İşçilerin Haziranı kitabının yazarı Zafer Aydın bu sabahın erken saatlerinde, Gezi Davası tutuklularından Mine Özerden‘in babası, Türkiye 68’inin özgün simalarından “Proleter Şoför” Yalkın Özerden‘i kaybettiğimizi duyurdu. Ben Proleter Şoför Yalkın‘ı 1967 yılının sıcak bir yaz günü, Yaşar Kemal ile birlikte Kadıköy’ün Bostancı semtinde, Emin Ali Paşa caddesindeki evlerinde görüşmeye gittiğimizde, eşi Halide ve küçük yavrusu Mine ile birlikte tanımıştım.
İnci de, ben de, sevgili dostumuz Yalkın’ın sonsuzluğa göçü nedeniyle Halide ve Mine’nin acılarını yürekten paylaşıyoruz.
Yalkın’ın mücadeleli yaşam öyküsünü üzerine Yaşar Kemal‘in büyük röportajını Ant Dergisi‘nin 15 Ağustos 1967 tarihli 33. sayısında yayınlamıştık.*
Her şey, 1967’nin Ağustos’unda bir gazetede çıkan şu haberle başlamıştı:
“‘Ben sosyalistim, bu fikirle de iftihar ediyorum’ diyen bir minibüs şoförü, vasıtanın üstüne ‘proleter’ kelimesini yazdırmıştır. Bir ihbar üstüne harekete geçen ve saatlerce üstünde ‘proleter’ yazısı bulunan minibüsü arayan Emniyet mensupları nihayet Yalkın Özerden adındaki şoförle birlikte vasıtayı bulmuşlardır. Kadıköy Emniyet Amirliği’ne getirilen minibüs yüzlerce kişi tarafından seyredilmiş ve bütün ısrarlara rağmen otuz yaşındaki sosyalist genç yazılan yazıyı silmemiştir.”
Ant’ın kurucularından ve sürekli yazarlarından Yaşar Kemal büyük bir romancı olduğu gibi, Cumhuriyet Gazetesi’nde yıllarca yayınlanan röportajlarıyla da tanınan usta bir röportaj yazarıydı.
Yazı kurulunda aktüaliteyi birlikte değerlendirirken bu haberi okuyunca çok duygulanmış, “Hemen izini bulup bu çocukla görüşelim… Röportaj benden…” demişti.
Kadıköy’deki partili arkadaşlardan telefonla sorup soruşturarak adresini bulup yola koyulmuştuk. Yaşar Kemal de ben de arabalı değildik. Önce Kadıköy vapuru, ardından Bostancı’ya minibüs… Minibüsten bir kavşakta inip Emin Ali Paşa caddesini bir hayli yaya arşınladıktan sonra üzerinde “proleter” yazılı minibüse ulaşmıştık.
Sonrasını Yaşar Kemal’in röportajından kısmen özetlenmiş bazı kesitlerle izleyelim:
“Bir baktık, Yalkın bize doğru geliyor. Güleç yüzlü, uzun boylu, azıcık saçları dökülmüş bir genç adam. Çok tatlı, candan, insanı şöyle sevgisiyle candan kavrayan bir gülüşü var. Kapıyı karısı açtı. Gencecik bir taze. Bir apartmanın ikinci katında oturuyorlar. Evi yeni döşemişler belli. Yeni ve gönülden döşemişler… Şu Türkiye’de hiçbir burjuva evinde böyle ince, böyle güzel bir zevk görmedim. İktidarın başı Süleyman Bey’in evinin bir fotoğrafını görmüştüm bir baldır bacak dergisinde. Aman allah ne evdi. Ne zevksiz şeydi… Bir de şu gencecik proleterin evine bak. Taklitsiz. Özentisiz. Aydınlık, tertemiz, pırıl pırıl. Şu iki gencecik, inanmış proleterin gönülleri, yüzleri, kara güzel gözleri gibi.
“Yalkın ve Halide yıllarca İstanbul’da emekçilik yaptıktan sonra Almanya’ya göçüyorlar… Orada tam beş buçuk yıl biri şoförlük ve tamircilik, diğeri terzilik yaparak hayatlarını kazanırken iyice bilinçleniyorlar. ‘Hanyayı konyayı orada öğrendim. Proleter olduğumu orada öğrendim. Çok okudum. İnsan olduğumu, hem de proletaryadan bir insan olduğumu orada öğrendim’ diyor Yalkın.
“Almanya’da biriktirdikleri parayla bir minibüs alıp Türkiye’ye dönüş yapıyorlar ve Yalkın Kadıköy tarafında minibüsçülüğe başlıyor. Bakıyor ki bütün minibüslerin bir adı var: Tatlım, Kartalım, Uğur, Yol Alan, falan filan… O da minibüsünün adını ‘proleter’ koyuyor.
“ – Neden proleter?
“ – Ben proletaryadan bir kişiyim, diyor. Proletarya insan soyunun en namuslu, en sıcak, en insan sınıfıdır. Kimseyi sömürmez, kimseye hükmetmez, kimseyi ezmez… Dünyayı yaratan proletaryanın elleridir.’
“ – Bu ayın altısında Kadıköy iskelesinde müşteri bekliyordum. İki sivil polis memuru geldi, beni emniyet amirliğine götürdüler. Suçum arabamın üstüne plastik harflerle PROLETER kelimesini yazmakmış. İfade verdikten sonra bıraktılar, yolcu alarak Pendik’e gittim. Oradan da Kartal’a geldim. Bu arada, Komünizmle Mücadele Derneği başkanı olduğunu söyleyen bir kişi beni tehdit etti. Bana ağza alınmaz küfürler etti. Proleter kelimesinin komünistlik olduğunu, bu kelimeyi kaldırmazsam beni yaşatmayacağını, hiç olmazsa bu hatta çalıştırmayacağını söyledi.
“ – Bu olaydan bir saat sonra da dolu olarak Kadıköy’e gelirken Maltepe karakolu önünde bir polis tarafından durduruldum, karakola götürüldüm. Orada da Komünizmle Mücadele Derneği başkanı olduğunu söyleyen biri ‘Bu delikanlı bu kelimeyi mutlaka şimdi, şu anda kaldırmalı. Bu kelime bir kere rusçadır. Türk milleti böyle rusça kelimelerden hoşlanmaz’ diyor. Yalkın’a veryansın küfrediyor, ‘Seni linç ettireceğim. Şu kafiri, şu komünisti, şu vatan hainini linç edecek bir vatansever müslüman yok mu? Kanınız mı kurudu?’ diye bağırıyor.
“İş bu kadarla bitse neysem ne… Kışkırtılmış minibüs şoförleri o gün bugündür üstüne saldırıyorlar Yalkın’ın…Komünizmle Mücadele Derneği’nden otuz kişi yolunu kesiyorlar…
“Dedim ki Yalkın’a: ‘Yakanı bırakmayacaklar kardeş, bunlarda isnaf yok… Ne yapacaksın? Proleter adını kaldıracak mısın?’
“ – Ne bahasına olursa olsun kaldırmam… Biz Halide’yle konuştuk… Ben olmasam bile o çocuğumuzu büyütebilir.
“Halide’nin kara gözleri sevgi, dostluk, inanmışlık doluydu. Başıyla öyledir işareti yaptı. İçeride üç yaşında güzel mi güzel bir kız çocuğu mutlu, hiçbir şeyden habersiz uyuyordu. Bebeği kucağındaydı.
“Ve bu gencecik proleter ana baba şu çocuk kadar tertemiz, şu çocuk kadar saf ve güzeldi.”
Birkaç gün sonra röportajı yayına hazırlarken öğrenecektim ki Yalkın’ın tuttuğu şoför muavinleri uğradıkları tehdit ve hakaretlerden dolayı derhal iş bıraktıkları için muavinliği de Halide üstlenmek zorunda kalmıştı…
***
Yalkın ve Halide ile, bu sosyalist emekçi çiftle 1967’den 1971’e kadar İstanbul’da aynı kavgayı paylaştık, 12 Mart bizi sürgüne zorladıktan sonra da kavgalarını sol medyada hep takdirle izledik.
Uzun yıllar Almanca öğretmenliği yaptıktan sonra emekli olan Halide son dönemde İnci’nin de, benim de facebook arkadaşımız olmuştu… Ülkemiz sorunları üzerine görüşlerini, tepkilerini, kaygılarını bizlerle ve diğer arkadaşlarımızla tüm içtenliğiyle paylaşıyordu… 55 yıl önce tanıdığımız mücadeleciliği ve kararlılığıyla…
Yaşıtım sevgili Yalkın’ın ciddi sağlık sorunlarına rağmen örnek bir vatandaş olarak 23 Haziran’da oyunu kullandığını, eve dönüş yolunda da Halide’yle birlikte kedi sevip birer sigara tüttürdüklerini Facebook’ta paylaştıkları fotoğraflarında görerek duygulanmıştım. Benim doktor zoruyla 18 yıl önce bıraktığım sigarayı hâlâ elinden bırakamayan İnci resme gıpta ile bakmıştı…
Halide, Kerim Sadi’nin ölüm yıldönümündeki paylaşımımız üzerine İnci’ye gönderdiği mesajda “Geçen günlerde Kerim Sadi’yi paylaştınız. Vefa ne güzel bir duygu. Benim kendime yakın bulduğum insanlardandı… Bir diğeri de Faik Muzaffer Amaç idi, Yalkın’ın dükkânına gelirdi. Söyleşilerinden çok mutlu olurdum” diyor, ardından da tüm içtenliğiyle dertleşiyordu:
“Bizler bütün acılara karşın onurlu günler yaşadık. Sessiz kalamadım, içimden geleni yazdım. Yalkın biraz daha iyi olsa da yatağa bağlı. Mine’nin durumu malum. Zor durumunda benden başka uğraşacak yok. Umarım dava zor bir durum getirmez. Silivri şimdiye kadar izlediğim mahkemelerden çok farklı. Yolu da uzun. Ülkede her şey çok değişti. Bana alışamadığım yapay durumlar. Bilmem ki belki de uzaktan izlemek daha iyi… Özlemle selam, sevgiler.”
Bir diğer mesajında da Osman Kavala’nın bir numaralı sanık olduğu Gezi davasıyla ilgili ayrıntı veriyordu: “Sizin tanıdığınız bebek Mine 54 yaşında… Gezi davasından müebbetle iddianame hazırlandı. 16 sanıktan biri. Yeniden zor günler. Ne iştir bilinmez, birbirleriyle yüz yüze bile gelmemiş 16 sanık. Mine’nin tek derdi ve mücadelesi ağaçların kesilmemesiydi. Şimdilik sessiz beklemekte yarar var. Selam ve sevgiler…”
Mine’yi tanımaz olur muyuz? 55 yıl önce Bostancı’daki evlerini Yaşar Kemal’le birlikte ziyaret ettiğimizde, onun tanımladığı gibi, “kucağında bebeğiyle mutlu uyuyan güzel mi güzel kız çocuğu”nu…
Kim derdi ki, yarım yüzyıl önce, minibüsünün alnına “Proleter” yazdığı için başı dertten kurtulmayacak Yalkın’ın üç yaşındaki kızı Mine, 21. Yüzyıl Türkiye’sinde sırf Taksim Meydanı’nın ağaçlarına sahip çıktığı için Gezi davasında mahkum olacak?
Ya aynı davanın bir numaralı sanığı Osman Kavala?
Kendisiyle genç bir üniversite öğrencisi olduğu dönemde, siyasal sürgün dostlarıyla buluşmak üzere geldiği Brüksel’de tanışmıştım… Manchester Üniversitesi’nde öğrenciydi… 12 Eylül darbesinden sonra yurt dışındaki tüm sol ya da demokrat göçmenler ve öğrenciler gibi o da Evren Cuntası’na karşı tavır almıştı. Türkiye’den tanıdığı siyasal sürgünlerle sıcak dostluğuna defalarca tanık olacaktım…
Babasının vefatı üzerine büyük bir şirketler grubunun başına geçerek Türkiye’nin sayılı iş insanlarından biri olduktan sonra da Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinden asla kopmayacak, islamcı sermayenin siyasal temsilcisi Tayyip bunun bedelini o uydurma Gezi davasıyla kendisini zındana attırarak ödetmeye kalkışacaktı.
Osman Kavala Anadolu kültürünün tüm bileşenleriyle tanıtılmasına büyük katkıda bulunan Anadolu Kültür Vakfı’nın da başkanı. Mine Özerden ise bu vakıfta sorumluluklar üstlenen insan hakları savunucusu bir sinema sanatçısı…
Anadolu Kültür Vakfı, Tayyip’in tüm ağaçlarını kesip betonlaştırdıktan sonra Taksim’de bir de topçu kışlası dikeceğini ilan etmesinden sonra buna karşı koymak için Taksim Dayanışması’nı oluşturan 128 paydaştan sadece biri.
İddianamede Kavala’nın Gezi olaylarını finanse ettiğine ilişkin suçlamada ileri sürülen sözüm ona kanıtlardan biri de kendisinin Mine’yle aralarında geçen 30 Mayıs 2013 tarihli bir telefon konuşması.
Halide’nin mesajı üzerine Gezi davası iddianamesini de, komplo ortaklığıyla suçlanan Mine’nin ve Kavala’nın savunmalarını da tüm ayrıntılarıyla gözden geçirdim.
Belli ki, Tayyip’in hafiyeler ordusu Kavala’nın telefon konuşmalarını yıllardır dinlemeye almış…
Vakfın iki sorumlusu arasındaki söz konusu telefonlaşmada polisin yoğun göz yaşartıcı gaz kullanması karşısında gençlerin gaz maskesi ihtiyacını karşılamak için ne yapılabileceği, bunları sağlamak için bir ortak bağış hesabı açılıp açılamayacağı konuşulmuş, ama orada kalmış… Ne böyle bir hesap açılmış, ne para toplanmış, ne de gaz maskesi alınmış…
Mine Özerden mahkemede yaptığı savunmada şöyle diyordu:
“Neden burada olduğumu gerçekten anlayamıyorum, İddianamedeki söz konusu iddiaları ‘ben yaptım’ desem beni biraz tanıyanlar düpedüz aklımı kaybettiğimi düşünür herhalde. Oysa beni ve diğerlerini tanımayan birileri bir şeyler diyor, diğer tanımayanlar üzerine koyuyor halinde gelişen topyekun saçma bir ‘çamur at izi kalsın’ mekanizmasının nesnesi olmuş durumdayız.
“21. yüzyılın ilk çeyreğinde, dünyanın geldiği bu zaman noktasında şu içinde bulunduğumuz durumda olmak gerçekten ağırıma gidiyor… Her şey bu kadar yüzeye çıkmış ayan beyan ortadayken… Görüneni göremeyen, görmek istemeyen ya da görmek işine gelmeyenlerin gerçekler yerine yalanlar ve manipülatif kurgularla üretilen durumlara itibar etmesi çok acı verici… Sizi, bizi, hepimizi gereksiz yere oyalayan enerji, zaman ve kaynak israfı… adeta kendi çocuklarını yiyen Kronos Efsanesi’nin günümüz uyarlaması.”
Üç yıl önce Artı Gerçek’te yayınlanan “Proleter Şoför’den Gezi Direnişi’ne…” başlıklı yazımı şöyle bitirmiştim:
20. yüzyılın son çeyreğinde Yalkın ve Halide’leri yemeğe çalışan Kronos’lar, 21.yüzyılın ilk çeyreğinde Osman’ları, Mine’leri ve daha yüz binlercesini yemeğe çalışıyor.
Kronos’lara binlerce lanet…
—————————
*Yaşar Kemal’in röportajı alttaki link’ten Ant’ın 33. sayısına erişilerek okunabilir:
https://hdl.handle.net/10622/Z11226
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***