelerine iletmek üzere yayınladığı bir kitapta tıpkı bugünkü gibi hakkımızda terörist suçlamaları yer alıyordu. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde de Türk delegasyonun başı olan Turhan Feyzioğlu‘nun hakkımızda yaptığı ağır suçlamalardan dolayı 1973 yılında Hollanda’dan siyasi mülteci statüsü almak zorunda kalmıştık.
1978 ‘de Demirel hükümeti devrilip de Bülent Ecevit başbakanlığında yeni bir hükümet kurulunca, hem amansız bir hastalığın pençesinde kıvranan annemi son anlarında görebilmek, hem de yurda kesin dönüşümüzün mümkün olup olmayacağını araştırmak üzere, her türlü riski göze alıp Brüksel’deki çalışmalarımızın yönetimini arkadaşlara emanet ederek İnci’yle birlikte Türkiye’ye gitmiştik.
Balkan Savaşları öksüz ve yetimi olarak kendi kendini binbir güçlük içinde yetiştirmiş, demiryolcu babamın görevli olduğu ara istasyonlarda ilkokul olmadığı için daha çocuk yaşta beni gurbete yollamanın, 1971 darbesinden sonra da yedi yıl bizden ayrı kalmanın acısını yaşamış olan anacığımı İstanbul’da toprağa verdikten sonra Ankara’ya geçmiştik.
Ankara’da İnci’nin ailesiyle de buluştuktan sonra hemen gazeteci arkadaşlarla temasa geçerek hukuki durumumuzu öğrenmek için Cumhuriyet Başavcılığı’yla temasa geçeceğimizi söylemiş, bir aksilik çıkarsa müdahale etmelerini, gerekirse Belçika’daki arkadaşlarımızı durumdan haberdar etmelerini istemiştik.
Mustafa Ekmekçi, “Yahu deli misiniz?” demişti, “Başınıza dert mi arıyorsunuz? Bir hükümet değişmesiyle her şey kökünden değişti mi sanıyorsunuz? Siz savcılığa falan gitmeyin, ben sizi doğrudan Büyük Millet Meclisi’ne götüreyim. Hele orada bir görünün, siyasilerle konuşun… Ne yapacağınıza sonra karar verin.”
Mustafa’yla birlikte Meclis‘e gittiğimizde beni “Siz giremezsiniz, kravatınız yok” diye kapıda durdurmuşlardı… 50’li ve 60’lı yıllarda sık sık gittiğim Meclis’e kravatsız girilemeyeceğini gerçekten unutmuştum. Avrupa’da hemen her ülkenin Meclis’ine girip çıkmış, böyle bir kıyafet sorunuyla karşılaşmamıştım. Zaten o ülkelerin milletvekilleri de Meclis’e diledikleri kılıkla, isterlerse kravatsız olarak girip çıkıyorlardı.
Neyse ki, Mustafa Meclis Basın Bürosu’ndaki bir arkadaşından ödünç kravat alarak boynuma takmış, Meclis’e girmemi sağlamıştı.
Daha oturum başlamadığı için milletvekilleri koridorlarda volta atarak gazetecilerle sohbet ediyorlardı. Akşam ve Ant döneminden tanıdığımız birçok milletvekiliyle karşılaştık. Sol eğilimli olanlar bizi Türkiye’de tekrar görmekten dolayı sevinçlerini ifade etmişlerdi. İstanbul’dan şahsen tanıdığım, Deniz Gezmiş‘in yakın arkadaşlarından Celal Doğan‘ı da Gaziantep milletvekili olarak Meclis’te görmek beni son derece duygulandırmıştı.
12 Mart öncesi dönemde Hacettepe Üniversitesi’nde Oya Baydar ve Yalçın Yusufoğlu’yla görüşürken tanışmış olduğum aynı üniversitenin öğretim üyelerinden Ahmet Taner Kışlalı da yeni hükümette Kültür Bakanı olmuştu.
Mustafa “Sizin güvenliğiniz konusunda en iyi bilgiyi bakan olarak Kışlalı verebilir, onunla konuşalım,” demişti.
Özel bir büroda Kışlalı‘yla uzun uzun uzun konuşup Türkiye’ye kesin dönüş konusunda görüşünü istemiştik. Ancak yanıtı çok netti: “Yedi yıl ayrılıktan sonra yurda dönmüş olmanıza çok sevindim, bir daha gitmemek üzere kalmanızı gönülden dilerim. Ama samimi konuşmam gerek. Biz hükümet olduk, ama adalet ve güvenlik kurumları üzerinde henüz hiçbir otoritemiz yok. Ben sizin yerinizde olsam, cumhuriyet savcılığına falan uğramam, hayati temasları tamamladıktan sonra Türkiye’deki gelişmeleri bir süre daha dışarıdan izlemek üzere Belçika’ya dönerim.”
Bu tavsiye üzerine kesin dönüşü gerçekleştirmek için bir süre daha bekleme kararı vererek Belçika’ya döndük. Bu bekleyiş sürecinde İnfo-Türk yayınlarını sürdürürken, Türkiye’de görüştüğümüz genel başkan Behice Boran’ın isteği üzerine Türkiye İşçi Partisi’nin yurt dışı ilişkilerinin kurulması ve, partilerin resmen yurt dışı örgütlenmesi yasak olduğu için, Demokrasi İçin Birlik adı altında örgütlenme sorumluluğunu üstlendik.
Sovyet bilim insanlarının yazdığı, İngilizce’den çevirerek Belçika’da İnfo-Türk adına yayınladığım Ordu Üzerine ve Savaş Üzerine adlı iki kitap bir süre sonra Türkiye’de de kızkardeşim Çiğdem Özgüden’in kurmuş olduğu Güncel Yayınlar tarafından basılmıştı.
Kesin dönüş hazırlıklarımız son safhadayken İstanbul’daki avukatlarımız, Donanma Askeri Savcılığı’nın kitapların çevirmeni olarak benim hakkımda yeni bir kovuşturma açtığını ve teslim olmam için yayınevine tebligat yaptığını bildirdiler, bu durumda kesin dönüşü bir süre daha ertelememizi tavsiye ettiler.
Üzerinden çok geçmeden NATO’nun tezgahladığı 12 Eylül 1980 darbesi Türkiye’ye kesin dönüşümüzü tamamen olanaksız kıldığı gibi, Behice Boran, Gültekin Gazioğlu, Yılmaz Güney, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ ve daha yüzlerce rejim muhalifi gibi İnci’yle birlikte biz de Türk vatandaşlığından atıldık.
Sürgün yıllarımızda, Türkiye’deyken kendilerini mesleğe aldığım, yükselmesini, ün yapmasını sağladığım birçok gazeteci Brüksel’e gelişlerinde başları belaya girmesin diye benimle karşılaşmamaya özen gösterirken Mustafa Ekmekçi 1987’de Avrupa Birliği’nin davetlisi olarak Brüksel’e geleceği zaman telefonla aramış, gelirken de Türkiye’de yağma edilen arşivlerimizden kurtulabilmiş Yön ciltlerini getirmişti…
Mustafa, Türkiye’ye döndükten sonra 18 Ocak 1987 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ne bizimle buluşmasını da anlatan bir yazı yazmıştı. Şöyle diyordu:
“Brüksel’de bulunduğum sırada, Mehmet Ali Birant Türkiye’deydi. Onunla orada görüşemedim. Burada gazetecilik yapan Doğan Özgüden’le, İnci Özgüden’le görüştüm. Ateliers du Soleil (Güneş Atölyeleri) adında bir çalışma büroları var. Burada 72 ulusun, halkın çocuklarına eğitim veriyorlar. Ayrıca İnfo-Türk adında bir yayın çalışmaları var. Doğan Özgüden Türkiye’de Ant dergisini çıkarırdı. İnci Özgüden elimdeki Samsun sigarasını görünce ‘Ben sana bir karton sigara vereyim, sen Samsun’u bana bırak!’ dedi.
“İnsanlara ne yaparsanız yapın, yurt özlemini unutturabilir misiniz? Daha önce de değindiğim gibi, dışarıdakilerim tek tasası, başlıca düşüncesi Türkiye’de demokrasi, Türkiye’deki insanlar…
“Doğan Özgüden, Abdullah Baştürk, üçümüz Baştürk’ün kaldığı Metropol Oteli’nde bir sabah kahvaltısı yaptık. Uzun konuştuk…”
Mustafa aynı duyarlılığını, yedi ay sonraki yaz tatili sırasında, 11 Ağustos 1987 tarihli Cumhuriyet’te yayınlanan “Kumsalda…” başlıklı yazısında da dile getiriyordu.
“12 Mart’lardan sonraydı. Behice Hanımlar, Sadun Beyler içeride, Fatma Hikmet İşmen güneyde, belki Silifke’de denize giriyor. Fatma Hanım denizde kulaç atarken, içerideki arkadaşları için de atıyor kulaçları… Bu Behice Hanım için, bu Sadun Bey için…
“Belek’te Turban dinlenme yerinde kulaç atarken anımsadım 12 Mart’ta yazdıklarımı… Bu Behice Hanım için, bu Server Tatilli için…
“Kulaç atarak şamandıraya varıyorum… Bu içeridekiler için, bu dışarıdakiler için, bu barıştan, özgürlükten yana olanlar için…
“O denli çok kulaç atmam gerekiyor ki, yoruluyorum: Bu Ahmet İkizek için, bu Doğan Özgüden için, bu Ataol için, bu Melike Demirağ için…”
Ekmekçi’nin bu yazısının yayınlanmasından kısa bir süre sonra, sürgünde bulunan TİP Genel Başkanı Behice Boran 10 Ekim 1987’de Brüksel’de yaşama veda edecekti. Bir ay sonra da TİP Genel Sekreteri Nihat Sargın ile TKP Genel Sekreteri Nabi Yağcı, kesin dönüş yapar yapmaz, 16 Kasım 1987’de Türkiye’de tutuklanacaklardı.
Bu gelişmeler üzerine siyasal sürgünler olarak 20 Mart 1988’de Köln’de bir komite oluşturmuştuk. Komitede şu sürgünler yer alıyordu: Tektaş Ağaoğlu, Dursun Akçam, Bayram Ayaz, Yalçın Cerit, Kemal Daysal, İlkay Demir, Melike Demirağ, Gönül Dinçer, Engin Erkiner, Bahtiyar Erkul, Gültekin Gazioğlu, Zeki Kılıç, Süleyman Kırteke, Doğan Özgüden, Demir Özlü, Ömer Polat, Orhan Silier, Müslim Şahin, Murat Tokmak, Yücel Top, Selahattin Uyar, Yücel Yeşilgöz, Şanar Yurdatapan.
Mustafa Ekmekçi, 7 Nisan 1988 tarihli Cumhuriyet’teki “Sürgünlerin dönüşü” başlıklı yazısında toplantıya katılanların isimlerini ve istemlerini yansıttıktan sonra, yurda dönüş için gerekli gördüğümüz koşulları şöyle özetliyordu:
“1. İşkencelere son verilmesi ve işkencecilerden hesap sorulması, 2. Gözaltı ve tutukluluk süresinin uluslararası ölçülere uygun bir duruma getirilmesi, 3. Savunman ve yakınlarla serbestçe görüşmenin sağlanması, 4. Antidemokratik iktidar tarafından açılmış tüm soruşturma ve politik davaların durdurulması, 5. Tüm politik tutuklu ve hükümlülere özgürlük, 6. 1982 Anayasası’nın ve başta Ceza Yasası, Vatandaşlık Yasası, Pasaport Yasası olmak üzere tüm antidemokratik yasa ve yasa maddelerinin iptali…”
Ekmekçi bu yazısını şu satırlarla bitiriyordu:
“Behice Boran, Brüksel’de ölümünden önce, bir görüşmemizde ’Türkiye’ye dönüşün hemen olabileceğini sanmıyorum!’ demişti… Ölüsü geldi!
“Yurt dışındaki sürgünlerin dönüşü ele alınırken, şimdiye dek dönmüş olanların durumları da unutulmamalı. Nihat Sargın’la Haydar Kutlu cezaevinde çilelerini sürdürüyorlar. Necmi Demir de geçenlerde Çanakkale’de gözaltına alındı! Yurt dışındakiler, ellerini, kollarını sallayarak ülkeye dönemedikçe, Türkiye’de demokrasinin varlığından söz edilemez!
“Bülbülü altın kafese koymuşlar ‘Ah vatanım!’ demiş. Salıvermişler, o da gitmiş çalılığa konmuş. Çalılıktaysa avcılar bekliyormuş!”
Evet sevgili Mustafa, seni sonsuzluğa uğurlayalı tam 25 yıl oldu… Pek inanamazsın ama, birbirini yiyen orta sol üç partinin tek aday gösterememesi yüzünden 1994’te kıl payı farkla İstanbul Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, seni kaybetmemizden 6 yıl sonra başbakan, 17 yıl sonra da cumhurbaşkanı oldu.
Bu devr-i Tayyip’tedir ki Türkiye’nin zindanları, senin hayatta olduğun dönemle kıyaslanamayacak kadar büyük sayıda mahkum ve tutuklu ile dolu… Ha bire yeni zindanlar inşa ediliyor… Sürgünler dersen, sayısı 12 Mart’la da, 12 Eylül’le de kıyaslanamayacak kadar çok…
Al sana bir de senin ustası olduğun türden bir atlatma haber…
Yıllardır bu sürgünleri avlamak için tüm diplomatik misyonlarını, camilerini, Türk-İslamcı derneklerini seferber etmiş olan işbu Tayyip, Ukrayna krizinden yararlanıp bir adım daha atarak, NATO’ya üye olmak için başvuran İsveç ve Finlandiya’ya, o ülkelerdeki siyasal sürgünleri Türkiye’ye geri göndermedikçe üyeliklerini veto edeceği şantajı yaparak diplomaside yepyeni bir çığır açtı.
Bir de özel haber… Senin de yakından tanıdığın, halen İsveç’te sürgün sevgili meslektaşımız Ragıp Zarakolu da topun ağzında…
İşte böyle sevgili Mustafa, avcılar hâlâ çalılıkta…
Pir Sultan Abdal’ın dediği gibi…
Ötme bülbül ötme, şen değil bağım
Dost senin derdinden ben yana, yana!
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***