Rus işgalinin başladığı gece aklıma “1 Eylül, 1939” geldi. Karanlığın çöküşünü anlatan Auden şiiri: Bir bar taburesinde oturmuş, şair yaklaşan savaşı düşünürken ölümün kokusunu almaktadır. 1 Eylül, Polonya işgalinin başladığı, tarihin değiştiği gündü.
Auden o şiiri haftalar sonra yazmış. (Güncesine bakılırsa, eylülün ilk gecesi sahiden bardaymış.) Ama şiirde “samimiyetsiz” bulduğu bir şey vardı. Son dizeyi (“Ya birbirimizi seveceğiz ya öleceğiz”) değiştirdi (“Birbirimizi seveceğiz ve öleceğiz”). Yine de şiiri toplu yapıtlarına almadı.
Şiir yalnız şaire ait değildir. Auden bundan hoşlanmasa da dizeleri ortak bellekte yaşadı—işte savaş çıkınca hâlâ hatırlıyoruz. Ama elbette 1939’da değiliz. 24 Şubat 2022 bambaşka bir gündü.
Belki aklıma 23 Ekim 1956 gelmeliydi.
Macar halkının o gün başlayan ayaklanması Sovyet işgaliyle bastırılınca Avrupa solunda ilk büyük kırılma gerçekleşmişti. (İngiltere’de Komünist Parti, üyelerinin dörtte birini kaybetti.) O düş kırıklığı gelecek yıllarda solun ana tartışmalarından biri olacaktı. Bazı solcu aydınlar işgali destekledi. Sartre ayaklanmanın “sağcı” duygulardan beslendiğini söylüyordu. John Berger ilk romanında Sovyet işgalini haklı gösterdiği için çevresinden dışlandı. Büyük tarihçi Eric Hobsbawm’ın işgali meşru sayması (“toplu bir sinir krizi”) entelektüel mirasında silinmez bir leke bıraktı.
1956 bir dönüm noktasıydı: Ondan sonra komünizm devrimle değil baskıyla özdeşleştirildi.
Moskova, solun siyasi yanılsamalarını izlediği aynaydı, der Tony Judt. O ayna 1956 güzünde kırıldı.
Bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline kılıf arayan ‘sol’ argümanları işitince şaşmamak elde değil. 65 yıl sonra benzer mazeretler: Jacobin dergisi daha birkaç gün önce Putin’in niyetinin o kadar da kötü olmadığını söylüyordu. New Left Review’da Tariq Ali birçokları gibi “ama…”lı cümleler kuruyordu. (Türkiye’deki Avrasyacı solu saymıyorum.)
İlk şu söylenmeliydi: Ortada emperyal hırslarının peşinde masumların hayatını hiçe sayan saldırgan bir otokrat, bir işgal ve işgale direnen bağımsız bir devlet var. Yaşamını, yurdunu, yuvasını yitirecek milyonlarca insan var.
Gerçi bugünle 1956 arasındaki tek benzer taraf solun gerçeklere gözünü kapaması değil. Batı, Macar gençliğini yalnız bırakmıştı. 1956’dan söz ediyoruz: O günlerde Fransa’nın en büyük sorunu Cezayir, İngiltere Süveyş kriziyle meşgul, Amerika’da Başkan Eisenhower seçim kampanyasının son haftasına girmiş… Hiçbiri Macarların mücadelesine omuz verip Sovyetlerin karşısına çıkmayı göze alamamıştı.
Bunu bilenler Zelenski’nin ilk günlerdeki “yalnız bırakıldık” serzenişine şaşırmamıştır.
Batı medyası da pek iyi sınav vermiyor. Yemen’e, Filistin’e gözlerini kapatan, Irak’ta savaşı meşrulaştırmak için “Saddam’ın silahları” yalanını yayan gazeteciler bugün işgali yorumluyor. Bir muhabir, “Ukrayna görece medeni bir yer, Irak’a benzemez” diyordu önceki akşam. Irkçılık her zaman kendini göstermenin yolunu bulur.
Aynı medya olan biteni “tarihin dönüşü” diye tanımlamakta gecikmedi. (Fukuyama’nın geçersiz tezine atıfla.) Oysa tarih hiçbir yere gitmemişti. Hep buradaydı.
İşgalin uzun sürecek etkisini kestirmek zor. Analizlerin, yorumların, kehanetlerin arkası kesilmiyor. Böyle durumlarda ben bölgenin tarihini, dilini bilen uzmanların ne dediğine ve edebiyata, şiirlere bakıyorum.
Ukrayna’da (Babel’in şehri Odessa’da) doğmuş bir şairin, Ilya Kaminsky’nin iki dizesi hep aklımda: “Nedir bir adam? / İki bombardıman arasında bir sessizlik.”
Edebiyat dedim. “Uyanmak istediğim bir karabasan”—tarihi en doğru Joyce’un kahramanı anlatmıyor mu?
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***