İktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav, kur korumalı mevduat hesaplarına ilişkin açıklamalarda bulundu. Boratav kur korumalı mevduatın (KKM) sürdürülebilirliğine ilişkin olarak “Kur Korumalı Mevduat modeli sadece seçim konjonktürüne odaklı, kısa vadede işe yarayacak, palyatif bir programdır. Takriben bir yıllık, seçim takvimi açısından işlevsel olabilecek bir program bu.” dedi. Borotav, özelleştirmeler ve kamu özel işbirliği projelerinin etkisiyle kısa vadeli finansman yükünün Hazine’nin sırtından alındığını ifade ederek “O yüzden de Hazine kısa vadede Kur Korumalı Mevduat modelinden kaynaklanacak ek bir yükü kaldırabilecek durumdadır” diye konuştu.
Türkiye’deki ekonomik büyümeye karşın yoksulluk oranlarının artmasına ilişkin olarak ise Borotav “Türkiye Cumhuriyeti, tarihi boyunca bu yoğunlukta bir bölüşüm şoku yaşamadı. Milli gelir büyüyor ama büyük emekçi sınıfların, ücretlilerin aldığı pay düşüyorsa, bu kayıp başkalarının cebine giriyor.” ifadelerini kullandı.
Boratav, Artı Gerçek’ten İrfan Aktan’a şu demeçleri verdi:
“Kasım sonu ile Aralık arasında dolar 12 TL’den 18 TL civarına çıktı. Çok sert olan döviz krizi enflasyonu da sıçrattı. Erdoğan yeni bir faiz yükseltmesine kesinlikle karşı olduğunu açıklamıştı. Faizleri yükseltmeyen esnek bir politikayı muhtemelen Saray’daki finans uzmanları keşfetti. Fakat, Kur Korumalı Mevduat modeli sadece seçim konjonktürüne odaklı, kısa vadede işe yarayacak, palyatif bir programdır.
Kısa vade derken ne kadarlık bir süreyi kastediyorsunuz?
Takriben bir yıllık, seçim takvimi açısından işlevsel olabilecek bir program bu. Son döviz krizinin tetikleyici kaynağı doğru tespit edilmiştir. Tetikleyici kaynak yabancı sermaye değil, yerli tasarruf sahipleri, rantiyeler ve şirketlerdir. Tasarruf sahipleri diyelim onlara. Aralıkta dövizdeki tırmanma, bu çevrelerin TL’den kaçıp dövize yüklenmesiyle patlak verdi. Ya bu çevrelerin dövize geçişini yasaklayacak veya onları tatmin edecek bir formül bulacaktınız. KKM ile şirket ve şahıs mevduat getirileri döviz kuru hareketlerine endekslenip güvenceye alındı. KKM üç, altı ve dokuz aylık vadelere göre belirleniyor ve döviz kuru yüksek seyrettiğinde, aradaki farkı mevduat sahiplerine Hazine ve Merkez Bankası ödeyecek. Fark çok büyük olduğundan, bu yük son tahlilde Hazine’nin üstüne yıkılacak.
“Hazine bu yükü kaldırabilecek durumda”
Kısa vadede böyle bir sakınca yok. AKP iktidarının büyük bir titizlikle gözettiği tek neoliberal gösterge düşük bütçe açıkları ve kamunun borç yüküdür. Bu saygınlık, astronomik özelleştirmelerle ve kamu yatırımlarının kısa vadeli finansman yükünün kamu-özel ortaklığıyla Hazine’nin sırtından alınmasıyla sağlandı. Bu sayede Türkiye’nin bütçe açığı ve kamu borç göstergeleri çevre ekonomilerinin ortalama göstergelerinin altındadır. O yüzden de Hazine kısa vadede Kur Korumalı Mevduat modelinden kaynaklanacak ek bir yükü kaldırabilecek durumdadır.
Ama döviz kuru yükselmese de yoksullaşmaya devam ediyoruz…
Ukrayna bunalımı patlak vermeseydi döviz kurunun istikrarı, ekonomiyi belli bir istikrara taşımış olacak, rahatlama duygusu yaygınlaşacaktı… Öte yandan 2016’dan beri gerçekleşen büyük politika çalkantılarına, üç tane döviz krizine, tutarsız ekonomi politikalarına rağmen Türkiye ekonomisinin bugünkü konumunda kim kaybetti, kim kazandı; kritik soru budur.
“Türkiye, tarihi boyunca böyle bir bölüşüm şoku yaşamadı”
Bakın, 2016’dan 2021’in sonuna kadar Türkiye ekonomisi yıllık ortalamalar olarak yüzde 3,9 oranında büyüdü. Bu, Türkiye ekonomisinin potansiyel büyüme hızı civarında bir tempodur. Üç döviz krizi ve neoliberal reçeteleri ihlâl edilen politika çalkantıları içinde küçümsenmeyecek bir başarı söz konusudur. Ekonomi Korona yılı olan 2020’de bile yüzde 1,8 oranında büyüdü. Fakat gözden kaçırılan, özellikle emekçileri etkileyen ağır bir bölüşüm şoku pahasına… Son beş yılda yaşanan bu şokun büyüklüğünü hesaplayabiliyoruz. Gayri safi yurtiçi hasılanın bölüşüme girmeyen sabit sermaye aşınımı dışlanarak ölçülen net hasıla içinde ücretlerin payının nasıl seyrettiğini belirleyebiliyoruz.
Bu hesaplamayı yaptığınızda nasıl bir sonuca ulaşıyorsunuz peki?
Net hasılanın içinde ücretlerin payı 2016’da yüzde 43,3 iken, 2021’de bu oran yüzde 36,5’tir. Beş yılda millî gelir her yıl ortalama yüzde 4 civarında büyürken, sayıları da artan ücretlilerin milli gelirden aldığı pay nasıl olup da 6,8 puan düşmüştür? Sorulması gereken esas soru budur. Üstelik ücret ödemeleri içinde kimileri üç-dört maaş birden alan şişkin AKP kadroları, Saray bürokrasisi, ayrıca dev şirket yöneticileri gibi seçkin, yüksek gelirli katmanlar da yer alıyor.
Peki ücret payındaki erime nereye gitti?
Bütün mesele bu soru işte! Türkiye Cumhuriyeti, tarihi boyunca bu yoğunlukta bir bölüşüm şoku yaşamadı. Üstelik buna iki tane büyük bölüşüm şokunu da katıyorum.
Hangileri?
Bir tanesi Birincisi İkinci Dünya Savaşı’nın ağır yıllarında yaşandı ve o bile bugünkü kadar ağır değildi. İkinci büyük bölüşüm şoku ise 12 Eylül ve sonraki Turgut Özal döneminde emekçilerin 8 yılda yaşadığı kayıplardan oluşur. Onlar da son 5 yıllık kayıpların boyutunda değildi! Senin sorduğun soruyu herkes sormalı: Nereye, kimlere gitti bu gelir kayıpları? Milli gelir büyüyor ama büyük emekçi sınıfların, ücretlilerin aldığı pay düşüyorsa, bu kayıp başkalarının cebine giriyor.
“Ücretlilerin payından düşen, burjuvazinin cebine giriyor”
Kimlerin?
Yanıtı basit aslında. Ücretlilerin payından düşen, ücret-dışı gelir kazananların cebine giriyor! Ama daha ayrıntılı bir adres gerekli… Ayrıca bu karmaşık “ücret-dışı gelirler” toplamı içinde yoksullaştığını bildiğimiz milyonlarca çiftçi-köylü de var. Onları, diğer esnaf-zanaatkârları dışlarsak, kazançlı sınıf katmanlar iyice daralıyor. Böylece senin soruna yanıt vermek daha kolay. Burjuvazi de diyebileceğimiz kapitalist sınıfa; kârlar, faiz, kira gelirleri biçiminde intikal eden artık değer toplamı söz konusudur. “
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***