Bazen mutluluğa mahkum edilir insan. Mutluluk yaşanan bir şey ve duygularımızın uyumluluğunun sonucu değildir her zaman; bize dayatıldığı için, öyle hissetmeye zorlandığımız için öyle olduğumuzu sandığımız o garip halin adıdır. 1999 yılıydı… Bir yıl boyunca gazeteler ve televizyonlar yayınlar yapıyordu: “2000 yılına gireceğiz!” Dışarıda kalmamak için hepimiz aynı anda el ele girelim telaşıyla akrabalar, arkadaşlar her gün birkaç kez birbirimize “Yılbaşı’nda n’apıyorsun?” sorusunu sorduk. İçimizdeki baskı, birbirimize yaptığımız “mutlaka eğlenelim”, “yeni bir bin yıla girmenin mutluluğunu yaşayalım” sıkıntısı… İnsanlık işte o an mutlu olmaya, olağanüstü eğlenmeye mahkum olmuştu… O kadar abarttık ki, o gün geldiğinde yaşadıklarımız bizi mutsuzluğa götürdü, çünkü her şey sıradandı. Aynı müzikler, kreş çocukları gibi el ele tutuşup iki yaş çocukları gibi üç harfli sözcüklerle “ole” eğlenmek beklediğimiz kadar olağanüstü değildi… Ayrıca yaşadığımızın mutluluk olup olmadığını, şayet mutluluksa bunun da derecesini bilmemenin tuhaflığını yaşadık. Mutluluğun bir ölçü birimi yok. Mutluluğumuzu bir başkasının mutluluğuyla da karşılaştıramıyoruz. Çaresizlik yani. 2000’i de “yılbaşında n’aptın” sorusuyla geçirdik. Yani yeni bir yıla girdik bitti olmadı. Kimilerimiz kötü geçmiş olmasının depresyonuyla kimi de bu kadar zaman ve para harcanmış bir şeyi manik bir abartılı anlatımla geçirdik.
Sizin de belki mutluluğa mahkum edildiğiniz anlar ve durumlar oluyordur. Yıllarca okuduğunuz okulun mezuniyet töreninde hissettiğiniz tuhaflık. Çok emek verildiği için çok mutlu olmanın mecburiyeti. Bu durumlara kültürün bulduğu ya da başka kültürlerden kopya çektiği ritüeller vardır ve bu ritüeller üzerinden ne yapacağınızı bilmiyor olmaktan, o anda kaybolmuş olmak duygusundan kurtulabilirsiniz. Hani müsamere çocukları gibi “Bir, iki, üç!” ile başlayan bağrışmalar, kepleri fırlatmalar. Elinize tutuşturulan, diploma denilen kağıdın bir hediye kurdelesine sarılı verilmesi gibi… Bu tür “mutlu olma durumları”nda biraz çocukluk bulaştırılmasının bir anlamı da, mutluluğun bazen çok sıradan bir şey olmasıdır. Belki de mutluluk, basitlikle barışık olduğumuz ve narsisizmin sıradanlaştığı anlarda yaşanabiliyor…
İlişkide mutluluk
Cinsellik evlenilerek yaşanabildiğinden cinselliğin yaşanacağı ana ait mitolojiler oluşturulur… ‘En mutlu günüm’ miti vardır. Bu ‘en mutlu gün’ anlatısında akla düğün ve gerdek gelir. En temel sorunlardan birinin geleneksel çözümü ‘en’ olarak anımsanır. Biraz büyüteçle bakıldığında ise birçok sorunu içeren bir ‘en mutlu gün’ anlatısıdır bu… İlerleyen zamanlarda zaten ‘en mutlu gün’ çeşitlenir: Çocuğumun doğduğu gün, okulumu bitirdiğim gün, boşandığım/kurtulduğum gün… Yıllarca kurulmuş hayallerin gerçek olduğu anlardadır belki de mutluluk…
Yukarıda bahsettiğim, kadınlardan uzakta erkek erkeğe ve oyunların sınırlandırıldığı monoton hayatın tek çıkış yolu olarak, filmlerden kopya çektiğimiz aşkı keşfettik: Aşk, bu bizim can sıkıcı monoton hayatımızın heyecanıydı. Aslında bu yaşlarda her Türk genci biraz aşka mahkumdur; aşk mecburidir. Hazzın ve heyecanın adresidir aşk. Ama yıllarca karşı cinsle sınırlı bir ilişki kurmuş, ‘Bir kadınla/erkekle ne tür oyunlar oynanır?’ ve ‘Kadının/erkeğin dünyası nasıldır?’ı bilemeyen delikanlılar gençliğin hormonlarının da yardımıyla sadece ve sadece cinsellik oyunuyla ilişki kurabiliyorlar. ‘Fallik narsistik’ olmamızın nedenlerinden biri başka bir ilişkilenme şeklini bilemeyişimizdir belki de. Kadın-erkek ayrımını çok sıkı savunan Müslümanlar, sanıyorum kutsalın arkasına saklanarak, toplum olarak hangi faciaya yolculuk yaptığımızı da bu arada gizlemek istiyorlar.
Cinsellik belki de bu nedenle “birleşmek”tir ve aynı zamanda cinselliğe “çiftleşmek” denir. ‘Bir’leşme ve ‘çift’leşme ayna anda sınırları geçmeyi denemek anlamıyla mutlu olmayı denemenin bir yolu olmalı. Bütünleşme anı spiritüel bir andır aynı zamanda… Mutluluk biraz da sınırda yaşanır. Ben ve senin ‘biz’ olduğu, ama aynı zamanda ‘ben’ ve ‘sen’in de olduğu yerde. “Bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine…” (Nazım).
Eş terapilerinde de sıkça konu olan mesele biraz da bu durumla ilişkili: Birlikte bir film izlemeyi deneyen bir çift filmi sonuna kadar izlemeyi başaramıyor çoğu kez; çünkü kadın ve erkeğin cinsellik dışında geliştirerek oynadıkları “yetişkin oyunları”nı (Eric Berne) tanımıyorlar. Film izlerkenki yakınlık ve sıcaklığın erkeğin hayatındaki karşılığı seks… Kısacası, ertelenmiş duygular ve cinsel hazzı birlikte yaşayacağınız kişiler uzağınızda olunca ‘kavuşmalar’ mutluluk sanılabiliyor. Sevdiğiniz insana kavuşunca masallardaki realiteyle karşılaşıyorsunuz. Cinsellik üzerinden ulaşabileceğinizi düşündüğünüz mutluluk bir düş kırıklığına dönüşmek zorunda. Düğün, evlilik… Kavuştuktan sonra nasıl mutlu olunuyor?
Her ilişkide vardır şiddet. Bazen bu şiddet çok pozitiftir. Yemeği ‘çiğneriz’, ekmeği ‘koparırız’ mesela. Şiddet olmadan hayatı sürdürmek imkansızdır. Ama bizim mutluluk öngörümüz harmoniyi, şiddetsiz anı içerir. Şiddetsiz an ise ölüdür. Mutlulukta sürekli bir sen, bir öteki vardır. Bu sen/öteki bazen bir kişi, bazen bir obje, bazen doğa, bazen de bütün evrendir. Öteki ile senkronize olmayı, çatışmasız ve çelişkisiz dingin ‘hal’i mutluluk olarak kurgularız. Bu harmoni aslında ölüm halidir; cansız ve hareketsizdir. Ötekinin öteki olmadığı, olamadığı, yalnızca benim yankım olduğu bir haldir. Mutluluk bu ölü olma anıdır ve en çok yoğunluğun yaşanmasını istediğimiz an bu ölü andır. Ölüm ise gene mutluluk gibi bir uçta, uçurumda, sınırda yaşanan bir haldir. Mutluluk belki de harmoniye/dinginliğe/ölüme ulaşma ve bir süre sonra da bu harmoniyi ileride yeniden harmonik yapabilmek üzere bozma halidir. Harmoninin disharmoniye dönüşmesi, sonra da disharmoniden yeniden bir harmoni yaratma çabası…
Düş kırıklıkları
Ertelemeler ve istenilen objeye hemen ulaşamamak objeyi daha da çekici, alımlı kılar. Ulaşma arzusunun olduğu yerde başlar özlem; kavuşma anında biter. Uzunca beklemenin içimizde büyüttüğü arzu ve özlem kavuşunca bittiğinde arkada kalan şey ise kocaman bir boşluktur. Mutluluk belki de anlamlandıramadığımız o boşluktur…
Mutluluk konseptinde özlem vardır. Özlerken objeyi şehvetle arzulamanın getirdiği bir yorgunluk da vardır. Özlem ve arzu arasındaki dinamik o kadar yorucu ve tüketicidir ki, özlediğiniz objeye ulaştığınız zaman onunla ilgili kurduğunuz fantezileri yaşamaya gücünüz olmaz. Ya da kurulan hayaller o kadar olağanüstü, o kadar fanteziyle süslenip arzulanmış haldedir ki, yaşandığı zaman realitede o kadar güzel olması mümkün değildir. Bu anlamda kavuşma anı, yani mutlu olacağımız an, aslında korkunç bir mutsuzluğu doğuruyor, çünkü o an bir yere çakılma ve düş kırıklığı anıdır aynı zamanda. Kavuşma anı, realiteye dönme anıdır ve orada biten bir şey vardır. Yıllarca birbirlerine aşık olup birbirini arzulamış çiftler, evlendikleri gecenin ertesindeki sabah kalktıklarında ne yapacaklarının ve kime gideceklerinin derdine düşerler genellikle. Bunun en önemli nedeni, aslında farkına varmadan birbirlerine karşı yaşadıkları düş kırıklığıdır.
İnsanlar en çok mutlu olmak istedikleri yerde bir mutsuzlukla karşılaştıkları için mutluluk umutları da tükenebiliyor. Mutluluk bir boşluk yaratıyorsa, bir düş kırıklığıyla bitiyorsa, olağanüstü bir yere gidip ulaşılmaz oluyorsa, bu durumda mutluluk korkutucu bir şey haline de gelir. Çünkü hiçbirimiz mutlu olmak için yola çıkıp da yolun sonunda bu gibi olumsuz durumlarla karşılaşmak istemeyiz. En çok aradığımız şey, bizi korkutan bir şey oluyor, biz farkında olmadan.
Mutluluğu biz olağanüstü ve uç yerlerde yaşanan bir şey olarak kavrıyorsak, uç yerlerde yaşanan şeylerden biri aşk, diğeri de ölümdür. Mutluluk, aşk ve ölüm bazen zar gibi birlikte düşerler. Müslümanların mutluluğu ölümden sonraya ertelemeleri ve ölümle eşleştirmeleri de tesadüf değildir. Uç bir deneyimin başka bir uç deneyimle yaşanabileceği kanısı da uyandırır bu anlayış. Bazen iç içe girer bu uç deneyimler…
Yaşıyor olmak: hem mutluluk hem suçluluk
Savaşa katılan askerlerin yaşadıkları travmayla ilgilenen psikanalistlerin işaret ettikleri bir olgu var: Yaşıyor olmanın suçluluk duygusu. Savaşta patlayan bir bombayla arkadaşlarını yitiren askerin olay anında ölmemiş olmanın, hayatta kalmış olmanın getirdiği mutluluk duygusu. İşte bu an ve daha sonra arkadaşları öldüğü ve kendisi yaşadığı için hissettiği suçluluk duygusu. Bazı psikanalist meslektaşlar böyle mutluluk ve suçluluk duygularını Nazi kamplarından kurtarılan mağdurlarda da gözlemlemişlerdir. Benzer olguyu Türkiye’den 80’li yıllarda faşist diktatörlükten kaçan solcularda, daha sonra yurtdışına sığınmacı olarak gelen Kürtlerde ve son dönemlerde Erdoğan, Bahçeli ve Soylu zulmünden kaçanlarda da gözlüyoruz. Faşizmden kurtulmanın sevinci, ülkeden gelen zulüm haberleriyle birden bir acıya, bir sızıya dönüşüyor: Arkadaşlarını bırakıp gelmiş olmanın, onları darda bırakıp kaçmış olmanın psikolojik acısı…
Uç noktalarda varoluşsal bir konumda yaşanan gerilimden kurtulmanın getirdiği sonsuz rahatlama mutluluk gibi yaşanabiliyor. Devletin aradığı insanların bir polis baskını sırasında yaşadıkları varoluşsal korku ve sonra yakalanmamanın getirdiği sonsuz rahatlama… Korkunun sonlandığı anlar da mutluluk olarak yaşanabiliyor. Korku ve gerilim filmlerinde korkunun bittiği an. Korkunun sevince dönüştüğü an. Özlemlerin bittiği an. Kurtulma anları…
Bazen günlük hayattaki mücadeleleri ve dünyayı sırtlamış olmanın getirdiği dertleri unutma anı mutluluk olarak yaşanabiliyor. Nazım’ın söylediği gibi: “Sonra saygıyla toprağa oturdum, / dayadım sırtımı duvara. / Bu anda ne düşmek dalgalara, / bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. / Toprak, güneş ve ben… / Bahtiyarım…” Mutluluk günlük hayatın dışına çıkmayı başardığımızda, her şeyden koptuğumuzda yaşanan andır. Her şeyi unutabilmenin, evren anamızın kucağında oturmanın, ona yaslanmanın bahtiyarlığı…
Tabu parçalama hazzı
Kızılderili filmleri vardı, savaş filmleri… Savaşçılar naralar atarak, arkaik çığlıklarla saldırırlardı birbirlerine. Sonra “düşman”la göz göze gelme anı. Ölümle, öldürmekle yüz yüze gelmek… Öldürme tabusu kutsaldır ve bu tabuyu çiğnemek zordur. Buradaki ayrıntı, öldürmenin teknik bir mesele olmasıyla ilgili değil. Bir savaş uçağı pilotunun bir düğmeye basarak öldürmesi değil. Öldürmekle eylem arasındaki yabancılıktan ötürü algılanmayan bir ölüm. Düğmeye basan biri, bir katliamın katili olarak algılamıyor kendini. Öldürmek onun için bir bilgisayar oyunu oynamak gibi.
Öldürme tabusuyla yüzleşmek, öldüreceğiniz insanın gözlerine bakmak ve onun gözlerinde ölümün korkusuyla karşılaşmak… ‘Düşmanınızın’ gözünde kendinize rastlamanız. Çünkü savaşta siz de onun yerinde olma ihtimali ve korkusuyla savaştınız. O bakışta hem kendi ölüm korkunuzla hem de düşmanın ölüm korkusuyla, aynı zamanda öldürme tabusundan ötürü hem kendi öldürme korkunuzla hem de ‘düşmanınızın’ öldürme korkusuyla karşılaşırsınız. Bıçağınızla kestiğiniz boğaz, bastığınız tetik… O an katil olma bilinci inkar edilmese, öldürme olmaz. İşte o an aslında korkuya sıkılan bir kurşun vardır. Katil olma anını filmler çığlıklarla ve zafer şenlikleriyle mutluluk olarak sunuyorlar.
Tabuların çiğnenmesinin yarattığı gerilimin çiğnenme anında yarattığı rahatlamanın mutluluk olarak yaşanması… Birkaç tabunun radikal ve uç bir biçimde çiğnenme anını mutluluk olarak yaşamak… İslami teröristlerin ölümleri şölen gibi sergilemelerinde ve milyonlarca insanın bunları internetten izlemesinde bu sapık ve gizli mutluluk tasarımının izleri var. Katliama katliam, katile katil demediğimiz, gizlice onayladığımız ve haz aldığımız bir sapıklık… Bazı sapıklıklar mutluluk tasarımı olarak karşımıza çıkar. Yıllardır devletin de “terörist” diye adlandırdığı çeşitli grupları yok etmesinde bu sapıklık yok mudur? Televizyonlarda öldürme tasarımları, ölüm seviciliği ve savaş naralarının başka anlamları da yok mudur? İnsansız hava araçları doğa filmleri çekmek için üretilmezler genelde; ölüm makinalarıdır. Silah sanayiiyle övünmek, savaş ve öldürme becerisiyle övünmektir. Milli silahlarımız, doğallaşmış, kabul görmüş, normalleştirilmiş, toplumun sorgulamadığı, hayatımıza entegre ettiğimiz bir sapıklıktır. Bazı sapıklıkların üzerinin vatan, millet ve bayrak söylemleriyle örtülmesi de böyle bir durum değil midir? Sapıklık da psikanalizde haz ve mutlulukla ilişkilendirilir. Ve toplumlar bazı sapıklıkları kültüre eklemleyerek bu onları sapıklık olmaktan çıkarırlar. Toplumun ‘norm’u yapar ve ‘anorm’allikten çıkarırlar…
Mutluluk belki de…
Mutluluk bazen yaşadığımız an ayrımına varmadığımız ama sonradan anımsadığımızda mutlu olduğumuz, fark ettiğimiz bir şeydir. Freud’un geliştirdiği bir kavram var: Nachträglichkeit. Yaşanan anda değil, daha sonra fark edilen… Anımsarken fark ettiğimiz, sonradan adını öyle koyduğumuz, sonradan imlediğimiz… Bunun bir anlamı da, mutluluğun yitirdiğimiz ve geçmişte kalan bir şey olmasıdır. Mutluluğa projekte edilen en önemli fikir ise, onun sıra dışılığı ve olağanüstülüğüdür. Mutluluk arayışı, içimizdeki bir anlamsızlık ve boşluğun pozitif duygularla doldurulma isteğidir bu durumda. Zaten mutluluğu bu kadar istememiz bize bir şeyi daha bariz bir biçimde gösteriyor: Çok mutsuzuz, onun için mutluluğu istiyoruz.
Bazı anlar ‘bir kereye’ mahsustur. Geçmişe baktığımızda o ‘ilk’lerin tarihi… Bazı olaylar da insanlık için ilk ve bir sefere mahsustur ve o anda tarihin yazılıyor olduğunu bilirsiniz. Yazılan tarihin içinde olmak, o tarihin canlı tanığı olmak istersiniz. Papa herhangi bir ülkeyi ziyaret ettiğinde toplanan kalabalık… Bir starın yaşadığımız kasabaya geldiğinde ön sıralarda yer kapma cabaları, ‘ben de oradaydım’ diyebilme halleri… Yıllarca hayalini kurduğunuz, dualarınızda yer alan o yolculuk… Bireysel tarihinizin zirvesi. Hayalinizde bir karıncanın dile geldiği, “Varamazsam da o yolda ölürüm!” dediği yolculuk. Kabe’nin etrafında dönerken kendi etrafında dönen dünya, güneşin etrafında dönen dünya; evrende dönmek, tüm sınırların kalktığını sandığınız o an: Yoksulluk, varsıllık, siyah-beyaz, yaşlı-genç, erkek-kadın, Türk-Arap… Kültürlerin, coğrafyaların ve bütün farklılıkların ortadan kalktığı, yaşadığınız kalabalığın size küçüklüğünüzü, minnacıklığınızı anımsattığı, evrende bir damla olma anı. Evrenin kocamanlığını idrak etme ve evrenin bir parçası olduğunuz için de evrene katılmanın getirdiği ‘kocaman bir evren olma’ hali de mutluluk anıdır bir Müslüman için… Hacca gitmek diğer tüm gitmelerden farklıdır; ‘başka bir ruh haline’ ve ‘Tanrı’nın huzuruna bir yolculuk’ gibidir bir Müslümanın iç dünyasında… Yıllarca maddi ve manevi olarak hazırlandığı için de bu yolculuğu olağanüstü bir şekilde yaşar ister istemez. İşte bu ruh hali anımsanırken de bir söylence tadındadır. Tanrı’ya bir borcun ödenmesi ve borç senedini yırtma anı… Mutluluk bazen olağanüstü ve tarihi bir ana tanık olmanın getirdiği bir dissosiyasyon anıdır. Berlin Duvarı yıkıldığında Berlin’deydim. İnsanların bir yanı eğlenir ve sevinçten ağlarken diğer bir yanı inanmıyor, bunun bir rüya olduğunu sanıyordu. Bir yan mutluyken diğer yan bu duruma inanmıyor ve böylece ‘mutluluktan çıldırmayı’ engelliyordu. İmkansızın gerçekleştiği anlar… Trans hali… Spiritüel anlar da bazen böyledir.
Paylaşma anları vardır. Ekmeği bölüşme, rekabetin ve kıskançlığın olmadığı, rollerin ve konumların çok belirgin olduğu durumlar. Çok çaresiz birine çare, başka birinin derdine derman olduğumuz anlar. Yoksulluğa gülücük dağıtmayı başarabildiğimiz anlar. Mutluluk tutkusuz, coşkusuz olamaz sanki… Acıyla kıvranan birine çektiği acıyı unutturduğumuz anlar. Mutluluk bazen almaktır ama daha çok da vermektir. Bir bayram sabahı kutsala sardığınız bir hediyeyi yoksul çocuklara verdiğiniz anlarda vardır mutluluk. Çocuklar aldıklarına sevinirken siz de verebilir konumda olmanın keyfini yaşarsınız. Narsisizm sağlıklı, normal ve reel yaşanabilir olduğu ortamlarda bir tatlı haz bırakır insanda…
Dinler mutluluk sözü verirler. Dinler inananlara ölümsüzlük, ölüm sonrasında mutlu ve sorunsuz bir hayat vaat ederler. Bu vaatte mutluluk hak edilmesi gereken bir tasarımdır. Hak yolundan yürür, sağa sola sapmadan ilerlerseniz Tanrı sizi mutlulukla ödüllendirecektir. Dünyevileştirilen başka bir mutluluk tasarımını da ideolojiler vaat eder. Bu konseptlerde mutluluk henüz oluşmamıştır ve ileride yaşanabilecek bir şeydir. Ütopyaların ve dinlerin bir ideal hayat tasarımları vardır ve mutluluk bu ideal hayata ulaşınca gerçekleşecektir. Mutluluk bir ütopya gibidir ve ütopyalar da mutluluk ütopyasını vaat ederler.
Mutluluk belki de küçük küçük sevinçlerin toplamıdır. Onun için mutlu olmak demek, günlük küçük sevinçler aramak ve bulmak demektir. Belki de ‘mutluluk’ diye tanımladığımız ve çok yükseklere koyduğumuz bu çıtayı atlayamamanın başarısızlığının derdindeyken ıskaladığımız şeyin adıdır. Belki küçük sevinçler ve küçük sevgilerdir aslolan.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***