Coğrafya kader midir? Coğrafya değilse de jeopolitik öyle… Türkiye son 200 yılını Batılılaşma çabası içinde geçirse de, 70 yıldır NATO içinde yer alsa da, Avrupa Birliği ile artık rafa kaldırılmış bir müzakere süreci başlatmış olsa da, sonuçta bir kara imparatorluğu mirasçısı…
Portekiz ve İspanya küçücük gemilerle Amerika’nın keşfi için yola çıktığında, yeni deniz ve ticaret yolları keşfettiğinde Osmanlı hala Viyana’yı alma hayali kuruyordu.
Cengiz Çandar’ın yakın zamanda sık sık atıfta bulunduğu Stephen Kotkin’in vurguladığı gibi, “Avrasya kara imparatorlukları, modern Anglo-Amerikan deniz gücünü aşma, diğer zengin uluslarla serbest ticaret ve nispeten sınırlı hükümet modeli ile karşılaştırıldığında daha zayıftır.”
Türkiye ithale dayalı sanayii, Avrupa Birliği sürecinde aldığı müthiş yabancı sermaye ve İstanbul gibi bir kentine rağmen, “Batı Avrupa’yı, Orta Avrupa’nın bir kısmını ve zamanla Doğu Asya’daki ilk ada zincirini de kapsayan” bu modelin parçası olamadı.
Bu model belki mükemmel değil ama alternatifi ile kıyaslanmayacak kadar iyi. Bugün Afrika’dan Asya’ya, Ortadoğu’ya kadar dünyanın göç trendlerine baktığınızda kimsenin Rusya veya Çin’i tercih etmemesinin, herkesin kapağı Avrupa veya Kuzey Amerika’ya atmak istemesinin temel nedeni de bu.
Bu model özgür ve adil seçimler ve dinamik bir piyasa ekonomisi üzerine kurulu. Batı güçlü kurumlara, sağlam sivil toplumlara ve bağımsız ve özgür medyaya sahip. Bunlar Batılı olmanın sağladığı avantajlar, Kotkin’in deyimiyle “Asla hafife alınmaması gereken avantajlar.”
Buna bir de İslam’ın etkisi eklemek lazım. Devletten bağımsız bir kilisenin yanında devlete bağımlı bir cami sistemi. Tanrı’dan çok hükümdara hizmet eden bir imam ve dinin gücün çıplak aracı haline gelmesi. İmam üzerinden yaratılan biat ve tek adam kültürü.
Bunun oluşturduğu bir kültür var. Bunda bir de Kemalizm’in anti-emperyalist söylemiyle şartlanmış anti-Batı seküler kesim ve Batı’nın temsil ettiği her şeyden nefret eden İslamcı kesimi ekleyince, ülkenin içinde bulunduğu durumu anlamak daha da kolaylaşıyor.
Kotin, Foreign Affairs’deki makalesinde, “Putin ve Xi’yi tek başına ele almak ve bireylerin neredeyse tesadüfen büyük ülkelerin zirvesine yükseldiğini ve bunların ortadan kaldırılmasının rejimlerinin ortaya çıkardığı jeopolitik zorlukları çözeceğini hayal etmek baştan çıkarıcı. Kişilikler elbette önemlidir, ancak sistemlerin belirli lider türlerini seçmenin bir yolu vardır” diyor.
Bu Türkiye için de geçerli. Bugün hemen herkes Erdoğan kişiliği üzerinde kurulu AKP-MHP Rejimi’nin çökmesinin Türkiye’nin önünü açacağına inanıyor. Elbette baskıcı rejimin sona ermesi bir rahatlama, bir nefes payı verecektir ama temel sorunu çözmeyecektir.
Türkiye’nin sorunu tekçilik, can ve mal güvenliğini tarihinin hiçbir döneminde sağlayamamış olması, Batı’yı hem kıskanması hem de içerlemesi… Batı, sadece askeriyede ve teknolojide güçlü olmak açısından önemli, temsil ettiği değerlerle bir bütün değil. O nedenle, Batı’nın Kürt sorununa atıfları bir insan hakkı meselesi olarak değil, emperyalizmin Türkiye’yi bölme planı olarak değerlendiriliyor.
Topluma yön veren kanaat önderi konumundaki hemen herkes Batı düşmanlığından besleniyor ve bunu körüklüyor. Oysa, Batı birçok eksik ve yanlışına rağmen her şeyden önce hukuk, fikir özgürlüğü ve saatin 5’inde kapıyı çalanın sütçü olması anlamına geliyor.
Türkiye’nin şu anki yelpazesi ülkeyi Batı tipi bir demokrasiye, hukuk sistemine dönüştürecek, ifade özgürlüğü, can ve mal güvenliğini sağlayacak bir kurum içermiyor.
Türkiye demokrasi sorununu çözmeden, hukuk devletin inşa etmeden, Kürtleri eşit yurttaş olarak tanımadan bu kısır döngüden çıkamayacak. Menderes-Demirel-Çiller-Erdoğan olarak hafızamıza kazınmış yolsuzluk, hukuksuzluk ve güçlü adam modeli kendisini üretmeye devam edecek. Sorun sadece liderlikte değil, onu üreten yapıda…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***