“Eğer umut olmadığını düşünecek olursanız umudun olmadığına güvence veriyorsunuz demektir. Eğer özgürlük içgüdüsünün var olduğunu düşünürseniz, bir şeyleri değiştirmek için fırsat var demektir ve daha iyi bir dünya yaratmada sizin de katkınız olabileceği ihtimali doğar. Seçim sizin.”
Noam Chomsky
1930’lu yılların dünya ekonomik bunalımı 1939 yılında savaşı getirmiş, savaş sonrası küresel ekonominin yeni çerçevesini belirlemek üzere 1944 yılı temmuz ayında 44 ülke delegesi Bretton Woods’ta toplanmıştı.
Konferans Amerikan dolarını uluslararası para birimi olarak kabul etti. Dolar altına bağlanarak altın kadar değerli hale getirildi. Böylece dolar uluslararası döviz piyasalarının belirleyicisi oldu.
Konferanstan küresel ekonomiyi yönetecek ve koordine edecek küresel rekabet ve şirket girişimciliğinden yana üç kurum doğdu. John Maynerd Keynes’in küresel bir merkez bankasının idaresinde bir dünya “rezerv parası” oluşturma önerisi ise reddedildi.
Keynes, fazlası olan ülkelere ithalatlarını arttırarak fazlayı açık veren ülkelere geri aktarmaları için baskı yapılmasını, sistemin ancak bu şekilde dengeye kavuşacağını belirtiyordu. Ancak Keynes’in bu görüşü kabul görmedi.
Konferans sonucu kurulan üç kurumdan biri Uluslararası Para Fonu (IMF) idi. IMF’nin ana görevi savaş ve ekonomik bunalımdan çıkmış olan dünyaya ekonomik istikrar kazandırmaktı. Bu kurumun görevinin önemli bir parçası sabit döviz kuru sistemini denetlemek ve dövizlerin konvertibilitesini geliştirmekti.
Yine bu kurum kısa vadeli nakit sıkıntısına düşen ülkelere acil durum kredisi sağlamakla görevliydi. Keynes, ödemeler dengesinde sorun olan ülkelere koşulsuz kredi sağlayacak bir Uluslararası Takas (Kliring)Birliği’nin kurulmasını ve bu birliğin koşulsuz kredi vererek iç talebi destekleyip, istihdamı sürdürmeyi sağlamasını öneriyordu. Keynes’in bu önerisi de kabul görmedi.
Bretton Woods Konferansından doğan ikinci kurum olan Dünya Bankası, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) ismiyle kuruldu. Başlangıçtaki görevi savaşta ekonomisi harap olan ülkelere altyapı yatırımları için kredi sağlamaktı.1950’ler de Üçüncü Dünya ülkelerine yönelerek Dünya Bankası olarak anılmaya başladı.
Bu konferanstan doğan üçüncü kurum ise Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması ile ticareti yaratacak kurallar dizisi belirlendikten sonra uzun yıllar süren görüşmeler sonucu 1994 yılında oluşturulan Dünya Ticaret Örgütü idi. Dünya Ticaret Örgütü bugün dünya ticaretini, çevre yasalarından ,çalışma koşullarından, insan haklarından, kültürel koruma ve sağlık politikalarından daha önemli gören bir anlayışla yönetilmekte.
İkinci Dünya savaşından 1970 yılı ortalarına kadar kapitalist sistem Latin Amerika, Asya ve Afrika ülkelerinde uluslararası şirketlerin gereksinimleri doğrultusunda iç pazarlar oluşturarak ayrıca sosyalist blokla var olan soğuk savaş döneminin yarattığı gerilim ve bölgesel savaşlarla silahlandırmayı teşvik ederek sistemin yürümesini sağlamıştı.
Güçlü ülkelerin lehine işleyen küresel ekonomik sistem bu üç kurumla yürütülüyordu.1960’lı yıllardan itibaren gelişmekte olan ülkeler daha adil ticaret koşullarını da içeren bir Uluslararası Yeni Ekonomik Düzen için mücadele etmeye başladılar. Amaç sömürgeciliğin mirasından kurtulmak ve ülkeler arasında ekonomik adalet temelinde yeni bir küresel sistem yaratmaktı.
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) gibi BM kuruluşları ve OPEC gibi üretici kartelleriyle bu amaca ulaşmak için çabalar harcandı. Petro-dolarlar Kuzeyin mali merkezlerine oradan da Üçüncü Dünya’ya kredi olarak aktı.1970’e gelindiğinde istikrarlı sabit kur sistemi ABD’nin ticaret ve bütçe açıkları karşısında çökmekteydi.
Vietnam savaşı uzadıkça ABD’nin borçları ve enflasyon arttı. Başkan Richard Nixon, tek taraflı olarak doların altına bağlılığına son verip dalgalı döviz kuru sistemine geçti. Doları devalüe ederek ABD’nin borçlarını azalttı. Faizleri de yükselterek Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarını arttırdı.
İşte bu noktada IMF ve Dünya Bankası borca batmış ülkeleri iflastan kurtarmak için devreye girdiler. Artık bu ülkelerin borçlarını döndürebilmek için dayatılan yapısal uyum programlarını uygulamaktan başka seçenekleri kalmamıştı.
1980’li yıllardan itibaren oluşturulan Yeni Dünya Düzeni ise çok uluslu şirketlerin önündeki engellerin kaldırılmasını, Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarını ödeyebilir programlara tabi tutulmalarını ve uluslararası sermaye için yeni kar alanlarının açılmasını amaçlıyordu.
IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü bu amaçları dünya sistemi içinde uygulayan ve oluşturdukları politikaları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere dayatan kurumlar olarak işlev görmeye başladılar.
1980-1990 arası Üçüncü Dünya ülkelerinin büyük bölümü için borçların iki katına çıktığı ve büyümenin artmadığı bir dönem oldu.1990’lı yıllar boyunca yaşananlar büyük kitlelerde “Yeni Dünya Düzeni”nin sorgulanmasına yol açtı.
Afrika’daki insanların yoksulluğa ve ölüme terk edilişleri, Asya Kaplanlarının çöküşü, Irak’ın 12 yıl boyunca bombalanarak ambargolarla halkının yıkıma uğratılması, Yugoslavya ve Çeçenistan’da yaşananlar, Afganistan’ın ve Irak’ın işgali ABD’nin güçlü devletlerle yarattığı sistemin silah, savaş, yıkım ve ölümle ayakta durabildiğini gösteriyordu.
Sonuç sosyal devletin geriletilmesi, çıplak ve vahşi bir piyasa ekonomisinin oturtulması, yapısal uyum programlarının acımasızca uygulanması ile yaşanılan yenilgi ve kayıplar, hayal kırıklıkları ,yeni ekonomik siyasetlerin yarattığı yoksulluk, işsizlik ,açlık ve öfke. İşte Seattle (1999 ) bu hayal kırıklığının ve öfkenin tepkiye dönüştüğü yer oldu.
Sürekli büyüme üzerine kurulu bu sistem sınırlarına dayanınca krize girildi ve monetarist uygulamalar başladı. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar güçlenirken, 1975 yılında makro-ekonomik ve uluslararası politikaları yönlendirmek amacıyla ABD, İspanya, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’dan oluşan G-7’ler kuruldu. ”Uluslararası Yeni İş Bölümü” ve “Serbest Bölgeler” gibi yeni olgularla karşılaşıldı.
(1997’de G-7’lere 8. üye olarak kabul edilen Rusya, 2014 yılında Ukrayna’ya ait olan Kırım Yarımadası’nı ilhak etmesi ve Ukrayna’nın doğusundaki Lugansk ve Donesk bölgesinde Rus ayrılıkçılara destek sağlaması sonrasında G-8 grubundan çıkarıldı. Ukrayna’yı işgaliyle birlikte geriye dönüşü askıya alındı.)
Bu gelişmeyle yük yine dünya üzerindeki yoksul ülkelerde yaşayan kitlelerin üzerine aktarıldı. Bu nedenle 1970-1980 yıllarında askeri darbeler yoğun bir şekilde yaşandı. İnsan hakları ihlalleri en yüksek düzeye ulaştı. Faili meçhul cinayetler kayıplar, işkenceler yoğunlaştı.
12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, uygulamaları ve topluma giydirilen ve bir türlü yırtıp atamadığımız deli gömleği bu durumun en somut göstergesidir. Bugün gelinen noktada güncel kriz daha karmaşık ve toplumsal sonuçları bakımından daha derindir.
Küresel düzeyde ülkeler arası gelir dağılımındaki büyük fark çok önemli bir gerçeğe işaret etmekte. Bilgi, enformasyon ve sermayenin sınır tanımadığı ve küreselleştiği bir ortamda zengin ülkelerle, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında gelir ve gelişme farkları giderek artmakta.
Dünya ticaretinde önemli rol oynayan ulus-ötesi şirketlerin sayılarında ve gelirlerinde son yıllarda önemli artışlar meydana gelmiş durumda. Piyasa değeri 3 trilyon doları geçen Apple, 183 devletin yıllık bütçesinden daha büyük bir parayı yönetmekte.
Servetin giderek daha az elde birikmesinin göstergesi olarak, nüfusun en yoksul yüzde 50’sinin sahip olduğu servet miktarına eş değer servete sahip olan milyarderlerin sayısı 2016’da 61 iken 2017’de 43’e ve 2018’de 26’ya düştü. En zenginlerin serveti yüzde 12 oranında artarken, dünya nüfusunun en yoksul yarısının varlığı yüzde 11 azaldı.
Eşitsizlik sadece gelirin adaletsiz paylaştırılmasından ibaret değil. Servetin adaletsiz paylaştırılması, sağlık ve eğitim hizmetlerine erişim imkânlarındaki farklılıklar; bölgelere, dinlere ve ırklara göre yapılan ayrımcılıklar da eşitsizlik kavramının bileşenlerini oluşturmakta.
Bireyler veya gruplar arasında meydana gelen eşitsizlik tek başına bir sorun olmayıp, ekonomik ve sosyal hayatta da zincirleme etkilere yol açabilmekte. Gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu bir ekonomide büyümeden elde edilen kârlar genellikle toplumun üst tabakaları arasında paylaşıldığı için toplumdaki yoksulluk azalmamakta.
Aynı zamanda eşitsizlik, suç oranlarının artmasına, sosyal çalkantıların ve şiddetin tırmanmasına da neden olabilmekte. Bu tür olaylardaki artış ve yoksulluğun azalmaması, ekonomik büyüme oranlarını da negatif yönde etkilemekte.
Söz konusu olumsuzluklar ulus devletlerde sosyal patlamalara neden olmakta; bunun sonucu olarak insan hakları ihlalleri çoğalmakta, demokratikleşme süreci zayıflamakta .Bunun dışında 11 Eylül 2001’de somutlaşan küresel ve bölgesel terör eylemleri de tehlike işareti vermekte.
Dünyadaki gelir paylaşımının küreselleşmeyle birlikte giderek bozulduğu, az gelişmiş ülkelerde üretimin düşük kaldığı, açlıktan ve hastalıktan dolayı çocuk ölümlerinin arttığı, çevrenin hızla kirlendiği ,silah üreten teknolojilerin global politikaları etkilediği, işgal ve savaşların önlenemediği, önyargıların ve çelişkilerin kol gezdiği cehennemi bir gezegende yaşamaktayız. İnsanlık bağrından doğduğu yaratıcı ve üretken gezegenini hem kendi cinsini hem doğadaki tüm canlıları yok edecek şekilde kullanmakta.
Eşitsizlik, adaletsizlik üreten ve insanlığı nükleer bir dehşet dengesi gerilimi içinde yaşatan Pan-kapitalizm madalyonun bir yüzü. İmparatorluk alanını genişletme kodlarını tevarüs ederek bir dönem sosyalizm ideolojisiyle yayılmaya çalışan Rusya bu düzende nerede duruyor?
Devam edeceğim.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***