Bugün 23 Mayıs Pazartesi. Ben bu yazıyı yazarken 21 Mayıs Cumartesi gecesiydi. 21 Mayıs 2022. Bir melez olarak sahip olduğum etnik kimliklerimden ikisinden birinin soykırım yolculuğunun 158. yıldönümü…
Kuzey Kafkasyalı Çerkeslerin yüzyıl direndikleri Çarlık ordusuna 1864’te yenildikleri, kadim vatanlarından Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sürgün edilirken Karadeniz’de onları taşıyan derme çatma teknelerde açlık ve hastalıkla ölerek balıklara yem oldukları, çıktıkları topraklarda ölmeye devam ettikleri ve imparatorluk coğrafyasında onlara her gösterilen yere yerleşmek zorunda kalarak Rumeli’den Filistin’e kadar dağıldıkları, kendi dil ve kültürlerine dayalı özgür, bağımsız ulus-devlet yapısını kurmaktan belki sonsuza kadar mahrum bırakıldıkları simge tarihin yıldönümü…
Kendine meslek ve varoluş alanı olarak dili çalışmayı seçmiş biri olarak, yeni diller öğrenmek konusunda asla sabırlı ve başarılı olamadım. O yüzden utanarak söylediğim ama söylemekten de kendimi alamadığım bir hayalim var: Annemle onun anadili olan Kabardeyce konuşabilmek. Çerkes dili Adigabze’nin Doğu lehçesi olan bu dili edindi annem ilk önce, bebeklikten çocukluğa yürürken. Bugünkü Kayseri Pınarbaşı, 1864’te Aziziye olan ama hep Uzunyayla olarak bilinen bölgedeki köyünde ilkokula gidene kadar sadece Kabardeyce konuştu.
Dedem Ahmet (Amede) Demeley ve “ananem” Cevahir çocuklarını alıp 1960’larda önce Kayseri’ye, oradan da İstanbul’a göçtüler. Türkiye’nin pek çok köyünden kente göçen aile gibi proleterleştiler ve hayatta kalma mücadelesi verdiler. Ben dünyayı görür olduğumda, annem bir trafik kazasında kaybettiği babamın ardından ayakta durmaya, çocuğunu büyütebilmek için para kazanmaya çalışan bir savaşçıydı. Ben annemin bana sevgi veren Türkçesini, hep bu savaşçının dilinden duydum. Belki Türkçeyi bu kadar tutkuyla sevmemin nedeni de budur.
Eğer Kabardeyceyi bilsem, annemle konuşurken sesinde onun çocukluğunu, Uzunyayla’nın o çok kendine özgü toprağında hazla ve yaramazca koşup oynayan “Karakız”ı duyacakmışım gibi geliyor. O küçük kızın gevezeliklerine gülmek, dedemin bana dediği gibi “delezuk” demek ve başını okşamak istiyorum. Hem çok çalıştığım hem de çok tembel olduğum için bu hayalimi bir türlü gerçekleştiremiyorum.
Allah’tan Türkçem fena değil. Çerkes edebiyatı ve Türkçe edebiyatta Çerkesler hakkındaki bir toplantıda, dili bilen genç bir dostum, Nalchik’ten gelen ve hiç Türkçe bilmeyen soydaşım bir hanımın ben konuşurken “hah, bak bu adam önemli bir şeyler söylüyor gibi” dediğini aktarmıştı. Türkçesiyle, Türkçe bilmeyen bir Kabardey’i etkilemiş biriyim, övünmek gibi olmasın. Gerçi gençliğimde üniversite öğrencisiyken, Kuzey Kafkas dilleri konulu konferansta benim Kabardeyceyi bilmediğimi öğrenen ve Türkçe hariç kırk dil bilen Kabardey profesör benimle İngilizce konuşmayı reddetmişti ama ben bu anıyı şimdi müsaadenizle yine bilinçaltıma bastırayım.
2019 tarihli, Bir Rüya Gördüm, Anlatsam da Anlamazsınız başlıklı bir belgesel var. Yönetmenleri Burcu Esenç ve Cantekin Cantez. Bir ara Mubi’de gösterimdeydi, şu anda yok. Bu belgeselde Burcu Esenç, dedesi Tevfik Esenç’in, Kuzey Kafkasya’da Abhazlar ile Adigeler arasında yaşayan Ubıh kavminin, tam da Kuzey Kafkasya’da konuşulduğu biçimiyle Ubıhçayı konuşan son insanın, bu dili yaşatmak üzere aralarında Fransız Dumezil gibi büyük dilbilimcilerle yaptığı çalışmaların izini sürüyor.
Çok etkilenerek, büyülenerek ve annemle Kabardeyce konuşamamama üzüldüğümden daha fazla üzülerek izledim bu filmi. Çünkü ben bir hamlede bulunarak Kabardeyce öğrenebilir, annemle bu dilde konuşabilirim. Ancak Tevfik Esenç’in konuştuğu Ubıhça, Kuzey Kafkasya’da bile kaybolmuş bir dil. Filmin başlığı da, yanlış hatırlamıyorsam Tevfik Bey’in dilinden duyduğumuz bir laf. Bunu söylüyor bir teyp kaydında. Bir dilde bir rüya görüyorsunuz ve uyandığınızda bunu o dilde anlatabileceğiniz kimse yok.
Ne kadar ağır bir şey! Bugün Kabardeyce ve Adigabze Kuzey Kafkasya ve başta Türkiye olmak üzere dünyanın pek çok yerinde konuşuluyor, hatta çok belirgin olmasa da yazılı bir edebiyat diline de sahip. Oysa Ubıhça, sahip olduğu sesler açısından dünyanın en girift bu ikinci dili Tevfik Bey’le mezara gitmiş durumda. Sadece insanların değil, bir dilin, bir kültürün, bir zamanlar dünyanın bir yerlerini şenlendiren seslerin kaybı… O sesleri artık bu dünyada, kıyamete kadar kimse duymayacak.
Ubıh arkadaşlarım var ve onlar kimlik konusunda benim kadar takıntılı da değiller. Bazen onlara bakarken, bu dünyanın en zor ikinci dilini, Eski Yunan dönemine, belki ondan da öncesine uzanan bu dili konuşurken hayal ediyorum onları. Acaba başka insanlar mı olurlardı o zaman? Şu andan farklı bir şeyle karşılaşmış olur muyduk? Annem Lamia’yı “Karakız” olarak görebilmek hayalimde olduğu gibi, onları da kadim Ubıhçayı konuşurken görmek hepimizi farklı kılar mıydı?
Bunları bilemeyeceğiz ve zaten dünyanın çok büyük çoğunluğu için bir önemi de kalmadı. Veyl mağlup olanlara! Türkiye’de ikircimli bir biçimde ele alınan, Rusya’da bastırılan etnik kimlikler, Kuzey Kafkas etnik kimlikleri. Yanlış bilmiyorsam, annemin soyundan olan Mansuruko Demeley’in 18. yüzyıl ortası Kabardey topraklarında hükümdar olan pşi, yani prense karşı bir köylü ayaklanmasına öncülük ettiği için, Sovyet döneminde heykelini dikmişler, halk kahramanı olarak. Annemin dedesi de Çanakkale’de şehit olmuş 1915’te. Ona rağmen Rusya’da da Türkiye’de de kuşkulu kimlikler bunlar. Hep bir “hain Çerkeslik,” hep bir yaranamama…
Bu yazı, bu noktaya kadar güvenli sulardaydı aslında. Soykırım gibi tehlikeli bir sözcük içerse bile, Türklere dokunmayan bir biçimde ilerlediği için, belki de benimle empati kurdunuz. Kaybedilene dönük acımı, Çerkeslerin acısını da bir nebze duymuşsunuzdur belki. Ancak ben de, sizin benimle empati kurduğunuz gibi, Ermenilerle empati kuruyorum desem? 10 yıldan beri ilk kez, Türkiye Ermenilerinin 24 Nisan’ı kamusal alanda anmalarına izin verilmedi. Sosyal medya ve bildiğimiz medyada da ağır saldırılara maruz kaldılar. 24 Nisan’ın Ermeni Soykırımı’nı anma günü olması için meclise her sene yaptığı öneriyi yineleyen milletvekili Garo Paylan bu sene ağır bir linçe maruz bırakıldı. 24 Nisan ve 1915’in başlıca sorumlusu olan Osmanlı İmparatorluğu içişleri bakanı, sonra başbakanı ve İttihatçı Talat Paşa, savaşın bitiminde kaçtığı Berlin’de bir Ermeni tarafından öldürüldüğü için bayraklaştırıldı. Her durumda, Ermenilerin atalarının başına gelen, benim atalarımın başına geleni konuştuğum kadar konuşturulmadı.
Şuraya kadar yazdıklarıma bir daha bakın. Moskova’da yaşayan Putin’i ya da Kuzey Kafkasya’da yaşayan bir Rus’u rahatsız edecek, korkutacak ne var sözlerimde? Aynı şekilde, bir Ermeni’nin nasıl katledildiğini bildiği dedesinden söz etmesi neden rahatsız ediyor biz Türkleri? Ben Rusya’dan toprak mı istemiş oldum? Türkiye’deki Ermeniler toprak ve tazminat diye uluslararası mahkemelere dava mı açmış oldular?
Bu meseleler karmaşık. Kimliklerle ilgili karmaşık bir söz duyduğunuzda Poyraz Musa’nın Urfa’da Fransızlara karşı emri altında savaştığı komutana dönüşmeniz gerekmiyor. Bu ne mi demek? Sordunuz, anlatayım.
Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikâyesi” dörtlüsünden bir karakter bu komutan. Serinin üçüncü romanı olan Tanyeri Horozları’nda çıkıyor karşımıza. Karınca Adası’na yerleşen eski asker Poyraz Musa, Girit’ten mübadeleyle gelen ve aklı fikri Girit’teki at çiftliğine dönmek olan Bektaşi dedesi Musa Kazım Ağaefendi’yi, mecliste Mustafa Kemal’in en birinci adamı olmuş bu etkili komutana götürecektir, belki Girit’e dönmek konusunda yardımı olur diye. Oysa komutan, Ağaefendi’nin dönme isteğini duyunca köpürecektir.
“Hayır,” diye bağırarak, yumruğunu masaya vurarak, müşekkel gövdesiyle ayağa kalktı, “biz sizleri Yunanlıların elinden zorla aldık. Oralarda sersebil olmayasınız, hakaret görmeyesiniz diye, Yunanlının ayaklarının türabı olmayasınız diye. Lozan konferansında bütün Avrupayla, düveli muazzama ile mücadele ederek sizi öz yurdunuza intikal ettirdik. Devletimiz bu fakir halinde size yer verdi, yurt verdi, karnınızı doyurdu. Memnun değilsen arkadaş git, nereye gidersen git git, ister Girite, ister Fizana git. Bu toprağın sizin gibisilere hiç ihtiyacı yok. . . . Siz, siz, siz, siz daha vatanınızı beğenmiyor, Yunan uşaklığı istiyorsunuz.” (Adam Yayınları, 2002, s. 43)
Ağaefendi kumandana söz anlatamayacak, hakaretler eşliğinde oradan ayrılacaktır. Komutanının benzer hakaretlerine maruz kalan ve kendisi de Çerkes kökenli olan Poyraz gerçek empatiden kaynaklanan sözlerle arkadaşını teselli edecektir:
“Efendim, benim dedem öldüğünde doksan beşi geçmişti. Ben kendimi bildim bileli, dedem Toroslara Kafkaslardan gelmişti, Toroslar da bir cennetti, dedem ölünceye kadar bize, masal anlatır gibi Kafkasyayı, Kafkasyanın atlarını, pınarlarını, insanlarını, çiçeklerini, kuşlarını, insanlarının yiğitliklerini, ille de pınarların yörelerinde açan yabangüllerini, dağlarda sarayı bulunan kuşların padişahı Anka kuşunu bir masal, bir destan gibi anlatır, Dağıstan türküleri söylerdi. Ölürken de son sözleri, aaah Kafkas, aaah Dağıstan oldu.” (s. 46-47)
Komutan için kimlik adeta bir üniforma. Bunu giyeceksin ve birörnek bir Türk kimliğinin askeri olacaksın. Başta devletler, normali belirleyen ya da kendilerini normal olarak gören hâkim kimlikler her yerde “emir demiri keser” havasındalar. Emir demiri kesemez halbuki, bu bir fantezi. Demiri kesmek için uygun alet edevata ve çok çaba harcamanıza ihtiyaç var. Daha dünyadan kalkan Ubıhçanın yasını tutmaya devam ediyoruz, siz Çerkes ya da Ermeni kimliğini bastırma derdindesiniz. Olacak iş mi?
Kudretin, muktedirin olduğu her yerde direnç vardır. Ben demiyorum. İktidar olgusunu çalışan düşünürler diyor. Foucault okuyun mesela. Hiçbir cop, her başı eğmeye yetmez. Her akıllı muktedir, iknanın icbardan daha etkili olacağını gecikmeden anlar. Anlaşmanın, uzlaşmanın, alan açmanın yollarını bulur. Her vesileyle cop sallayan muktedir, tribünlere oynuyordur ve sadece anı kurtarmanın derdindedir. Herkes için acı üretir.
İktidar ya da hakimiyet sahibi illa baskıcı ve şiddet kullanan baba olmak zorunda değildir. Emziren, besleyen, kol kanat geren anne olmayı da seçebilir. Bizden farklı olan kimliklerle empati kurabilirsek, korku kaynaklı ezme ve yok etme yaklaşımlarının dışında yan yana ve birlikte var olma yollarını da bulabiliriz. Kuşkusuz bu daha maliyetsiz ve tatminkâr bir yoldur.
Bizden farklı kimlikler bizim celladımız değildir. Bunun paranoyasıyla bastırmak, ezmek, yasaklamak, dışlamak, yaftalamak, tehdit etmek, korkutmak, bezdirmek, her ne kadar korku gibi temel bir insan duygusundan kaynaklanıyor olsa bile, zulümdür ve bizleri sadece zalim yapar. Şu ölümlü dünyada zalim olmak, toprağın altına girmeden ölmek demektir. Ölmek ve zebanileşmek…
Zulümden ve zebanilerden uzak olmak dileğiyle.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***