Bugün 1 Mayıs, Türkiye, çıkartılan çeşitli engellemelere rağmen, işçi sınıfının bayramını kutlamaya hazırlanıyor… Sevgili ülkemizde 1 Mayıs’ın işçi sınıfının bayramı olarak kitlesel şekilde kutlanması cumhuriyetin kırk yılı boyunca hiç mümkün olmadı, çünkü resmen yasaktı. Oysa Osmanlı döneminde dahi 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kitlesel şekilde kutlanıldığı belgelerle sabit… 60’ların sonlarından itibaren DİSK’in girişimiyle kutlanır olduya da, kutlamalar her dönemde katliamlara ve kitlesel tutuklamalara varan farklı yöntemlerle hep engellenmeye çalışıldı.
Türkiye’nin kapitalistler ve milliyetçiler egemenliğinde bir ülkeye dönüşmesini sağlamak için 1923’te İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde 1 Mayıs’ın “işçi bayramı” olduğu söylenmişse de, kağıt üstündeki bu bayram 1925 Takrir-i Sükûnu‘yla nisyana terkedilmişti.
Yıllarca sonra, benim dünyaya geldiğim 1936 yılında 1 Mayıs Kemalist iktidar tarafından “resmi tatil” günü ilan edilmiş… Ama işçi bayramı olarak değil, Bahar Bayramı olarak… O tarihten sonra da Atatürk’ün buyruğuyla bestelenen ünlü “Nisan Mayıs ayları-Gevşer gönül yayları” şarkısı terennüm edilerek…
İnanılır gibi değil, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlandığına hiç beklenmedik bir zamanda ve de hiç tahmin edilemeyecek bir ağızdan 1960 yılında tanık olacaktım.
Menderes diktasının giderek daha amansızlaştığı, Türkiye’nin hızla 27 Mayıs darbesine doğru sürüklendiği günlerdi… 28-29 Nisan direnişinde Turan Emeksiz vurulmuştu, tutuklamalar, yasaklamalar birbirini kovalıyordu.
1 Mayıs akşamı CHP’nin İzmir il merkezinde bir basın toplantısı izlemiştim, ayrılmak üzereydim. Açık olan radyoda akşam haberleri saatinde Menderes’in bir konuşması verilmeye başladı… Kulaklarımıza inanamadık, Menderes “Bugün 1 Mayıs İşçi Bayramı, işçi kardeşlerimizin elemsiz, kedersiz birçok bayramlar idrak etmelerini temenni ediyorum” diyordu.
Yıllarca anti-komünizmi bayrak etmiş sağcı bir liderin neden bu sözleri söylemek zorunda kaldığı belliydi. Giderek zayıf düşen iktidarını ayakta tutabilmek için yıllardır ezdiği işçi kitlelerini son bir gayretle kendi saflarına çekmeye çabalıyordu. Özellikle de ABD ve NATO’nun güvenini yitirdikten sonra Sovyetler Birliği’yle yakınlaşmaya çalışıyor, hattâ Dışişleri Bakan Fatin Rüştü Zorlu ile birlikte Sovyet lideri Kruşçef’le görüşmek üzere Moskova’ya bir seyahat yapmayı planlıyordu.
27 Mayıs darbesinden sonra 1961 Anayasası ile bazı temel hak ve özgürlükler tanınmıştı, ama 1 Mayıs’ı “çayır çimen bayramı” olmaktan çıkartıp gerçek sahibi olan işçi sınıfına iade etmek kimsenin aklından dahi geçmedi. Ne darbeci subayların, ne de onlardan sonra seçimle iktidar olan İnönü CHP’sinin… Komünizmle mücadeleyi ana hedef olarak benimsemiş olan Demirel’in AP’sinden de zaten böyle bir şey beklenemezdi.
İşbirlikçi ve Amerikancı Türk-İş ise, 1 Mayıs’ı tamamen unutturmak için, Ecevit’in çalışma bakanı olduğu sırada grev haklarını kısıtlamak ve işverenlere lokavtı bir hak olarak tanımak için çıkartılan 275 sayılı kanunun Meclis’ten geçtiği 24 Temmuz’u “işçi bayramı” ilan etmişti.
1 Mayıs suskunluğunu bozan ilk girişim, gecikmeli de olsa, yeni kurulmuş bulunan DİSK’ten gelmişti… 1968 yılının 1 Mayıs’ında yayınladığı bildiride DİSK Yürütme Kurulu tüm emekçilerin bayramını kutlarken, aynı zamanda sürekli yazarımız olan DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker’in 7 Mayıs 1968 tarihli Ant Dergisi‘nde “İşçilerin Bayramı 1 Mayıs’tır” başlıklı uzun bir yazısını yayınlamıştık.
Aynı yılın Haziran’ında Ankara ve İstanbul üniversitelerindeki işgallerle 68 direnişini başlatmış olan devrimci gençlik de, bir yıl sonra, 1969’un 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı DİSK’le birlikte kutlayacak, 1970’in 1 Mayıs’ını izleyen tarihsel 15-16 Haziran direnişinde “Ordu-Gençlik Elele” sloganını tarihin çöplüğüne atarak “İşçi-Gençlik Elele” sloganıyla işçi sınıfının safında yer alacaktı.
Ya 1971’in, tam 51 yıl öncesinin 1 Mayıs’ı?
Ant Dergisi‘nin, 12 Mart yönetiminin emperyalizmin ve işbirlikçi kapitalizmin çıkarlarına hizmet için uygulamakta olduğu “Reform ve Huzur Planı”, buna paralel olarak Türkiye’de “Karşı-devrimci örgütlenmeler ve propaganda” üzerine üç ayrıntılı dosya içeren Mayıs 1971 sayısını polis ve adliye terörünün giderek daha yoğunlaşmasından dolayı kaçgöç hazırlamıştık.
Başyazımızda da kurulan iktidarın “sanayici-subay kompleksi”nin iktidarı olduğu vurgulanarak Türkiye devrimci güçleri tüm olanaklarını kullanarak bu iktidara karşı mücadeleye çağrılıyordu.
Derginin ön kapağında Ant‘ın yazarları ve sorumluları aleyhinde açılmış olan davalarda istenen ceza miktarının 770 yıla ulaştığı duyurulurken arka kapakta da “İşçi sınıfına 1 Mayıs kutlu olsun!” mesajı yer alıyordu.
Dergiyi baskıya verdiğimiz 26 Nisan gecesi, İstanbul, Ankara ve İzmir de dahil 11 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş ve Balyoz Harekatı başlatılmıştı. Yıllardır birlikte çalıştığımız, dostluğun ötesinde yoldaşlık ilişkisinde bulunduğumuz matbaa ve mücellithane emekçileri polis baskınlarına rağmen gerekli önlemleri almış, dergiyi basıp ciltleyerek dağıtıma sokmuşlardı.
Ertesi sabah Ant Dergisi sıkıyönetim sonrası tüm gazete bayilerinde okuyucuya ulaşan tek sol yayındı… Ancak darbecilerin yeni misillemesi gecikmedi…
1 Mayıs 1971 sabahı İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından Türkiye radyolarında ve gazetelerinde sık sık yayınlanan bildiride Türk Ceza Kanunu’nun 142, 158, 159 ve 312 maddelerini ısrarla ihlal eden Ant Dergisi‘nin süresiz kapatıldığı, hakkımızda yeni kovuşturmalar açıldığı bildiriliyordu.
Artık tamamen illegaldeydik, o tarihten itibaren 1 Mayıs’ı artık Türkiye’de değil, tam 51 yıl boyunca sürgünde, Almanya’da, Fransa’da, İsveç’te ve de Belçika’da kutlayacaktık.
Yarım yüzyılı aşan bu dönemde Türkiye’de yaşanan, bizim de sürgünde yüreğimizi dağlayan en acılı kutlamalardan biri 1977’in 1 Mayıs’ındaydı… Taksim Meydanı’nda 37 kişinin yaşamını yitirdiği korkunç katliam… Bir yıl aradan sonra, CHP lideri Ecevit’in yeniden başbakan olduğu 1979’da, İstanbul’un üzerine yine karabasan gibi çöken 1 Mayıs kutlama yasağı… DİSK yöneticileri tutuklanıyor, ancak Türkiye İşçi Partisi ve Kurtuluş hareketinin yönetici ve militanları yasağa meydan okuyarak sokağa iniyor… Asker tarafından derhal önleri kesiliyor, genel başkan Behice Boran da dahil olmak üzere direnişçilerin hepsi gözaltına alınıyor.
Bu tutuklamalara karşı yurt dışında protesto kampanyaları örgütlüyoruz. Büyük rastlantı, Başbakan Bülent Ecevit, önceden belirlenmiş bir program uyarınca, 10 Mayıs 1979’da Strasbourg’a gelerek Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi toplantısında bir konuşma yapacak… Toplantı sırasında TİP yöneticilerinin tutuklanmasını protesto etmek üzere seferber oluyoruz. Belçika’nın iki ulusal sendikası FGTB ve CSC’nin Türkiyeli işçiler bölümünden sorumlu arkadaşlar da dahil, ellerimizde çeşitli dillerde bildirilerle Strasbourg’a giderek, yaptığı konuşmada 1 Mayıs direnişçilerini suçlayıp sıkıyönetimi savunan Ecevit’i protesto ediyoruz.
Bir yıl sonra, 1980’de de 1 Mayıs yine yasak… Siyasal cinayetler, kitlesel tutuklamalar, grev yasakları, örgüt kapatmaları daha da yoğunlaşıyor… Ve Türkiye’de ilk 1 Mayıs bildirisine 1968’de imza atmış olma onurunu taşıyan DİSK ve TİP’in kurucularından, Maden İş Sendikası genel başkanı Kemal Türkler 22 Temmuz’da katlediliyor…
12 Eylül darbesi ve sonrası… Paşalar diktasının ardından militarist “demokrasi”nin Özal, Demirel, Çiller, Erbakan, Ecevit, en sonunda da Erdoğan elebaşılığındaki baskıcı yönetimleri… Ve de bu yönetimlerin her birinde de bitip tükenmez 1 Mayıs yasakları… Taksim yasakları… Kitlesel tutuklamalar…
Yazıyı tamamlamadan önce Artı Gerçek ekranında en son haberlere bakıyorum… Esra Çiftçi‘nin haberi: “Derin yoksulluğun gölgesinde 1 Mayıs: 2022 yılında da Taksim işçilere yasak!”
İşte bu Taksim yasaklı 1 Mayıs’ın üzerinden bir hafta geçmeden, 6 Mayıs’ta, Cumhuriyet tarihinin en alçakça taammüden işlenmiş cinayetinin tam 50. yıldönümü acısını yaşayacağız.
1965’te Türkiye İşçi Partisi Üsküdar İlçesi‘nin genç bir üyesi olarak tanıdığım, 60’lı yılların ikinci yarısında devrimci gençlik direnişinin hep ön safında yer alan Deniz Gezmiş‘le son görüşmelerimizi anımsıyorum.
1969 Eylül’ünde Vietnam Devrimi’nin lideri Ho Şi Minh 79 yaşında ölmüştü. Ho Amca, Sovyet-Çin gerginliğinin had safhaya ulaştığı, Türkiye sol hareketinin uluslararası referans arayışı içinde bulunduğu günlerde bizler için önemli bir semboldü. O sorunlu günlerde Ant‘ın kapağını ve orta sayfalarını Ho Amca‘ya ayırdık: “Dünya büyük bir devrimciyi kaybetti.”
Deniz Gezmiş o sıralarda hakkında gıyabi tutuklama kararı olduğu için aranmaktaydı. Ho Şi Minh‘le ilgili sayı yayınlanınca telefon ederek ne denli duygulandığını anlatmış, ardından da kendi durumundan bahsederek, “Kavga giderek sertleşiyor. Sanıyorum bunlar beni artık hiç rahat bırakmayacaklar…” demişti.
Eylül 1969 sonuydu. Ant‘ta yayınlanan “Kavga zamanıdır” başlıklı yazımdan dolayı İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde altı yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyordum. Her zamanki gibi sıramın gelmesini beklerken adliye koridorlarında boydan boya volta atıyordum. Bir anda giriş kapısında büyük bir gürültü koptu, kapıya doğru seyirttim. Önde polislerin kelepçelediği Deniz Gezmiş, arkada da devrimci gençler… Deniz o gün görüşmek üzere gittiği Hukuk Fakültesi Dekanı Profesör Orhan Aldıkaçtı’nın ihbarı üzerine fakülteyi basan polisler tarafından yakalanarak gıyabi tutukluluğu vicahiye çevrilmek üzere adliyeye getirilmişti. Deniz’i hemen alt kattaki bir bekleme odasına soktular.
Benim duruşmam bittikten sonra alt kata inerek Deniz‘i buldum. Hâlâ elleri kelepçeliydi ve de endişeliydi, “Arkadaşlar senin beraat ettiğini söylediler, geçmiş olsun” dedi… “Ama devrimci basına ve devrimci gençliğe karşı bu dâvalar bitmez. Daha ağır şeylerle karşılaşacağız… Mehmet Cantekin’i vurdular… Daha kimler vurulacak? Yarın serbest bırakılsam bile hayatta bırakırlar mı? Ama direneceğiz…”
Deniz haklıydı. Tutuklandığı o gün İstanbul’da Mustafa Taylan Özgür de vuruldu. Cinayet makinesi işlemeye başlamıştı.
Deniz tahliye olduktan sonra Yusuf Arslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Cihan Alptekin‘le birlikte THKO’nun kurucuları arasında yer aldı. Giriştikleri eylemlerde hiçbir cana kıymadıkları halde ana akım medyada ağır suçlamalara uğrayınca kendilerini Ant Dergisi‘nde savunmuştuk: “Deniz ve arkadaşları, soygun düzenine karşı savaşan halk çocuklarıdır!”
12 Mart faşizmi Sinan Cemgil’i Nurhak’ta, Cihan Alptekin’i Kızıldere’de, Deniz, Yusuf ve Hüseyin‘i ise idam sehpasında katletti. İdam kararlarına TBMM çoğunluğunun nasıl destek verdiğini, bu siyasal cinayetin suç ortaklığını nasıl üstlendiğini Ragıp Zarakolu, Artı Gerçek’te dün yayınlanan “Deniz ve 24 Nisan” başlıklı yazısında çok net ortaya koymuş bulunuyor.
Üzerinden yarım yüzyıl geçtikten sonra, Üç Fidan‘ın sonsuzluğa uzanışlarının 50. yıldönümünde, İstanbul’da bir ilk yaşanacak… İstanbul Büyük Şehir Belediyesi ile Deniz Gezmiş Bağımsızlık ve Özgürlük Vakfı, 6 Mayıs akşam CRR Konser Salonu’nda büyük bir etkinlik düzenliyor.
Dahası, yine İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, idamların 50. yıldönümü dolayısıyla “Türkiye’nin 68’i-Denizlere Çıkan Sokaklar” adlı 748 sayfalık bir kitap yayınlamış bulunuyor. Kitapta dönemin hayatta olan gençlik liderleri, tarihçiler ve araştırmacılar o dönemi bütün boyutlarıyla gün ışığına çıkartıyor. Kitapta benim de “Dönemin Basınına, Mücadelesine Tanıklık ve Ant Dergisi” başlıklı bir katkım yer alıyor.
Sadece o değil… Tarih Vakfı’nın Toplumsal Tarih adlı aylık dergisinin Mayıs 2022 tarihli 341. sayısında, 27 sayfa “Türkiye 68’ini Globalleştirmek” başlığı altında o dönemin tanıtımına ayrılmış bulunuyor. Bu dergide de “Anti-emperyalist mücadele de ödünsüz uyguladığımız bir temel çizgiydi” başlığı altında benimle yapılmış uzun bir söyleşi yer alıyor.
O yazılarda söylediklerimin özeti… Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan‘ın 50 yıl önce alçakça katledilmelerinin acısını yüreğinde taşıyanlar, ömürleri elverdiği sürece, her yıl 1 Mayıs’ı coşkuyla kutlarken, 6 Mayıs’ı da mücadele kararlılıklarını daha da pekiştiren bir gün olarak anacaklardır.
İşçi sınıfının ve onun mücadelesini paylaşan tüm dostlarımın 1 Mayıs bayramı kutlu olsun!
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***