KENT YAZILARI | ALPER ENDER FIRAT
Denizin kenarına oturmuş üfül üfül esen rüzgarın serinliğini hissederek, karşı kıyı memleketi seyrediyorum. Uzaktan geçen gemiler, avdan dönen balıkçı teknelerinin motor sesleri, sahilde yürüyen insanlar, tek tük uçuşan martılar…
Bir taraftan da Netflix’de yeni izlediğim Toscana filmi var zihnimde. Bütün tabiatı, toprağı nakış gibi işlenmiş, tasarlanmış, asırlardır babadan oğula değişmeden kalan Toscana’yı bu filmle yeniden görmek istemsiz bir ah çektiriyor. Sadece Toscana değil İtalya’nın bütün coğrafyası, kentleri, kasabaları hatta köyleri bile asırlardır aynı kalmıştır.
Hele en son TLC’de izlediğim Sardunya adasının yüzlerce yıl öteden gelmiş, denize bakan eski kasabalarını görmüş olmak da beni hayıflandırıyor hatta biraz öfkelendiriyor. Gıpta etmenin getirdiği bir öfke bu sanıyorum.
İnsanlar kendi topraklarına, şehirlerine, atalarının bıraktığı mirasa, kimliklerine nasıl da sahip çıkıyor. Biz ne kadar hunhar ve hoyrat davranıyorsak onlar o kadar ihtimam gösteriyor.
Oysa, Allah yeryüzünü muhteşem bir nizam ve tasarımla yaratmamış mıdır?
Ruhu gelişmiş olanlar, hayatlarını bu tasarıma uygun biçimde, tabiatı, doğayı, ondaki muhteşem güzelliği hunhar bir talana tabi tutmadan sürdürüyor. Kentlerini, bahçelerini, yollarını tabiattaki o olağanüstü ahenge uyumla inşa ediyor ve kimsenin onu bozmasına müsaade etmiyorlar.
Peki, Türkiye’de yaşayanların yeryüzüyle ne alıp veremediği var? Sanki orası bizim hayatımızı sürdürdüğümüz, atalarımızdan alıp, çocuklarımıza bırakacağımız bir yer değil, hınçla intikam almamız gerek bir düşman. Yoksa insan yaşadığı yerlere böylesi kötülükleri niye yapar ki?
Deniz kıyısında oturmuş bunları düşünürken yan tarafımda Türkçe konuşan birileri dikkatimi çekiyor. 70 yaşlarında iri yarı şişman bir amcayla, ufak tefek zayıf bir kadın. Biraz sonra yanlarına gidip selam verince sıkı bir sohbet başlıyor. Karşı kıyıdan feribot seferleri başlayınca kalkıp adayı gezmeye gelmişler.
Rizeli olduğunu sormama gerek yok çünkü memleketinden ayrılalı 45 yıl olsa da konuşmaları hiç değişmemiş, hiç bozulmamış. Ben de şaka olsun diye “Müteahhit misiniz?” diye soruyorum ve tam isabet ettiriyorum.
Karşı kıyıda; çocuklarıyla müteahhitlik yapıyormuş, inşaat işiyle uğraşmaktan çok mutlu ama artan inşaat maliyetlerinden, güzelim arazileri imara bir türlü açmayan CHP zihniyetinden hayli rahatsız.
“Buraya inşaat yapmaya mı geldin?” diye takılıyorum, “O kadar akilsiz miyum?” diye itiraz edip ekliyor “Daha önce Almanya’daydım. Bir inşaat ruhsatı alana kadar insanı canindan bezdiriyorlar, akli olan orada inşaat yapari mu?”
CHP’den şikayeti hiç dinmeyecek gibi: “İstiyorlar ki insanlar eski püskü evlerde oturmak zorunda kalsın!” Bir fotoğraf gösteriyor ve anlatıyor “Ha bu evi göreyi musun, eski püskü bir evidu, yıktım yerine mis gibu ev yaptum. Ha o da burada bak. Yıkdum ama gel baha sor, ne zorliğinan, bir de üç kattan fazla müsaade etmiyor belediya, neymiş fazla kat yasakmış, Allah’ın göğünü de yasaklıyorlar.”
Yıktığı evin fotoğrafına bakıyorum Osmanlı döneminden kalma eski bir ev. Hayretler içinde soruyorum: “Tarihi eser kapsamına girmedi mi yıkmana nasıl müsaade ettiler?” Yakınmanın dozu artıyor: “Haçan sorma neler çektum yıkana kadar, yok sit alanıymış da bilmem neymiş de, berekat belediyede hemşehrilarım varidu onlarla hallettum işimu.” Rize’den 1.700 km uzakta bir ilçe belediyesinde, imarda çalışan hemşehrileri var ve tarihi bir evi yıkıp yeni ev yapmasına yardım ediyorlar.
“Oralarda ev fiyatları çok çok artmış, hatta Türkiye’nin en pahalı bölgelerinden biriymiş,” diye haberler duyduğumu söylüyorum. “Hep bu CHP zihniyeti yüzünden,” diyor ve devam ediyor: “Yok 3 kattan fazlasi yasak, yok burası tarım arazisi buraya bina yasak, öyle güzel arazilere tek ev yaptırmıyorlar, tabi ki fiyatlar böyle artar.”
Aslında hemşehri bulmasına gerek de yoktu, inşaat yapan hangi müteahhit, bir belediyede istediğini yaptıramamış? Parti hiç fark etmeden, Türk belediyeciliğinde mutlaka ama mutlaka bir yolu bulunur, yeter ki müteahhit yol bulmak istesin.
Üniversite yıllarım karşı kıyıda geçtiği için imara açmıyorlar dediği yerleri çok yakından biliyorum. Dünyanın en verimli tarım arazilerine sahip, Osmanlı’dan beri ekilip biçilen ata tohumu deposu olan, yüzlerce yıllık zeytin ağaçlarıyla dolu bir bölge orası. Tam da Toscana gibi olacak bir yer. Bakalım belediye bu müteahhit baskısına ne kadar dayanacak ve ne zaman oraları da imara açılacak. Yine dünyanın en verimli topraklarının olduğu Bornova ovası 80’li yıllarda imara açılmış ve yüzlerce bölgede olduğu gibi o güzelim topraklar da tam anlamıyla talan edilmişti.
2000 yıllık İstanbul Suriçi’ne rezidans yapmayı şehri güzelleştirmek, spor kompleksi yapmayı hizmet olarak gören bir zihin yapısından bahsediyoruz.
Sohbetten ayrılıp Twitter’da Rotterdam’da yaşanan bir olayı okumak da tam tüy dikiyor.
‘Getir’ şirketinin Rotterdam’daki dağıtım merkezi şehrin estetiğini bozuyor gerekçesiyle yoğun tepkiler alıyormuş, bunun üzerine şirket, dağıtım merkezinin dış görüntüsünü bir sanat galerisine dönüştürmek zorunda kalmış.
Bütün İslam coğrafyasının gözbebeği, İstanbul boğazının her yanına Çin Seddi gibi gökdelenler dizen bir ülkede kent estetiği diye bir şey kimsenin aklına bile gelmiyor.
Bizim, Türkiye coğrafyasının tabiatı ve kentleriyle kan davası vardır. Bizim ona davrandığımız hunharlığa baktığınızda sanırsınız ki tabiat, tabiat değil ebedi can düşmanımız.
Ne zevk, ne estetik, ne değerler… Tek kutsalı kazanacağı para…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***