YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Musibet; insana dokunan ve sıkıntı, zorluk ve acılara sebebiyet veren her tür bela, afet, mihnet ve felaket için kullanılan bir kelimedir. Bu yönüyle çeşit çeşittir musibetler. Bu bazen hastalık olur, bazen de ölüm; bazen sel ve fırtına gibi semavî felaketler olur, bazen de deprem ve sel gibi arzî olanlar; bazen zulüm ve baskıya maruz kalma olur, bazen de açlık ve kıtlığa. Her insan, hayatı boyunca farklı farklı belâ ve musibetlere maruz kalır. Bunların bir kısmı insanın irade ve tercihlerinden kaynaklandığı gibi, önlenmesi de onun güç ve imkânı dahilindedir. Fakat insanın maruz kaldığı musibetlerin pek çoğu iradesi dışında gelişir ve önüne geçilmesi de onu aşar.
Peki, sebebi nedir ansızın insanın başına geliveren ve onu elem ve keder içerisinde bırakan bütün bu musibetlerin? Meseleye mülk aleminde cereyan eden sebep ve sonuçlar açısından yaklaşacak olursak elbette her bir musibetin kendine özel nedenleri olduğunu görürüz. Mesela hastalıkların sebeplerine baktığımızda bunun bazen virüs ve bakteriler, bazen yetersiz beslenme, bazen de anne-babadan miras alınan genetik özellikler olduğu görülür. Aynı şekilde fay hatlarının kırılması depremlere, aşırı yağan yağmurlar da sellere yol açar. Keza her bir zulüm ve mağduriyetin, baskı ve zorbalığın, eziyet ve işkencenin arkasında da hak hukuk bilmez zalim ve müstebitler vardır.
SEBEPLERE BAĞLILIK
Hikmet yurdunda yaşayan ve sebeplerin bağrında yaratılan insana düşen öncelikli vazife de meydana gelen olayların bilimsel yasalarına ve nedenlerine odaklanmaktır. O, alınacak bütün tedbirleri almak ve sebeplere milimi milimine riayet etmek suretiyle meydana gelmeden önce musibetlerin önüne geçmeye, meydana geldikten sonra da ortadan kaldırmaya veya şiddetini azaltmaya çalışmakla mükelleftir. Örneğin siyasi ve iktisadi gücü elinde tutan elitlerin, kitleleri sömürdüğü ve muhalifleri ezdiği bir toplumda yapılması gereken; her tür zulüm, zorbalık ve istibdada karşı savaş açmak suretiyle bütün vatandaşların temel hak ve özgürlüklerinin korunabildiği sosyal ve siyasi bir düzenin kurulmasına gayret etmektir.
Vadi yataklarında yapılaşmaya izin veren veya malzemeden çalan müteahhitlere göz yuman bir hükümetin olası bir deprem neticesinde meydana gelen büyük yıkım ve kayıp karşısında bir kısım metafizik açıklamalarla halkı teskin etmeye çalışması din istismarından başka bir şey değildir. Yine temizlik ve beslenmesine dikkat etmeyen veya koruyucu hekimlik adına yapılması gerekenleri yapmayan bir insanın hasta olduktan sonra meseleyi Allah’a vererek işin içinden sıyrılmaya çalışması kendini aldatması demektir. Şayet salgın bir hastalık karşısında devlet tarafından yeterli tedbirler alınmadığı için ölüm sayıları çoğalıyorsa, kimse kadere sığınarak sorumluluktan kurtulamaz.
Kısacası iman ve kader anlayışı, tembelliğin ve sorumluluktan kaçmanın bir bahanesi olamaz/olmamalıdır. Mü’min olmanın öncelikli gereği; düşünerek, çalışarak, didinerek, planlayarak, tedbir alarak her tür musibetle mücadele etmektir. İster insan eliyle isterse tabiat olaylarıyla hâsıl olsun, meydana gelen her tür belâ ve musibetin arkasında yatan maddî sebepleri inceden inceye tetkik etmeli ve bunların bir daha tekrarlanmaması adına ne yapılması gerekiyorsa yapmalıdır. Şayet bunların arkasında birilerinin kasıt ve ihanetleri veya kusur ve ihmalleri söz konusuysa, bunu da bulup çıkarmak ve hesap sormak yine mü’minin vazife ve sorumlulukları arasındadır.
Biz biliyor ve inanıyoruz ki belâ ve musibetler de dâhil meydana gelen bütün olaylar kaderdir. Fakat Yüce Allah, kader kitabını, insanların irade ve tercihlerini göz önünde bulundurarak yazmıştır. Kader insanı icbar altında bırakmadığı gibi, onun fiillerini hürriyet içerisinde gerçekleştirmesine de mâni olmaz. İnsan, ne şuursuzca rüzgârın önünde sürüklenen bir yapraktır ne de denizin dalgaları arasında sağa sola yalpalayan bir odun parçası. O, akıl ve irade sahibi şuurlu bir varlıktır. Böyle olduğu içindir ki dünyada yaptığı küçük-büyük her bir amelin ahirette hesabını verecek ve buna göre mükâfat görecek veya cezaya maruz kalacaktır. Bu sebepledir ki kader ve tevekkül anlayışı hiçbir şekilde sorumluluk ve hesaptan kaçmanın, tembellik ve miskinliğe sığınmanın mazereti olamaz.
YANLIŞ KADER ANLAYIŞI
Maalesef bazıları yanlış iman telakkilerinin bir neticesi olarak Allah’a inanan bir insanın, kılı kırk yararcasına sebeplere ve “tabiat yasalarına” riayet etmesini kadere ve tevekkül inancına aykırı görebiliyor. Halbuki Allah Resûlü (s.a.s) tevekkülü soran bir sahabeye, “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et!” (Tirmizî, Kıyame 60) buyurur. Şam’da veba salgını olduğunu öğrenen Hz. Ömer, oraya girmekten vazgeçip geriye dönmeye niyetlenince sahabeden bazıları, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” der. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Evet, Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine kaçıyorum!” şeklindeki enfes cevabıyla sebeplere riayet etmenin de kader olduğunu ifade eder. Kur’an da insanın ancak çalıştığının karşılığını alabileceğini belirtmek suretiyle onu sa’y ve gayrete teşvik eder. (Necm sûresi, 53/39)
Öte yandan sebeplere bağlılık hem Allah’a karşı saygılı olmanın bir gereğidir hem de O’na yapılmış fiilî bir duanın ifadesidir. Bediüzzaman Hazretleri de, “Cenab-ı Hak, sonuçları sebeplere bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz etmiş. Ve her şeyi, o nizama riayet etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba riayet etmeye ve bağlı kalmaya mükellef kılmıştır.” (İşârâtü’l-İ’caz, s. 18) şeklindeki sözleriyle insanoğlunun sebeplere bağlı kalmasının bir mükellefiyet olduğunu ifade etmiştir.
Bediüzzaman, başka bir yerde ise tembelliğin bahanesi olan ve sebepler dizisini reddeden teşebbüssüz tevekkülün, kâinatı tanzim eden iradeye karşı temerrüt olduğunu ifade etmiştir. (Münazarat) “İnsanların sosyal hayatında bir çığır açan, eğer kâinattaki fıtrat kanunlarına uygun hareket etmezse, hayırlı işlerde ve ilerlemede başarılı olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.” (Lem’alar, s. 213) sözü de yine ona aittir.
Bütün bu açıklamalar da göstermektedir ki belâ ve musibetlere insan iradesini nefyedecek ölçüde sadece kader anlayışıyla yaklaşmak büyük bir yanılgıdır. Maalesef yanlış kader ve tevekkül anlayışının faturası, Müslümanlara çok pahalıya mâl olmuştur. Müslüman ülkelerde yaşanan kazaların, sakatlanmaların, afetlerin hem sayıca daha fazla hem de sonuçları itibarıyla daha tahrip edici olmasında da maalesef bu yanlış tevekkül anlayışının izlerini görmek mümkündür. Ölümün ve kaderin değiştirilemeyeceği inancıyla emniyet kemeri takmayı reddeden bir zihniyetin, kâinat kitabını layık-ı vechiyle okumasını, tabiatın bağrında gizlenen yasaları keşfetmesini, sosyal hayatta geçerli olan sünnetullaha vâkıf olmasını, bilimlerin dilini çözmesini, akıl ve mantığın hakkını vermesini beklemek beyhudedir.
RIZA, TEVEKKÜL VE SABIR
İnançlı bir insanın, yapacağı her işte ciddi bir gayret ve cehtle tüm sebeplere riayet etmesi, başarı ve muvaffakiyetin önemli bir şartı olduğu gibi; sebeplere hakiki tesir vermemesi ve onlara riayeti fiilî bir dua sayarak neticeyi Allah’tan beklemesi de imanının bir gereğidir. Aynı şekilde aldığı tüm tedbir ve başvurduğu bütün çarelere rağmen belâ ve musibetlerin pençesine düşen ve bir türlü bundan kurtulamayan bir insanın, maruz kaldığı sıkıntıları rıza ve tevekkülle karşılaması, kurtuluş nasip etmesi adına dua dua Allah’a yalvarması ve O’nun yardımı gelinceye kadar sabretmesi de kulluğun gerekleri arasındadır. Kur’ân da çok sayıda ayet-i kerimede darda kalan insanın nasıl Allah’a yalvardığını ve sığındığını ifade eder.
Hususiyle sebeplerin külliyen sükût ettiği ve bütün çarelerin tükendiği anlarda, kadere iman ve tevekkül, insan açısından öyle büyük bir güç ve kuvvet kaynağıdır ki, onun yerine ikame edilebilecek başka bir alternatif yoktur. “Kadere iman, kaygı ve üzüntüyü giderir.” (Münavî, Feyzu’l-kadîr, 3/187) hadisi de kadere imanın insan açısından nasıl teselli edici ve rahatlatıcı bir yönü olduğunu ifade eder. Dolayısıyla kadere iman eden, kederden emin olur. Bediüzzaman Hazretleri de insan açısından tevekkülün önemini şöyle izah eder: “Aklını başına al, tevekkül et! Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekâvet-i uhreviyeden ve tazyikât-ı dünyeviye hapsinden kurtarır.” (Sözler, s. 335)
Makalenin başlığında sorulan “Musibetler kader mi?” sorusuna dönecek olursak şunları diyebiliriz: Âyetin açıkça beyan ettiği üzere Allah’ın ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. (En’âm sûresi, 6/59) Dolayısıyla sosyal hayatta veya kâinatta cereyan eden tüm olaylar Allah’ın bilgisi dâhilindedir, yani kader kitabında yazılıdır. O halde musibetler de kaderdir. Fakat buradaki kader, insan iradesini etkisiz hâle getirmediği gibi, onun hürriyetini de elinden almaz. Bu, tamamıyla Allah’ın ilmiyle ilgili bir meseledir. Bu sebeple kader inancı hiçbir şekilde insanın alması gereken tedbirlere, riayet etmesi gereken sebeplere, başvurması lazım gelen çarelere engel değildir. Engel gören kişi, hem tembellik edip sorumluluklarını yerine getirmediği hem de yanlış bir akideye sahip olduğu için bunun hesabını Allah’a verir.
Bununla birlikte sevimsiz ve can sıkıcı neticelerle karşı karşıya kalan, bunlar yüzünden acı ve ıstırap çeken bir insanın “Kaderimizde bu varmış!”, “Olanda hayır vardır.”, “Allah’ın takdirine rıza gösterilmelidir.” gibi ifadelerle kadere sığınmasında hiçbir mahzur yoktur. Mahzur olma bir yana böyle bir tavır Allah’a imanın ve itimadın bir gereğidir. Yeter ki o, bu sözleriyle irade ve tercihleri göz ardı etmesin, hata ve kusurların üzerini örtmesin, ders ve ibret almanın önüne geçmesin.
Allah’ın sebepleri icraat-ı sübhaniyesine bir perde yaptığına, yaşanan hâdiselerin sadece maddî ve formel sebeplerle açıklanamayacağına ve bu sebeplerin arkasında işleyen çok farklı hikmetlerin olduğuna iman eden bir mü’mine düşen vazife, elbette tüm belâ ve musibetleri sabır ve rızayla karşılamasıdır. Zira bu sayede o, hayatını acılaştıran ve dünyasını karartan musibetler sayesinde günahlarından arınabilir, sevaplarını artırabilir ve ahiretini aydınlatabilir. Efendimiz’in (s.a.s) beyanları içerisinde, bazen kul, ibadet ve taatiyle ulaşamayacağı mânevî mertebelere musibetler karşısında göstereceği sabır, rıza ve tevekkülüyle ulaşabilir. Bir hadiste şöyle buyurulur: “Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve ayağa batan dikene varıncaya kadar Müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” (Müslim, Birr 14)
MUSİBETLERİN HİKMETLERİ
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere meydana gelen hâdiselerin maddî ve zahirî sebeplerinin yanında bir de mânevî ve bâtınî sebepleri vardır. Hatta Bediüzzaman bunlara “hakikî sebepler” der. Zira sebeplere de sonuçlara da nihaî anlamda varlık kazandıran Müsebbibü’l-Esbab ve Fâil-i Hakikî olan Cenâb-ı Hak’tır. Sebeplerin asıl görevi, Allah’tan gelen emir ve talimatları yansıtmak ve tatbik etmektir.
Kur’an-ı Kerim, insanın yapmış olduğu amellerin dahi Allah tarafından yaratıldığını haber verir. (Saffât sûresi, 37/96) Yani insan iradesiyle bir meyil ortaya koymakta, Allah da buna göre neticeleri yaratmaktadır. Dolayısıyla en nihayetinde her şey O’nun kabza-ı tasarrufundadır. Kâinatta kör tesadüfler hâkim olamaz. Her şeyde bir nizam ve intizam bulunduğuna, her bir varlık önemli hedefleri gerçekleştirme istikametinde hareket ettiğine göre bütün bu oluşumlarla, dönüşümlerle Allah’ın bize anlatmak istediği manalar, hakikatler vardır.
Belâ ve musibetleri de bunun dışında göremeyiz. Nitekim bir âyette açıkça şöyle buyrulur: “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!” (Bakara sûresi, 2/155) Başka bir ayet-i kerimede insanların başına gelen musibetlerin sebebi olarak onların işlemiş oldukları günahlar gösterilir. (Şurâ sûresi, 30/30)
Bu itibarladır ki mü’min belâ ve musibetlere sadece maddî ve pozitif bir bakış açısıyla bakmaz; bunun yanında mutlaka meseleye kader ve küllî irade açısından da yaklaşarak onları hikmet penceresinden değerlendirmeye çalışır. Onun Allah’la ilişkisi ve kulluk mükellefiyeti, Allah’ın belâ ve musibetler vasıtasıyla vermek istediği mesaj ve ikazları anlamayı da gerektirir. Bu sebeple musibetler bir taraftan sabır, rıza ve dua vakitleri, diğer yandan da tefekkür ve muhasebe zamanları olarak görülmelidir.
Bazı ayetlerde, maruz kalınan musibetlerin sebebi olarak insanoğlunun işlemiş olduğu günahlar gösterilse de, konuyla ilgili ayet ve hadislere bütüncül yaklaşıldığında daha farklı sebeplerin olduğu da görülür. Hata ve günahlara kefaret olma, tevbe ve istiğfara sevk etme, ülfet ve gafleti dağıtarak mü’minlerin yüzünü yeniden Allah’a döndürme, samimi mü’minlerle münafıkları birbirinden ayırma, kibir ve gurura kapılan insanoğluna acziyet ve zaafını hatırlatma da ilgili naslardan çıkarılabilecek hikmetlerden bazılarıdır.
Hatta hayatı yeknesaklıktan kurtarması, insanı olgunlaştırması, onu ileride karşılaşılması muhtemel daha büyük problemlere hazırlaması, azimleri bilemesi, çeşit çeşit sıkıntılara maruz kalmış büyük zatların halini anlamayı kolaylaştırması, dost ve düşmanların gerçek yüzleriyle tanınmasına fırsat tanıması, dünya-ahiret dengesini doğru kurabilme adına insanı bir kere daha tefekküre sevk etmesi, musibete maruz kalan kullarının sebat ve metanetini başkalarına göstermesi gibi daha başka sebep ve hikmetlerin üzerinde durulması da mümkündür.
Dolayısıyla belâ ve musibete maruz kalan kimselere “Allah onları hatalarından ötürü cezalandırıyor” şeklinde bakılması doğru değildir. Hatta bu bir çeşit suizan ve atf-ı cürüm olacağı için insanı günaha sokar. Herkes kendisi hakkında böyle düşünebilir, düşünmelidir de. Fakat başkaları hakkında asıl olan hüsnüzandır, yaşananları güzele yormaktır. Mü’min, maruz kaldığı olumsuz durumlar karşısında ne kaderi tenkit etmeli, ne de kesin bilgisi olmadığı konularda başkalarını suçlamalıdır. Bilakis o, bu tür zor durumlarda yukarıda verilen ölçüler çerçevesinde kendi muhasebesiyle meşgul olmalı ve maruz kaldığı zorluk ve meşakkatleri dünyevî ve uhrevî hayatı adına daha kazançlı hâle getirmenin yollarını araştırmalıdır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***