Bugün, 11 Mayıs 2022, İnci’nin ve benim yaşamımızı, yazgımızı kökten değiştiren, yarım yüzyılı çoktan aşan sürgünümüzün başlangıcının 51. yıldönümü… Sürgünümüzün nedenlerini, sürgün yaşamımızın sorunlarını, sorumluluklarını ve mücadelelerimizi 2017’den beri her yıldönümünde Artı Gerçek okurlarıyla paylaşıyorum.
İlerleyen yaşımızın getirdiği sağlık sorunları zaman zaman hız kesecek boyuta ulaştığı için, son bir yılda ikimiz de günlük çalışmalarımızı sürgünde oluşan arşivimizde hâlâ güvenilir kurumlara emanet edilmeyi bekleyen kitap, dergi ve enformasyon bültenlerinin tasnifine yoğunlaştırdık.
Sürgündeki mücadelelerimize ilişkin özel ve örgütsel yazışmalar, fotoğraflar, film ve videolar, ses kayıtları, afiş, bildiri gibi belgelerin büyük bölümü esasen 2013 yılından beri Amsterdam’daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü (IISG)‘de, gazete kupürleri Gent’teki AMSAB‘da, şahsi kitaplarımızın bir bölümü de Brüksel’deki Belçika Kraliyet Kütüphanesi‘nde bulunuyor.
Sürgünde yayınladığımız kitap ve broşürler ile haber bültenlerinin dijitallerine uzun süreden beri İnfo-Türk Sitesi‘nde erişilebiliyor. Bunların içinde Türkiye İşçi Partisi ve Demokrasi İçin Birlik adına yayınladığımız gazete, bildiri ve kitaplar da yer alıyor.
Bu yıl Türkiye’deki mücadele yıllarımızda Akşam Gazetesi ve Ant Yayınları tarafından yayınlanmış olan tüm kitaplarımızın dijitallerini de İnfo-Türk Documents sayfasına yükledik.
Şu sırada, özel kütüphanemizde bulunan daha binlerce kitabın kodlanarak Belçika Kraliyet Kütüphanesi‘nde okurlara sunulmasını sağlama çalışması içindeyiz.
Tüm bu çalışmaları yaparken farkettik ki, 11 Mayıs 1971’de sürgüne çıkışımızdan bugüne kadar, önce Demokratik Direniş Hareketi, ardından Info-Türk ve Güneş Atölyeleri adına çeşitli dillerde yazdığmız ve yayınladığımız kitap, dergi, broşür, haber bülteni ve bildirilerin sayfa sayısı 15 bini aşıyor.
Artı Gerçek‘teki yazılarımın ve İnfo-Türk bültenlerinin yanı sıra sürgüne çıktığım ilk günden beri yazmış olduğum, hem yurt dışında hem de Türkiye’de yayınlanmış olan tüm yazılarım, benimle ve İnci’yle yapılmış olan söyleşiler ise son iki yıldır Sürgün Yazıları adlı kitaplarımın ilk dört cildinde yer almıştı.
Sürgünümüzün bugünkü 51. yıldönümünde ise okurlarımıza Sürgün Yazıları‘nın 550 sayfalık 5. cildini sunuyoruz.
Bu cildin yayını, üç genç devrimcimiz, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan‘ın 12 Mart cuntasının emriyle ve TBMM çoğunluğunun onayıyla idam edilmelerinin 50. yıldönümüne rastlıyor.
Bu yıldönümü nedeniyle İstanbul Büyük Şehir Belediyesi “Türkiye’nin 68’i-Denizlere Çıkan Sokaklar” adlı 748 sayfalık bir kitap yayınladı. Kitapta hayatta olan gençlik liderleri, tarihçiler ve araştırmacılar o dönemi bütün boyutlarıyla gün ışığına çıkartıyor. Kitapta benim katkım da “Dönemin Basınına, Mücadelesine Tanıklık ve Ant Dergisi” başlığı altında yer alıyor.
Toplumsal Tarih adlı aylık derginin Mayıs 2022 tarihli 341. sayısında da, 27 sayfa “Türkiye 68’ini Globalleştirmek” başlığı altında o dönemin tanıtımına ayrılmış bulunuyor. Bu dergide de benimle yapılmış bir söyleşi “Anti-emperyalist mücadele de ödünsüz uyguladığımız bir temel çizgiydi” başlığı altında yayınlandı.
Bu iki belgeyi de Sürgün Yazıları‘nın 5. cildinde tam metin olarak paylaştık.
Artı TV ve Medya Haber televizyonlarında aktüaliteyi yorumlamak için benimle yapılan söyleşiler dışında, geçtiğimiz yılın bizim açımızdan önemli bir görsel olayı, sevgili Esra Yıldız‘ın Brüksel’de günlerce bizimle ve Güneş Atölyeleri ekibiyle birlikte olarak gerçekleştirdiği Vatansız belgeselinin 58. Altın Portakal Film Festivali’nde gösterilmesi oldu. Bu etkinlik üzerine Esra Yıldız ile yapılmış uzun bir söyleşi bu ciltte yer alıyor.
Yine bu ciltte yer alan, Erdal Boyoğlu‘nun yaptığı ve Sürgün Halleri adlı kitabında yayınlanan söyleşi ile Molla Demirel‘in yaptığı ve Göç-İş-Ütopya adlı kitabında yer alan söyleşi İnci‘yle birlikte sürgündeki mücadelemiz üzerine yeni açıklamalar içeriyor.
Sürgün Yazıları‘nın 5. cildindeki sunuş yazım şu cümlelerle sona eriyor:
“Kurucuları arasında bulunduğumuz Avrupa Sürgünler Meclisi‘nin organı Sürgün dergisinin Aralık 2021 sayısında yayınlanan, bu cildin sonunda paylaştığımız Bu seçim sürgünü de tarihe gömmelidir başlıklı yazım, yaşımız elverirse bizim yarım yüzyılı aşan sürgünümüzün sona ermesinin ve doğup büyüdüğümüz topraklara yeniden kavuşup mücadelemizi orada sürdürebilmemizin koşullarını da dile getiriyor… Sürgün Yazıları‘nın bundan sonraki cildinin büyük bölümünü Türkiye’de tamamlayabilmek umuduyla…”
Umut ifadesiyle biten o satırları yazarken, her yıldönümünde olduğu gibi, tam 51 yıl önceki o kapkara 11 Mayıs gününü tekrar yaşıyorum…
Ant’ın sıkıyönetimce kapatılmasından sonra ismimiz radyoda, gazetelerde ve duvar afişlerinde arananlar listesinde tekrar tekrar duyurulduğu için 11 Mayıs sabahı sahte bir aile pasaportuyla Ankara’dan Lufthansa uçağına binerek Türkiye’den ayrılmıştık… Almanya’da gecelemeksizin Ant yazarlarından Mekin Gönenç‘le buluşmak üzere 12 Mayıs sabahı trenle Belçika’nın liman kenti Antwerpen’e varmıştık.
Belçika ilk duraktı… Orada ilk ilişkileri kurduktan sonra aynı sahte pasaportla Fransa, Almanya, Hollanda ve Skandinav ülkelerine geçip direniş örgütlenmesini sağlamak için Ant‘ın o ülkelerdeki yazarları ve okurlarıyla ilişkiye geçecektik.
15 Mayıs’ta Antwerpen Garı’nda satın aldığımız Avrupa baskısı Türk gazeteleri bizim için yeni bir tehdidi anons ediyordu.
12 Mart Cuntası sıkıyönetim terörünü en azından ABD ve NATO üyesi ülkelerin yönetimleri nezdinde klasik “komünizm tehlikesine karşı mücadele” gibi göstererek göz boyamak için İstanbul askeri savcılığını bir “TKP davası” açmakla görevlendirmişti. Savcılık da derhal harekete geçerek Türkiye Komünist Partisi‘ni Türkiye’de örgütleme girişiminde bulundukları iddiasıyla yurt dışından TKP genel sekreteri Zeki Baştımar (Yakup Demir) ve Selma Ashworth, Türkiye’den Doğan Özgüden, Şadi Alkılıç, Çetin Özek, Şiar Yalçın, Harun Karadeniz, Nihat Sargın, Erdöl Boratap, Masis Kürkçügil, Süleyman Balkan hakkında kovuşturma açmıştı.
Yine Cunta’nın siparişiyle Milliyet gazetesinde “Solda ve sağda vuruşanlar” başlıklı bir yazı dizisi yayınlanan damat Metin Toker de devrimci örgütlerin tanıtımını yaparken Doğan Özgüden yönetimindeki Ant çevresinin “bilhassa Kürtçü” olduğunu vurguluyordu.
Kaybedecek vakit yoktu… Mekin’in arabasıyla başkent Brüksel’e geçip 12 Mart rejiminin içyüzünü tanıtmak üzere gazete redaksiyonlarıyla, siyasal partilerin ve demokratik örgütlerin merkezleriyle ilişki kurmaya çalıştık.
Temas kurduğumuz partilerden biri de hiç kuşkusuz Belçika Komünist Partisi idi…
Bir komünist partisiyle ilk kez doğrudan ilişki kuracağım için son derece heyecanlıydım. Üstelik BKP o tarihte Belçika siyasal yaşamının güçlü örgütlerinden biriydi… 212 üyeli Temsilciler Meclisi’nde beş milletvekili bulunuyordu. Belçika işgal altındayken Nazi’lere karşı yürüttükleri kahramanca direniş mücadelesinden ötürü Belçika komünistlerinin bu ülke toplumunda büyük saygınlığı vardı… Partinin lideri Julien Lahaut, yeni kral Baudouin’in Meclis’teki cülus töreninde olayı protesto ederek “Vive la République!” (Yaşasın Cumhuriyet!) diye bağırdığı için 18 Ağustos 1950’de evinin kapısına dayanan iki tetikçi tarafından katledildiğinde cenazesi 300 bin kişinin katıldığı büyük bir törenle toprağa verilmişti…
Belçika Komünist Partisi‘nin merkezine vardığımızda heyecanım bir kat daha artmıştı… Çünkü parti merkezinin bulunduğu caddenin adı Avenue de Stalingrad (Stalingrad Caddesi) idi…
2. Dünya Savaşı’na denk gelen çocukluk dönemimde Stalingrad kentinin Nazilere kahramanca direnişinin öyküsünü o kadar çok dinlemiştim ki, onun adını taşıyan bir caddede olduğum için heyecan duymamam mümkün değildi… Kızıl Ordu‘nun Temmuz 1942’den 2 Şubat 1943’e kadar Nazi işgal kuvvetlerine karşı verdiği, iki milyon insan yaşamını yitirdiği ölüm kalım mücadelesi, 2. Dünya Savaşı’nın stratejik bir dönüm noktası olmuştu.
Sürgünün ilk iki yılında çalışmalarımızı Avrupa ülkelerinde sahte pasaportla yürüttükten sonra isimlerimizin Avrupa Konseyi’nde Türk Devleti’nin temsilcisi Turhan Feyzioğlu tarafından deşifre edilmesi üzerine 1973’te legale çıkmak zorunda kalmıştık.
Birleşmiş Milletler mültecisi olarak İnfo-Türk‘ü kurmak üzere Brüksel’e yerleşmemizden sonradır ki, Avenue de Stalingrad sadece Belçika Komünist Partisi ile ilişkilerimizin adresi değil, sendikal ve demokratik mücadelelerimizin de başlıca uğrak noktalarından biri olacaktı.
Özellikle Le Drapeau Rouge (Kızıl Bayrak) şenliklerinin, dünyanın dört bir yanındaki faşist rejimlere karşı protestoların ya da Belçika’daki göçmenlere eşit haklar tanınması için etkinliklerin düzenlenmesinde de Avenue de Stalingrad başlıca buluşma yerlerimizdendi.
O buluşmalardan birinde, İspanya Komünist Partisi temsilcisi arkadaştan öğrendiğim bir şey, beni Avenue de Stalingrad adına daha da ısındırtmıştı.
İspanya Komünist Partisi’nin efsanevi lideri, La Pasionaria (Tutku Çiçeği) diye ün yapan Dolores Ibárruri 1939 yılında Madrid’in düşmesi ve ülkede faşist diktatörlük kurulması üzerine SSCB’ye gitmiş, sürgündeyken tek oğlu Rubén Kızıl Ordu’ya katılmış ve 1942’de Stalingrad savaşında can vermişti.
Hiç unutmuyorum, 1981 yılında Türkiye İşçi Partisi genel başkanı Behice Boran ile Belçika Komünist Partisi lideri Louis Van Geyt ile görüşmeye gittiğimizde, o da caddenin başında Avenue de Stalingrad tabelasını görünce çok heyecanlanmıştı.
Sadece BKP’nin değil, Belçika’nın sosyalist sendika örgütü FGTB’nin merkezi de Avenue de Stalingrad‘ın kavuştuğu Place Rouppe‘daydı. Sendikanın Türkiyeli işçilere hitaben yayınladığı Türkçe gazeteyi de İnci ile birlikte hazırladığımız için, sık sık oradaydık.
Türkiye İşçi Partisi ve DİSK kurucularından, Maden-İş Sendikası genel başkanı Kemal Türkler 22 Temmuz 1980’de alçakça katledildiğinde sendikacı dostlarımızın ve Türkiyeli demokratik örgütlerin temsilcilerinin katılımıyla FGTB merkezinde büyük protesto toplantısı düzenlemiş, ardından da TC Büyükelçiliği önüne giderek siyah çelenk bırakmıştık.
Avenue de Stalingrad‘ın Place Rouppe’tan sonraki uzantısı Rue du Midi‘nin hemen başında da özellikle Sovyet yayınlarını satan bir kitabevi vardı ki, sol klasiklerin Fransızca ya da İngilizce baskılarını edinmek için sık sık uğradığımız yerlerden biriydi.
Bugün FGTB sendika merkezi orada varlığını sürdürüyor, ama ne Rue du Midi’de o sol kitabevi var, ne de Avenue de Stalingrad‘da Belçika Komünist Partisi merkezi…
Ama benim ileri yaşımda hâlâ yönetim kurulunda bulunduğum Brüksel Kültürlerarası Aksiyon Merkezi (CBAI)‘nin genel merkezi, Avenue de Stalingrad’da…
CBAI, 70’li ve 80’li yıllarda göçmenlere seçme ve seçilme hakkı tanınması, kültürler arası ilişkilerin yapısallaştırılması için birlikte mücadele verdiğimiz Belçikalı, İtalyan, İspanyol, Portekizli, Grek, Polonyalı, Macar, Faslı, Kongo’lu, Cezayirli arkadaşlarımızla birlikte oluşturduğumuz, Brüksel bölge yönetiminin de tanıdığı bir örgüt.
Toplantılar için CBAI’ye her gidişimde, Avenue de Stalingrad‘ın kaldırımlarını arşınlarken tıpkı 51 yıl önceki gibi büyük bir heyecan duyuyorum.
Ne ki, Ukrayna Krizi nedeniyle patlak veren soğuk savaş ortamında, caddenin adı iki gün önce Belçika medyasına dramatik bir şekilde yansıdı…
Brüksel Anakent ve Saint Gilles belediye meclislerinin bazı sağcı üyeleri, başkentteki Rue de Russie (Rusya Sokağı) ve Avenue de Stalingrad isimlerinin değiştirilmesini önermişler…
Bu vesileyle öğrendim ki, 74 yıl önceye caddeye Stalingrad adının verilmesi pek de kolay olmamış… Nazilerin yenilgisinden sonra Brüksel’de bazı cadde ve sokaklara galip devletlerin liderlerinden Churchill, Roosevelt ve De Gaulle‘ün adları hiç sorunsuz verilmiş. Ancak savaşın bitiminin hemen ardından başlayan anti-Sovyet ortamında, savaşın dört galibinden biri olan SSCB’nin lideri Stalin‘in adını herhangi bir yere vermeyi kimse göze alamamış… Sonunda kentin merkezindeki bir ana caddeye Stalingrad adı verilerek sorun halledilmiş.
SSCB’de Kruşçef‘in başlattığı destalinizasyon operasyonundan sonra kentin adı Volgograd‘a dönüştürülmüş olduğu için Brüksel’deki caddenin adı üzerine bazı tartışmalar olmuşsa da, sonuçta Avenue de Stalingrad adına dokunulmamış.
Le Soir gazetesinin verdiği bilgiye göre, 1990’ların başında, Brüksel Anakent Belediye Meclisi’nin bir üyesi Avenue de Stalingrad adının kaldırılarak yerine Avenue de Gorbaçev adının konulmasını önermiş, ancak belediye daimi encümeni bu cadde adının Stalin‘in şahsını değil, bir kentin yiğitçe savunulması olayını simgelediğini vurgulayarak öneriyi reddetmiş.
2002 Ekim’inde de yine Brüksel Anakent Belediyesi’nin şehircilikten sorumlu başkan yardımcısı, caddedeki yenileme çalışmaları sırasında ismin de değiştirilmesini önermiş, ancak o da ciddiye alınmamış.
Cadde isminin değiştirilmesi için şimdi yeniden yapılan öneriye Brüksel belediye yöneticilerinin vereceği cevap, 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden 77 yıl sonra Ukrayna krizi bahane edilerek başlatılan 2. Soğuk Savaş’ın yarattığı çılgınlıkların yeni bir göstergesi mi olacak, yoksa daha önceki iki girişimde olduğu gibi Stalingrad adına sahip mi çıkılacak?
Yanıt ne olursa olsun, hattâ isim değiştirilse de, Avenue de Stalingrad ismi, hayatta kaldığımız sürece, İnci ile benim için, 51 yıllık sürgün yaşamımızın unutulmaz bir anısı olmaya devam edecek.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***