Kadıköy’de bulunan Ayia Efimia Rum Ortodoks Kilisesi, kapısındaki dijital tabeladan yayınladığı mesajla Ramazan Ayı’nı kutladı.
Haber medyaya ve sosyal medyaya “Rum Ortodoks Kilisesi, Müslümanların Ramazan ayını kutladı. Kilisenin ana giriş kapısının üzerindeki dijital ekrana, “Hoş geldin Ramazan”, “Hayırlı Ramazanlar” yazısına yer verildi” şeklinde yansıdı.
Olup bitende tuhaflık görülmedi, gayet doğal karşılandı. “Bu kadar yıldır neden şimdi, neden kilisenin duvarından market, eczane, emlakçı gibi acayip bir şekilde tebrik yapma zorunluluğu hissedildi?” diye sorulmadı.
Sosyal medyada haberi duyduğumda, fotoğrafı paylaşanların övgü dolu sözlerini görünce ilk aklıma geleni yazdım.” Bu birlikte yaşamanın getirdiği saygı değil korkudur. Bu dinler arası dialog değil, ülkede kendini rehin hissetmek, “belayı” kovmak için strateji geliştirmektir…
Azınlıklar, Türkiye’de her zaman kendilerini baskı altında hissettiler ve bu baskı hiçbir zaman giderilmeye çalışılmadı, aksine bu baskı, yönetenlerin de toplumun büyük kısmının da hoşuna gitti. Baskı, “potansiyel tehlike” olanların sindirilmesi için yapılabilecek en pratik çözümdü.
Baskı ve birlikte getirdiği korku temelde iki şeye dönüştü. Kendini göstermeme ve göstermek zorunda olduğun takdirde tehlikelerinin “önünü almak” için belirli güvenlik yöntemleri geliştirme.
Türkiye’deki “asli vatandaşın” – hani şu diğerlerine “Ermeni/Kürt/Yahudi/Alevi vatadaşlarımız” diyenler – üstenci, eşitsiz ve “kendinin” hep haklı görme hali o kadar hastalıklı bir hal almış durumda ki, yukarıda bahsettiğim konu ile ilgili fikri net – yani kilisenin bu yaptığı samimidir – görüşünde olanlar bir an durup şunu düşünmüyor. Acaba biz değil de bir Azınlık mensubu mu dese nasıl hissettiğini? Acaba biz tahmin etmesek de onlara mı sorsak böyle bir tebriğin neden yapılmış olacağını, diye sormayı düşünen yok. Onlar herşeyi biliyor, onlar asli unsur!
Komik olan o ki, yanılıp şaşılıp bu soru sorulsa bile – Azınlık dediğimiz toplumun büyük kısmı gerçek düşüncesini yine bu baskıdan ve korkudan dolayı söyleyemeyecektir.
Rum, Yahudi, Ermeni arkadaşları olanlar bilirler, bizler “Sokakta mama deme, Ermenice konuşma” denerek büyütülen bir nesiliz. Şimdi çıkıp birileri mutlaka, “Yoo, hiç de öyle değil, çok serbest dillerini konuşuyorlar” diyebilir, doğru ya, biz bilmiyoruz, “onlar” bizden hep daha iyi biliyor.
Gelin, Rum kilisesinin neden böyle bir şey yapmış olacağına dair fikir yürütürken son yıllarda sadece İstanbul Kadıköy’deki kiliseler ile ilgi birkaç habere bakalım.
– 2022 Ocak ayında Kadıköy’de bulunan Anadolu Protestan Kilisesi’nin kapısına sprey boya ile “Allah 1” yazan kişi emniyette ifade vermesinin ardından savcılık talimatıyla serbest bırakılmıştı. Yazı, kilise görevlileri tarafından temizlenmişti.
– 2021 Temmuz ayında, Kadıköy’deki Surp Takavor Ermeni Kilisesi’nin duvarında dans eden ve hakimliğe sevk edilen üç kişi serbest bırakılmıştı. Olayın olduğu gece, o üç kişinin kilise duvarı üzerinde dans ederken, toplanan kalabalıktan birinin bile ‘Arkadaşlar nereye çıktığınızın farkında mısınız?’ dememesi, tempo tutması olmuştu.
– 2018’in Mayıs ayında ise yine Kadıköy’deki Surp Takavor Ermeni Kilisesi’nin duvarına “Bu vatan bizim – Allah” yazılıp, mıntıkanın çöpleri toplanıp kilisenin önün dökülmüştü. Gözaltına alınan şüpheli, yine adli kontrol şartıyla serbest kalmıştı.
Azınlıklara yönelik nefret söyleminin ya da onları görmezden gelmenin bir parçasıydı artık söylemin faaliyete dökülmesi. Suçu işleyenler genelde “psikolojisi bozuk” insanlar oluyordu… Ama gelin görün, bu “psikolojisi bozuk” insanlar böyle bir şeyi bir camii önünde yapamıyorlardı. Akıllarından bile geçmiyordu.
Cumhuriyet gazetesinin son olayla ilgili yaptığı haberde aynı cadde üzerinde esnaflık yapan Erdem Bulanık, “Bu konu gerçekten çok olumlu bir davranış. İnsanların birarada farklı kültürleri yaşaması ve dayanışması, birbirine hoşgörüyle yaklaşması gerçekten takdire şayan. Biz de bu konuda memnun olduğumuzu belirtebiliriz. Bu sene farklı bir hassasiyet var.” demiş.
Aynı gazetenin görüştüğü, Pazar ayinine gelen ve soy ismini vermek istemeyen Orkun, “Hoşgörülü bir yazı olmuş. Keşke başka dinlere mensup olan insanlar da böyle başka dinlere ait bayramları kutlasalar. Böyle birbirimize saygı duysak. Buraya bu yazıyı yazdılar diye o dine mensup olmuyorsun ama bu bir saygıdır.” demiş.
Orkun’un neden soyadını vermekten çekindiğinin, büyük ihtimalle adının da Orkun olmadığının üzerinde durmasak bile, “keşke başka insanlar da başka dinlere ait insanların bayramını kutlasa” cümlesini düşünmek gerek…
İlişkilerdeki suistimal konusu, güç dengesi üzerinden yorumlanır; güçsüz güçlüye “jest” yapamaz, jest yapmak zorunda bırakılır. Kapsayıcı, kucaklayıcı olması gereken öncelikli olarak “büyük” toplumdur.
2016’da yılında Türkiye Ermenileri Patrik Genel Vekili Ateşyan, Almanya’nın Ermeni Soykırımı’nı kabul etmesi üzerine Cumhurbaşkanı’na bir mektup yazmış, tasarıyı “Ermeni milletinin emperyalist güçler tarafından kullanılması” olarak tanımlamış, Ermenilerin karardan dolayı derin bir üzüntü duyduğunu iddia etmişti.
“Allah devletimize zeval vermesin…” ana fikriyle bir “Padişahım çok yaşa!” güzellemesi yapmış, Türkiye Ermenilerinden gelecek çatlak sesleri de hesaba katarak “bazıları duruşumuza iyi gözle bakmayacak” vurgusuyla “ne yapabilirim, bazılarını zapt edemiyoruz devletlûm” demeye çalışmıştı. Ateşyan’ın kişisel görüşünün “Ermeni cemaati” görüşü gibi gösterilmesi birçoklarını rahatsız etti o günlerde.
2019’da ise AKP’nin bariz desteği ile seçilen yeni Ermeni Patriği Episkopos Sahak Maşalyan, “Türkiye’nin güney sınırında oluşturulmaya çalışılan terör koridorunu yok etmek, bölgeye barış ve huzuru getirmek amacıyla başlatılan” Barış Pınarı Harekatı’na ilişkin bir basın açıklaması yapmıştı.
“Kiliselerimizde yapılan ayinlerin hitamında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekası ve ordusu için her daim dua edilmektedir. Ordumuzun Suriye Barış Pınarı Harekatı’nın barışçıl amaçlarına ulaşması ve asker evlatlarımızın başarıyla görevlerini ifa ederek esenlikle yurda geri dönmesi için her ayinde tekrarladığımız beka dualarımızı yineliyoruz. Rab, lider ve komutanlarımızı hikmet, şefkat ve sağduyu ruhuyla esinlesin.” demişti.
Sadece Ermenilerden örnekler verdim, diğer Azınlıklar da kendi “sorunlarını” kendi “marazlarını” deşsinler. Özeleştiri iyidir, geliştirir.
Baskı saklanmak, saklanamadığın yerde konuşmak zorunluluğunu doğurur; bu sıraladığım resmi açıklamalar aslında en iyimser tabir ile birer “tedirginlik manifestosu”, psikiyatrik bir incelemeye tabi tutulduğu takdirde belki bir Stockholm Sendromu örneği ama özünde buram buram samimiyetsizlik kokuyor.
Bu samimiyetsizliği fark etmeden – bunu destek, bunu tebrik, bunu saygı sananlar ancak kendilerini kandırıyorlar.
Yazıyı bir anı ile bitirmek istiyorum. Birkaç yıl önce İstanbul’da yaşayan bir arkadaşım anlattı. Arkadaşım Türk, bildiğiniz Türk, öyle nenesi Ermeni, amcası Kürt falan değil. Ankaralı bir memur çocuğu. Eğitimli, dünyayı kendisine anlatılan gibi değil, kendi kabul ettiği doğru ve değerler çerçevesinde değerlendiren, Türkiye’de yaşayan sayısı az insandan. Adını söylersem tanırısınız.
Bu arkadaş, bir meyhanenin yanından geçerken arkadaşı Ahmet’i görüyor. “Gel, otur, Garo ile içiyoruz” diyor Ahmet. Oturuyorlar, mezeler, rakılar, memleket, siyaset derken, konu Ermeni konusuna geliyor. Bizim arkadaş soykırım der demez, Garo atlıyor, “Deme öyle, bence soykırım değil, göç olmuştur” diyor.
Birbirlerine şaşkınlıkla bakıp konuyu kapatıyorlar. İleriki günlerde anlaşılıyor ki, Ahmet ile bu konuları rahatça konuşan Garo, masaya oturan ‘yabancıdan’ çekinmiş. Nedir, kimdir bilmediği bu yabancının soykırım demesinden rahatsız olmuş. Bunu bir tuzak olarak algılamış ‘TC azınlık beyni’ ve alarma basmış. Konuyu kapat, konuşma, inkar et demiş.
Benim arkadaş iki kez üzülmüş; hem kendisinden şüphelenildiği hem de Türkiye’de bataklığı andıran bu atmosferi hala düzeltemediğimiz için…
Tüm inanaların Ramazan’ını kutluyorum. Hayırlara vesile olsun, bu zifiri karanlığı bir nebze de olsa aydınlatsın. Bunu canı gönülden diliyorum. Ve istiyorum ki dileklerimizi camımızı penceremizi kırmasınlar diye bir koruma kalkanı vazifesi yapması için duvarlara yazmak zorunda kalmadığımız, böreğimizi, tatlımızı alıp, arkadaşımızın, komşumuzun evinde birlikte kutlayabildiğimiz, gerçekten paylaşabildiğimiz sofralarımız ve bayramlarımız olsun.
Ben Ramazan’da en çok pideyi paylaşmayı seviyorum. Geçen yıl yazdığım yazıyı da belki okursunuz umudu ile şuraya bırakıyorum: Evdeki “yabancı” ufaklıkla Ramazan pidesi.
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***