Olay, basına ve medya organlarına “Babacan’ın ODTÜ’de konuşması engellendi” şeklinde yansıdı. Bence bu yanlış. ODTÜ’lü gençler, Babacan’ın ODTÜ’de konuşma yapmasını fiilen engellemiş değiller, en azından o aşamada fiilen bir engelleme yapılmamış. Sadece Babacan, “olay çıkması” ihtimaline binaen ODTÜ’de konuşma yapmaktan vazgeçmiş. Hemen belirteyim ki, protestoda bulunmak da bir ifade özgürlüğü hakkıdır. Arkadaşlar bu haklarını kullanmışlar. Fiili bir engelleme söz konusu değil.
Ne var ki bir kısım ODTÜ’lü öğrenci, haberi “Babacan ODTÜ’de konuşturulmadı” diye veren bir kısım medyayı doğrular şekilde, “ODTÜ’de konuşmasına izin vermedik” beyanında bulunmuş. Protesto bir hak olmakla birlikte, “izin vermemek” bir hak ihlalidir. Ne olursa olsun, kim olursa olsun, bir kişinin ifade özgürlüğü engellenemez. Ayrıca, bu gençlerin, “toplantı yasaklayan” ya da “toplantıların yapılmasına izin veren veya vermeyen” Valilik gibi özgürlük karşıtı makamların rolüne soyunmaya kalkmaları iyice yanlış ve saçmadır. ODTÜ’lü gençlerin, bunun yerine, ODTÜ’de konuşacak herkese kendini serbestçe ifade etme olanağı (elbette karşılığında fikirlerin protesto edilmesi hakkını saklı tutmak şartıyla) vermeleri gerekirdi.
Üstelik bazı gençler, videosunu da izlediğim gibi, “ODTÜ faşizme mezar olacak” sloganı atmışlar. Birincisi, Babacan faşist değildir; ikincisi “faşist” olsa bile kimse mezara gömülmeyi hak etmez (Geçerken, günümüzde “faşizm” kavramının iyice amorflaştığını, bir teorik saptama olmaktan çıkıp küfür ya da yafta niyetine kullanıldığını belirteyim). Hele devrimcilerin “mezarcılığa” soyunması iyice gariptir. Süleyman Demirel’in vaktiyle, bir gazetecinin “Ege bir Yunan gölü müdür?” sorusu üzerine verdiği, “Ege bir Yunan gölü değildir; Ege bir Türk gölü de değildir; velhasıl Ege bir göl değildir” cevabını kendimize örnek alırsak, “ODTÜ bir faşist mezarı olamaz; ODTÜ Babacan’ın mezarı da olamaz; velhasıl ODTÜ mezarlık olamaz” diye ironik bir saptama yapabiliriz.
60 yıldır siyasal ve toplumsal mücadelenin içindeyim. Eksiksiz ifade özgürlüğüne bir tek 10 yıl önceki Gezi direnişi sırasında tanık oldum. Taksim Gezi’sinde kendiliğinden oluşan forumlarda sıradan insanlar, ev kadınları, parklarda yatıp kalkan evsizler, her türden insan söz alıp, kendi emansipasyonunu açıklıyor, kimsenin müdahalesi ve yönlendirmesi olmadan kendini serbestçe ifade ediyordu. Müthiş bir ruhsal yükselme ortamı vardı. Dahası, kimse kimseye emir vermeden, sağlık ve kütüphane işleri, temizlik ve beslenme-yemek işleri kendiliğinden, gönülllü olarak son derece düzgün bir şekilde örgütleniyordu.
Binbir çeşit örgüt ve grup barınıyordu Taksim gezisinde. Polislerle çatışmaya MHP’li gençlerin bile, “kahrolsun Tayyip” sloganları atarak katıldıklarına tanığım. Gezi Parkı’nda, siyasi mücadele alanında birbirinin neredeyse can düşmanı olan grup ve örgütler barış içinde, yan yana durabiliyorlardı. Örneğin, Gezi Parkı’nın girişinin hemen solunda, uzun sırıklara taktıkları Öcalan portrelerini dalgalandıran PKK’li gençler vardı; sağında ise, “Kebap yemeyin, Kürtlere destek olursunuz” diye yazan ırkçı Türk Solu dergisinin taraftarları. Küçük bir sürtüşmenin dışında bu iki grup bile birbirine girmedi. Polis timlerinin evlerde kıstırıp öldürdüğü DHKP-C yanlısı gençler de çatışmalarda sadece sapan kullanıyorlardı. Kimse, “kitle çizgisi”ni aşıp polisle kanla sonuçlanacak çatışmaları tırmandırmaya tevessül etmedi.
Bütün bunlar nasıl oldu, Gezi’nin sırrı neydi? Gezi’nin sırrı, 1917 Şubat Devrimi gibi kendiliğinden ve aşağıdan bir hareket, dolayısıyla yönlendirici bir otorite yerine, kitlenin özgür bilincinin belirleyici olmasıydı.
Şu noktada net olalım: Hangi gerekçeyle olursa olsun ifade özgürlüğünü ihlal etmek bumerang gibi gelip sizi vurur. Geçmişte yaşanan bütün devrimlerde böyle olmuştur. “Devrim adına” yapılan özgürlük kısıtlamaları devrimlere en büyük zararı vermiştir.
Bir diğer nokta; ifade özgürlüğünü kısıtlamak, sonuç olarak bir fikri zaafın göstergesi olabilir ancak. Fikrine güvenen, öncelikle karşı fikrin kendini ifade etmesine “izin vermek” ne kelime, bunun güvencesi olmalıdır. Dolayısıyla bir fikir sahibine izin vermek ya da vermemek söz konusu olamaz; tersine, eğer orada bir siyasi eğilim olarak güçlüyseniz o kişinin ya da kişilerin ifade özgürlüğü öncelikle sizin güvenceniz altındadır, bu bilinçle hareket etmek gerekir.
Sondan iki önceki nokta; her protestoyu “fikirleri bastırmak” şeklinde değerlendirmek de, protesto hakkını kısıtladığı için bir anlamda ifade özgürlüğünün ihlali sayılmalıdır. Bırakın gençler, fiili saldırganlığa ya da konuşturmamaya tevessül etmemek şartıyla protestolarını yapsınlar. İsterlerse ODTÜ’nün mezar olacağını ilan eden o saçma sloganla yapsınlar bunu. Onların protesto hakları da korunmalıdır.
Sondan bir önceki nokta; ODTÜ’ye, bırakın Babacan’ı, MHP Başkanı Bahçeli ya da VP başkanı Perinçek de konuşmak için gelse, protesto haklı saklı tutulmak şartıyla konuşmaları engellenmemeli, tersine güvence altına alınmalıdır. ODTÜ’nün “devrimin kalesi” olmaya devam etmesi böyle bir tutumla mümkündür.
Son nokta: Bir twit okudum. Genç bir gazeteci arkadaş, Babacan’ın halen “Gezi davasında” davacılardan biri olduğunu yazmış. Bu doğruysa, ben Babacan’ın yerinde olsam, ODTÜ’ye konuşmaya gitmeden önce mahkemeye gidip “davacı” sıfatımı geri alırdım. Eğer Babacan’ın dediği gibi, “ifade özgürlüğü tüm baskı gruplarına karşı korunması gereken bir değer” ise, başta, 5 yıldır delilsiz, sorgusuz, tanıksız hapis yatırılan Kavala olmak üzere, halen yargılanmakta olan Gezi davası sanıklarının özgürlükleri de en büyük baskı aygıtı devlete karşı korunmalı, en azından bu baskıya omuz verilmemelidir. Babacan, “Gezi davası”nda gerçekten “davacı” konumunda olup olmadığını açıklasa iyi eder.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***