YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye bir NATO üyesi, fakat Ukrayna’nın işgali sonrasında bir üye gibi hareket etmediği çok daha fazla sırıtıyor. Uzun zamandır olan bir sorun gün yüzüne çıktı. Aslında yıllardır bu durum oldukça bariz bir biçimde Batı güvenlik çevrelerince biliniyor.
1991’den itibaren NATO’nun önemi erozyona uğradı. Soğuk Savaş atmosferinde tasarlanmış ve görevi tanımlanmış olan bir savunma örgütü, 1991 yılında Sovyetler’in yıkılmasından sonra bir kimlik ve işlev bunalımı yaşadı. Zamanla NATO örgütünün her şeye karşın varlığını sürdürmesi konusunda irade doğdu. Fakat bu örgütün öneminin azalmasının önüne geçemedi.
İşte Türkiye, 1990’lı yılların başında itibaren yeni arayışlar içine girdi ve bu arayışlarda Batı ittifakını – ve en başta da NATO’yu – ikinci plana iterek Orta Asya ve Kafkasya’da, Karadeniz bölgesinde, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da etki aşanı oluşturma çabalarına başladı. Bu etki alanı Ankara’nın algısına göre sadece ekonomik alanla sınırlı olamazdı. Politik, kültürel, dini, dilsel, tarihi vs. ortaklıklara atıfta bulunulan yeni yönelimler, mutlaka neo-Osmanlıcı, Pantürkist ve irredentist bir imaj ortaya koydu. Kimse kendisini kandırmasın; Türk devleti her ne kadar tüm bunları resmi olarak reddetse de, mesela Türkî cumhuriyetlerle birleşmek ya da Türk ortak pazarı kurmak gibi hayaller, dışişlerinin ve siyasal karar alıcıların iştahını kabarttı. Turgut Özal’dan Süleyman Demirel’e, Bülent Ecevit’ten Erdoğan’a, her lider farklı ağırlıklarla da olsa değişik bölgelere ve coğrafyalara yöneldi. 1991-2021 arası 30 yıllık süre içersinde Batı’ya alternatif olması umulan ilişkiler geliştirildi. Realiteyle ilişkisi konusu bir tarafa bırakılacak olursa, bu dönem Türk karar alıcılarının algıları ve tahayyülleri hakkında bize bir takım fikirler veriyor.
Türkiye 1945-1991 arası 46 yıl boyunca kendisini Batılı hissetmedi. Batı’nın değerler evrenine dâhil olmadı, olmak istemedi. Sürekli ayak sürttü. Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin gelişimi Soğuk Savaş jeopolitiğinin bir sonucudur. Türkler kendilerini Batılı olarak tanımlamadıkları gibi, Batı’dan hazzetmez. 1923-1938 arası 15 yıllık Batılılaşma tümüyle yüzeyseldir ve değerler evrenini kapsamaz. Bunun yegâne istisnası kadın-erkek eşitliği reformudur. Geri kalan her şey kozmetikti. Kadın-erkek eşitliği konusunda zaten Osmanlı’nın son 20 yılında gerekli altyapı oluşmuştu. Saray da dâhil, Osmanlı elitlerinin büyük bölümü evrimsel bir süreçle kadının statüsündeki değişimi olumlu buluyordu. Ama Batı’yı Batı yapan diğer değerlerle arada yeterince bağlantı kurulamamıştı. Ümmet kimliğinden millet kimliğine geçiş de varoluş stratejisi gereği gerçekleşti. 1920’lerde milli kimlik toplumsal bazda hemen hiç yoktur. Ya da İslam kimliği olarak anlaşılır. En fazla Batılılaşma yaşanan Atatürk dönemi, derine inen bir kimliksel dönüşüm gerçekleştiremedi. 1945’te İkinci Dünya Savaşı son bulduğunda Türkiye kimliği konusunda karar verememiş, kimliksel temelde bölünmüş bir ülkeydi. Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin Batı kulübüne katılması, görüntüde bu arayışa son verdi. Ama yüzeyin altında aynı parçalanmış sosyoloji varlığını sürdürdü. Soğuk Savaş esnasında Batı’ya duyulan gereklilik, Batı değerler evreni ile olan uyumsuzluğunu gizledi. Türkiye koskoca Soğuk savaş sürecinde doğru dürüst bir işleyen demokrasiye dönüşemedi. Vatandaşlarını mutlu edebilecek bir insan hakları karnesi oluşturamadı. İçerisindeki farklı dokuları yönetim sistemine yansıtamadı. Tüm bunlar birer hedef olarak bile görülmedi işin açıkçası. Ankara tüm Batı ittifakını askeri-stratejik özlüklerle okudu. Avrupa bütünleşmesine bile sadece Yunanistan’dan geri kalmamak için girmek istedi. Avrupa Ekonomik Topluluğu (şimdiki AB) ile ilişkilerinin çerçevesini belirleyen Ankara Antlaşması’na giden yol biraz Yunanistan’ı kopyalamak, biraz para kokusu almış olmak (fonlardan yararlanma ve Türk ürünlerine Pazar yaratma motivasyonu), kısmen de jeopolitik hassasiyetlerdir.
Türkiye’nin değerlerle ilgili ciddi problemleri var. Hiçbir ülke Batılı değerleri benimsemek zorunda değil. Ama eğer NATO üyesiyseniz ya da AB’ye girmek için çabalıyorsanız, NATO veya AB sizden kendi değerlerinizi benimsemiş ve uyguluyor olmanızı bekler. Bundan normal ne olabilir? Bahsedilen değerlerin zaten herhangi bir etnik kültürle ya da dinle alakası yok. Hukuk devleti, güçler ayrılığı, gücü sınırlandırılmış iktidar, anayasal liberal demokratik standartlar, insan hakları, azınlık hakları, vs. Bunların 1950’lerden bu yana hala gerçekleştirilmemiş olması nasıl Türkiye karar alıcılarını rahatsız etmez, anlamak güç. Tek açıklaması var, o da değerlerin içselleştirilmemiş oluşu. Bunun nedenleri üzerinde düşünmek gerektiği kanısındayım.
Bu bahsedilenlerle alakalı olan bir diğer önemli konu da Türkiye’nin mevcut rejimi elbette. Cumhuriyet dönemi demokrasi ölçütleri açısından hiçbir zaman iyi biz düzeyi tutturamadı. 2000-2010 arası reform sürecinde ciddi ilerlemeler gerçekleşti, ama bunlar da uygulamaya geçirilemedi. Yasa değiştirmekle reform olmuyor. Hele de değerler evreninin değişimi toplumsal içselleştirme gerçekleşmeksizin olanaklı değil. Fakat bugün öyle bir noktaya düşüldü ki, bırakın asgari demokrasi olma koşullarını karşılamayı, Türkiye artık devlet olma koşullarını bile yerine getiremiyor. Rusya’ya otoriter rejim olmasından dolayı eleştiri getiren NATO, bu Türkiye’yi nasıl tolere edebiliyor? Bugün Türkiye’nin hala NATO’da olması tümüyle teşkilatın üyelere yaptırım getirme mekanizması olmamasından kaynaklanıyor. NATO’da üyeliğin askıya alınması ya da bir üyenin üyelikten çıkartılması gibi bir prosedür yok. Eğer olsaydı, Türkiye gibi bir devletin bugün eşit oyla NATO toplantılarına katılımı ciddi biçimde tartışılıyor olurdu.
Rusya’dan S-400 silah sistemleri alan, Moskova’ya nükleer santral yaptıran, gazını Rusya’dan almaya devam eden, Rusya uçaklarına hava sahasını kapatmayan, Moskova’ya yönelik yaptırımlara hiçbir şekilde katılmayan, halen Rusya’yı stratejik ortak olarak gören, Rus oligarkların imdadına yetişen ve sınırlarını onlara açan, dahası her gün televizyonlarında ve gazetelerinde Rusya muhipliği yapılan bir NATO üyesi! Bugün iktidarın ortağı olan koalisyonun tümüyle Rusya ve Avrasya güdümlü olması, 15 Temmuz 2016’da TSK’dan tasfiye edilen subayların NATO-Batı yanlısı olduklarının bilinmesi, onların yerlerine Avrasyacı Rusya yanlısı subayların getirilmesi gibi olayları da bu tablo çerçevesinde yorumlamak lazım. Dahası Türkiye kamuoyunda Batı düşmanlığının, anti-Amerikan ve anti-NATO pozisyonların tüm toplumsal kesilmede yaygın olmasının, tüm siyasi partilerin bu anti-NATO söylemleri benimsiyor oluşunun da mutlaka dikkate alınması gerekiyor. Bu haliyle Türkiye ittifak üyesi gibi hareket ediyor denebilir mi?
Türkiye’nin Batı ittifakıyla bir sorunu var. Neo-Osmanlıcı ve yayılmacı hayallerle, Turan ve kızıl elma söylemleriyle, Ortadoğu-İslam-Ümmet-Halifelik gibi düşler kurarak, Rusya-Çin-İran ittifakından jeopolitik fayda bekleyerek, demokrasiyi ve insan haklarını Türkiye insanına üç numara büyük görerek NATO üyesi kalmak veya AB üyesi olmak mümkün değil. Batı ittifakının değerler bütünü olduğunu, kuru formel üyeliklerden çok bir tür ortak dünya vizyonu, yönetim felsefesi, öncelikler, değerler, kimlikler boyutu olduğunu ıskalamamak gerekiyor. İşin garip tarafı, ülkede anti Batı propagandası yapanların kendi çocuklarını ve torunlarını okumak için Batılı ülkelere göndermeleri, bu ülkelerden vatandaşlık almaları, paralarını ve yatırımlarını Batı’da yapmaları. Kendi vatandaşlarına 15 Temmuz’un arkasındaki gücün Batı ya da özelde ABD olduğu masallarını anlatanlar, ABD başkanı Biden’la randevu alabilmek için on takla atıyor. Rusyacılar neo-İttihatçı düşük profil ve düşük zeka stratejiler üretmek dışında Türkiye toplumuna hiçbir şey sunamıyor. Özgürlükler, haklar, fırsatlar yaratmaktan çok başkalarının topraklarında etki sahibi olmak, Türkiye’de kurulan otoriter rejimin devamı, kendi mahallelerine kendi ideolojilerini pazarlamak gibi hedeflerin peşinde ülkenin ve toplumun enerjisini tüketiyorlar. Batı ittifakında Türkiye sorunu büyürken, Türkiye’nin bu ittifakla hiçbir ortak değeri olmadığı gerçeği ortaya çıkmış bulunuyor. Hiçbir muhalefet partisinin bunu eleştirmemesi, hatta Batı karşıtlığında İslamcılarla yarışması, bunun sadece AKP ve Erdoğan’dan kaynaklanmadığını gösteriyor. Çok daha yapısal ve sosyolojik bir sorunla karşı karşıyayız.
Türkiye tüm demokratikleşmesini Batı’ya yaslanarak yaptı. Batı’dan koptukça dışarıda hayalperest ve riskli sulara yelken açtı. İçeride ise Putinist bir Ortadoğu rejimine dönüştü. Batı ittifakı ile ilişkilerin dinamiği önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yönünün içeride de dışarıda da ne olacağını bizlere gösterecek. 2022 Mart’ında başlayan İkinci Soğuk Savaş, birincisi gibi Türkiye siyasetinin gidişatı bakımından belirleyici olacak.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***