Kamu oyunda “Altılı Masa” olarak bilinen, altı siyâsî partinin oluşturduğu çalışma grubu, geçen Pazar günü (29 Mayıs) dördüncü toplantısını yapmış ve sonuç olarak on maddelik bir duyuru yayınlamış bulunuyor. Altı muhalefet partisinin oluşturduğu bu çalışma grubunun, şimdiki takvime göre 18 Haziran 2023’te yapılması gereken Cumhurbaşkanı ve milletvekili genel seçimlerini kazanarak, yasama ve yürütme güçlerini ele geçirmeyi hedeflediklerini biliyoruz. Bu iktidar olma hedefinin asıl amacı ise, TBMM’nde Anayasa’yı değiştirecek nitelikli çoğunluğu elde ederek, 2017 değişiklikleriyle geçilen süperbaşkanlık sistemini değiştirerek, yerine parlâmenter bir hükûmet sistemi kurmak.
Altı partinin bu ortak çalışmasının, Türkiye’de demokratik bir gelecek inşâ edilebilmesi bakımından çok büyük bir önemi ve değeri var. Şu noktayı öncelikle tesbit etmek gerekir: Türkiye’de 2002’den 2015 Haziran’ına kadar kesintisiz, 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasının “karanlık krizi” sonrasında ise MHP destekli olarak devam ettirilebilen bir AKP iktidarı var. Bu iktidarın, geride bıraktığımız yirmi yıl boyunca en önemli ve etkili aktörü, sonuçta yasama-yürütme-yargı erklerini hukuken ve fiilen kendi elinde toplayan bir makam oluşturmayı başaran bugünkü AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı’dır. Altı partinin ortaklığı, bu iktidarın seçimle değişmesini sağlayabilirse, Türkiye demokrasisine çok büyük bir ivme kazandırabilecek bir süreci de başlatmış olacaktır. Bir diğer deyişle, Türkiye’nin öncelikli sorunu, bu kadar uzun sürmüş bir tek-parti/lider iktidarını seçimle değiştirmektir. Bu, Türkiye’nin çok partili seçimlere dayalı siyasî hayatında bir ilk olacaktır, geçmiş tecrübelerimize bakıldığında da, neden azımsanamayacak kadar değerli olduğu açıkça görülebilecektir.
İkinci tesbit olarak vurgulamak gerekir ki, parlâmenter sistem ile başkanlık sistemi arasında, demokratik bir rejim inşâ edebilmek bakımından, birincinin lehine önemli farklar bulunmaktadır. Buna göre, başkanlık sistemleri arasında, istikrarlı ve güçlü bir demokrasiyi sürdürebilen ABD örneği bir istisnâdır. Hem parlâmenter sistemin, hem de başkanlık sisteminin demokratik olmayan örnekleri olmasına rağmen, başkanlık sisteminin demokrasi ile birlikte yaşayabilmesi, demokrasinin kökleşip güçlenmesini sağlayabilmesi, olguların desteklemediği bir durumdur. Lâtin Amerika, Afrika ve Asya deneyimlerine bakıldığında bu durum zâten kendisini açıkça ortaya koymaktadır. Ekonomik kalkınma, sosyal gelişme göstergelerinin iyileşmesi ve benzeri faktörlere göre de iki sistem arasında, başkanlık sistemi lehine değil aleyhine farklılıklar gösterilebilir. Bugünkü Türkiye deneyimi açısından bu o kadar da önemli değildir. Zirâ “Türkiye tipi” veyâ “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” gibi karşılığı olmayan bir kavramla ifâde edilmeye çalışılan bu “süperbaşkanlık” altında dört yılda gelinen nokta, her şeyi açıkça sergilemektedir. Bu nedenle, altılı çalışma grubunun asıl hedef olarak, Anayasa’yı da değiştirip “güçlendirilmiş parlâmenter sistem” inşâ etmekteki kararlılığı da takdir edilmeli ve bence desteklenmelidir.
“Güçlendirilmiş parlâmenter sistem”in içeriğine gelince, burada şu noktaları öncelikle vurgulamak gerekir. Bilindiği gibi parlâmenter sistem, yürütme organının yasama organı içinden çıktığı, yasama organının güvenine bağlı olarak görevini sürdürdüğü, yasama organı tarafından türlü yollarla denetlendiği ve hesap sorulabildiği bir sistemdir. Dolayısıyla, bu sistemde yasama çoğunluğunun desteğini almayan bir hükûmet kurulamamakta veya kurulsa bile görevde kalamamaktadır. Türkiye gibi, ikiden çok partinin sistem içinde etkili olabildiği ülkelerde, yasama çoğunluğunu tek bir partinin elde etmesi zordur ve bu nedenle de geçmiş tecrübemizin de gösterdiği gibi, çoğunlukla koalisyon hükûmetleri ortaya çıkmaktadır. Tek-parti çoğunluğuna dayanan DP ve AKP gibi iktidarların ise, iki seçim döneminden sonra, siyâset biliminin belki de az sayıdaki “yasa”sından birini doğrularcasına, bozularak otoriter eğilimler içine girebilmektedir. (1965 ve 1969 seçimleriyle tek başına iktidar olabilen Adâlet Partisi’nin “merkez sağ” diye yumuşatılmak istenen otoriter eğilimleri açıktı fakat bunu ancak “Milliyetçi Cephe” koalisyonları üzerinden ve 12 Mart 1971 faşizmi ertesinde uygulayabilmişti.) Bu bağlamda bakıldığında, parlâmento çoğunluğunun hem yasamayı hem de dolaylı olarak yürütmeyi kontrol etmesi nedeniyle içine düşebileceği otoriterlik eğilimlerini, yasama organı içinde muhalefete çoğunluğu dengeleme ve frenleme imkânlarının tanınması yönündeki arayışlar da önemlidir. “Güçlendirilmiş” sıfatı, parlâmentoda muhalefetin etkililiğinin artırılması yoluyla parlâmentonun güçlü bir demokratik odak haline getirilmesini ifâde ediyorsa, bunun da olumlu olduğunu belirtmek gerekir. Tabiî, altılı çalışma grubunun “yapıcı güvensizlik oyu” yoluyla, hükûmeti düşürme-yeni hükâmeti kurma süreçlerini birleştirmeyi amaçlaması da bu olumlu yönlere eklenmelidir. Kezâ, bugüne kadar yapılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, “güçlendirilmiş parlâmenter sistem”in, sivil toplumun siyâsî katılımının önünü açmak sûretiyle sistemi takviye etmek gibi başka demokratik boyutları da içerdiğini unutmamak gerekir.
Buraya kadar her şey olumlu görünüyor. Bununla birlikte, “güçlendirilmiş parlâmenter sistem”in yazarlarının çok temel önemdeki bir noktayı ihmâl ettiklerini de görmezden gelemeyiz. Bu ihmâl edilen nokta, Türkiye’nin 2017 Anayasa değişiklikleriyle geçmiş bulunduğu “süperbaşkanlık” düzenine neden mârûz kaldığı sorusunun cevabıyla ilgilidir. Bilindiği üzere, 1982 Anayasası’nın kabûlünden hemen sonra başlayan, 2007’deki “367 Krizi” sonrasında yükselişe geçen ve 2011 seçimlerinden hemen sonra da TBMM bünyesinde kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu ile birlikte kendi zirvesine ulaşan “yeni anayasa arayışı”, AKP’nin “başkanlık sisteki teklifi” ile 2012 sonlarında etkisizleşmiş, 2013’ten itibâren de tamâmen sönümlenmiş, 10 Ağustos 2014’teki Cumhurbaşkanı seçiminden sonra da hızla hem bir “anayasasızlaştırma”, hem de -Ali Duran Topuz’un dilimize kazandırdığı kavramla ifâde edersem- bir “anti-hukuk” sürecine geçilerek, OHAL’in kalıcılaştırılması anlamına gelen “süperbaşkanlığa” geçilmiştir. Yeni ve demokratik bir anayasa yapmaktaki başarısızlık ile otoriterleşmenin zirve yapması olarak görülen bu sürecin bu şekilde yaşanmasının kanımca temel sebebi, Türkiye’deki tekçi devlet anlayışının kendisi açısından bir varoluş sorunu olarak gördüğü toplumsal farklılıkları baskılama isteğinin galebe çalmasıdır. Toplumsal çoğulculuk ile tekçi devlet anlayışı arasındaki gerilimden beslenen bu baskıcı iktidar talebinin, târihî olarak “geçici” olacağı açık olan bu gâlibiyetinin asıl sebebi ise, kanımca, Suriye’deki “savaş” ortamında ve 2011 sonrasında yeni bir boyut kazanan “Kürt sorunu”dur.
Kürt sorunu, varlığını inkâr eden kurulu düzenin iktidar sâhipleri ile “kimlik siyâsetini aşmak gerek” argümanına yaslanarak bu sorunu küçümsemek isteyenlerin aksine, iki önemli ayağı ile, Türkiye’nin demokratik bir siyâsî sistemi bilinen evrensel ölçülere uygun bir biçimde inşâ edip güçlendiremeyişinin ana sebebi olmayı sürdürmektedir. Sorunun iki ayağından biri,“dil” -özellikle Kürtçe anadilinde eğitim- diğeri de “özerklik”tir. Bu iki boyutu birlikte değerlendirdiğimizde, Türkiye’nin geleceğinde güçlü bir demokratik sistem inşâ edebilmek için sâdece “parlâmenter sistem”e geçişin yeterli olmayacağı, bu sorunu çözebilecek bir kurumsal mimârî olmaksızın, geçmişin “parlâmenter” tecrübesinde olduğu gibi, askerî veya sivil otoriterlik unsurlarının tasfiye edilmediği, kısıtlı ve “kısır döngülü” bir siyâset tarzından kurtulamayacağımız açıktır. Bunun için de, öncelikle 1924-1961-1982 anayasaların hepsine varlık ve geçerlilik kazandıran bir temel (normatif) politik kararın varlığını görmek ve istikbâldeki demokratik inşânın, insan hak ve özgürlüklerini en geniş ölçülerde ve tüm boyutlarıyla esas alan yeni bir anayasa düzenini oluşturmak geçtiğini kabûl etmek gerekmektedir. “Altılı masa”, bu temel konudaki sessizliğini bozmadığı sürece, sâdece bir iktidar ve hükûmet sistemi değişikliği imkânı ile sınırlı kalacaktır. İstediğimiz bu değildir, değil mi?!
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***