Sanat yapmak istiyorsunuz. İçinizde dinmek bilmez bir yaratıcı enerji var. Ama bunların yanında, uzlaşmak, ödün vermek bünyenize aykırı. Sahnedeki, perdedeki oyun dışında “oyun” bilmiyorsunuz. Karşınızda da Yeşilçam adında bir “kurtlar sofrası” var. Hayattaki “oyunculuğunuz” perdedekinden daha etkili ve çok yönlü olmalı. Yoksa? Yoksa, sizi mahvederler. Kötü yaparlar. Umutlarınızı alkole yatırırsınız. İçiniz kanar. Çığlığınızı kimseler duymaz. Yalnızlık, kaderiniz olur…
Ferda Ferdağ’ın evindeyim. Özcan Özgür, hüzünlü er koğuşundan kalkıp gelmiş. Sıcacık bir sohbete hasret. Ferda Ferdağ’ın yıllar önce oynadığı bir filmin afişi üzerinde rakılarımızı yudumluyoruz.
Özcan Özgür ve Ferda Ferdağ… İkisi de star sisteminin kurbanı, üstün yetenekli sanatçılar.
Onların bu acılı alkol serüvenlerini ne kadar hissedebilirim? Bu muhteşem yalnızlıklarına ne kadar katılabilirim?
Kendime soruyorum! Neden, buradayım? Neden Ferda Ferdağ’ın -duvarlarını hüzünlü afişlerin kapladığı- evindeyim? Hayatım boyunca, hep acıyı ve “yenilgiyi” mi aradım? Bütün bunlardan gizli bir tat mı alıyorum, yoksa?..
Olabilir. Ancak bütün bunların yanında, başka bir gerçek var. Hayat, bütün şekilleriyle, bütün renkleriyle burada, bu evde. Hayat, 40 senedir sinema yapmak için Yeşilçam’da savaş veren ama bu tutkusuna hasret bırakılan Ferda Ferdağ’ın o öfkeli, o kırık sesinde.
Benim bu anlamda starlara pek konuşacak bir şeyim yok. Onlar içlerini göstermezler zaten. Onların içini, ancak yenilmiş sanatçılarla konuşarak anlayabilirim…
Ferda Ferdağ’ın şu fotoğrafına bakın. Umut dolu. istek dolu bir bakışla bakıyor. Yüzündeki hüzün, sanatçılığın doğal, o fiyakalı hüznü. Kıvançlı bir bakış. Şimdi, nasıl bakıyor?
“Unutulmak çok acıdır,” der gibi bakıyor. “Hiç bu kadarını ummazdım,” der gibi bakıyor.
Yüzü acıyla buruşuyor. “Bu alçak Yeşilçam,” diyor. “Yıldırım Önal’ın gözünü eline akıttı.
Tugay Toksöz hastane köşelerinde. Bu Yeşilçam, Nuran Aksoy’a bile kıydı!..”
Özcan ağabey sesiz sessiz ağlıyor. Benimse içim ürperiyor. Artık seçtiğim yerin neresi olması gerektiğini anlıyorum. Hafiflikten korkuyorum…
Karşımda, star sisteminin kurbanı 40 senelik oyuncu Ferda Ferdağ var. Karşımda, 13 yaşında “bir Atatürk kızı” olarak İstanbul’a gelmiş ve ilk filmini başrol oyuncusu olarak oynamış, ikinci başrol filminden sonra Osman Seden tarafından figüranlığın acı kaderine mecbur edilen büyük sanatçı Ferda Ferdağ. İçiyoruz ve herkes kendince ağlamayı sürdürüyor.
“Yeşilçam 40 senedir bir yetenek arıyor. Ben de 40 yıldır bir yetenektim Cezmi!..” diye haykırıyor Ferda Ferdağ…
Gece ilerliyor. Üçümüzün de yarası açıkta artık. Pek yaşamadığım bir duygunun farkına onlarla beraber varmak istiyorum. Bu duygunun içine girmek istiyorum: Unutulmak…
Ustam John Berger’e soruyorum. Şöyle yanıtlıyor beni:
“Her an unutulduğunu hissetmesi insanın, hakikaten güçtür; mütemadiyen kendisi unutulmuş bulmak ve bir buğday tarlası içindeki gelincik hicabını her an duymak, hakikaten güçtür.”
Yeşilçam kadar acımasız ve şiddet dolu bir sektör var mıdır Türkiye’de, pek bilmiyorum.
Garip bir loncadır burası. Sanki kapitalizmin bütün moral dışı kuralları, bu kapalı iktisada yıllar önce gelip yerleşmiştir. Burada bütün sistem, bön bakışlı, iri yarı, etli butlu starlar üzerine kurulmuştur. Yardımcı oyuncuları, karakter oyuncuları, neredeyse figüranları bile onlar belirler. İnsanların umutlarını eline verirler burada. Hiçbir sektörde insanlar, haklarını, emeklerinin karşılığını almak için bu denli aşağılanmazlar. Sanmıyorum. Yeşilçam’da, içinizde var olduğunu sandığınız o müthiş güce, o isteğe, yani sanatınıza kan doğrarlar…
Seyredenler iyi hatırlarlar. Türkân Şoray ve Cihan Ünal’ın başrollerini oynadığı “Seni Seviyorum” filminde, Ferda Ferdağ bir pavyonun tuvaletçi kadını rolündedir. Müthiş bir kompozisyon çizer. Tuvaletçi kadın rolünde Ferda Ferdağ harcanmış bir güzelliği hissettirebilmek için uzun sarı saçlarını açar ve damağını şaklatarak yenilmişliğini anlatır. O sahte filmde, tek sahici sahneyi yaratır. Akıllarda o filmden yalnızca o tuvaletçi kadın, Ferda Ferdağ kalır. Hiç unutulmayacak!..
Tuhaftır, sinema yazarları bu filmdeki rolüyle Ferda Ferdağ’a en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü verirler. Yıl 1984. Haberi yoktur henüz onun. Bir telefon gelir. Tarık Akan o cılız sesiyle telefonda bağırıyordur: “Haydi, Ferda abla ödül aldın, ödüllü oldun artık! Açsın, demektir bu! Açsın!..”
Ne demeye gelir bu? Ödül almak ve sonra da aç kalmak… Her şeye, içindeki sanat yapma tutkusuna aç, içindeki sevgiliye aç. Kirasını bile güçlükle ödediği bir evde, borç harç, yaşayarak, adam gibi bir rolde oynamaya aç…
İnsanın karakteri onun kaderidir. Ancak Ferda Ferdağ bu kadere kolay razı olacağa benzemiyor. Gidiyor emniyete. SESAM’dan Taksim Anıtı’na kadar yürüyüş izni alıyor.
Yürüyüş elbisesi kefenidir. Çenesini de bağlayacaktır. 40 sene öncesinin Atatürkçü kızı, şimdi Ata’sının karşısına kefenle çıkacaktır. Yeşilçam’ı ve bütün alçak sistemleri protesto etmek için. Ancak kaderi aynı, karakterleri farklı olan arkadaşları, onun bu ölüm ve isyan yürüyüşüne katılmazlar. Yine yalnız kalır. Yeşilçam’ın izbe bir kahvesinde baygınlık geçirerek, bir sandalyeye yığılır kalır…
Şimdilerde Ferda Ferdağ, Şampiyon Daktilo Kursu’na gidiyor. Daktilo öğrenip TV ve sinema için oyunları tape edecek. Karakterine ve kaderine daha bir bağlanacak. Kimsenin kanadının altına girmeyecek. Sanatıyla baş başa kalmak için bütün köprülerini atacak.
Profesyonel nezaket hiç göstermeyecek. Aşağılık bir yönetmenin kendisine çektirdikleri aklına geldikçe, telefonu açıp ağız dolusu küfredecek. Bunu yaptıkça kendisinin sanatçı olduğuna inancı daha bir artacak. Sonra haftanın bir iki günü, 18 yıllık kader arkadaşı Özcan Özgür’ü hastanede ziyarete gidecek, hâlini hatırını soracak. Yeşilçam kan koksa da bir yerlerde bir şeyler hiç ölmeyecek…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***