Artık daha fazla böyle yaşayamazdı. İçindeki, o sadece ve sadece, kendisine ait olan özü ortaya çıkarmak ve onu yaşatmak istiyordu. Çünkü böyle, birden fazla ve kendisinin olmayan ve gerçek mi sahte mi, olduğunun ayırdına varamadığı kişilikleri taşıyordu, sıkıntılı bir yük gibi… Peki, gerçek ve sadece ona ait bir özü var mıydı ki onun? Varsa, neredeydi ve kimdi o? Öylesine çok maske kullanmış, öylesine çok değişik kalıplara girmiş, şekil değiştirmek zorunda kalmıştı ki gerçek niteliğini yitirmiş olarak duruyordu. Belki de hiç olmadığı korkusuna kapılıyordu arada bir. Sık sık, o gerçek özünü bulabilmek, ona ulaşabilmek için eve kapanıyor, günlerce hiçbir arkadaşını, yakınını aramıyordu.
Kendisine yeni bir koza örmeliydi ve gerçek özünü bu koza içinde saklamalıydı. Birkaç gün sonra gerçek özünü bulduğunu sanıp, “Artık insanların içine çıkabilirim, onları gerçek kişiliğimle görüp, hissedebilirim,” diye düşünüyor, yanlarına sevgi ve hasretle koşuyor ama onlarla biraz konuştuktan sonra, konuşmanın yine kendisine ait bir öz olmadığını görüyordu. Bir başkasıydı sanki o. Ya da kimseye ait olmayan birinin özüydü taşıdığı. Unutulmuş, tesadüfen bulunmuş ya da korkudan, kaygıdan alelacele oluşturulmuş yapma bir şeydi. O anı kotarması için, ilişkileri geçiştirebilmek, kendini orada o an için var edebilmek için yarattığı sahte bir kişilikti sanki…
Bu yüzden, arkadaşlarına, dostlarına sevgiyle, umutla koşar, sonra da yapma kişiliğinin yarattığı, sıkıntı, tatsızlık, boşluk, belli belirsiz bir kasvet duygusuyla yeniden gerçek özünü bulmak için evine, odasına, dönerdi. Yine olmamıştı. İçindeki o gerçek öz, eğer bir ara var olmuşsa, onu belki de sonsuza kadar terk etmiş, onu böyle öksüz, hep doyumsuz, geçicilik ve kenarda kalmış olma duygularıyla bırakmıştı. Bu geçicilik duygusuna, şu anlamsızlık duygusuna daha fazla dayanamazdı. Bir gün gerçek kendisiyle buluşacaktı. Bu tutkuyla bekleyiş, ona geçmişte bir ara, belki çok kısa bir süre, bu özle birlikte yaşadığı inancını veriyordu. “O vardı ki ben onu böylesine çok özlüyorum,” diyordu… Şimdiyse “binlerce hiç kimseydi.” Tek başına bile değildi. Çünkü tek başına olmak bir sağlam varoluştu ve bakım isteyen bir şeydi. “Tek başınalık, bir şans”tı.
Yalnız bile olamadığı, bir hiç kimse olduğu için, bu yüzden kim gerçek dostu, kim düşmanı, kim onu seven, kim katili asla içtenlikle anlayamıyordu, algılayamıyordu. İşte bu yüzden, onu gerçekten sevenleri göremiyor, onu pek de ciddiye almayanlara çok yakınlık duyduğunu sanıyordu. Çoğu kez sevgisinden ve nefretinden emin olamadığı için, hep endişeler ve kaygılar içinde ve güvensizlik duygularıyla yaşıyordu.
Hep bir doyum arıyor ama yine hep açlık hissediyordu. Kahramanlıklar yapmak, cesur serüvenler yaşamak istiyor ama korkulan buna izin vermiyordu. Hep o sahte kimliklerinin tümünden kurtulup çılgın ve başıboş bir aşk yaşamak istiyor, sonunda güvenli ancak sıkıntılı, coşkusuz, tekdüze ilişkilere saplanıp kalıyordu.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***