Karların siyah boşlukta savrularak uçuştuğu o gece, kalabalık peronlarda sıkışan insanların birbirlerine çarparak kaçıştığı “kayıp zamana” gidiyorum. Onlar birkaç saat evvel 21.yy’da bombalanmış bir şehirden kaçmaya çalışan geleceğin yurtsuzları, mültecileri değil.
Neredeyse bir asır evvel aynı coğrafyadaki bir tren garında, ülkenin tüm şehirlerinden gelen vagonlar, sürgüne gönderilecek veya kurşuna dizilecek insanları taşıyor. Öteki şüphelileri, muhalifleri aynı vagonlara doldurup Sibirya’ya ne zaman götüreceklerini henüz kimse bilmiyor. Vladiskov’un yakınındaki bir toplama kampında kalan insanlar aylardır gökyüzünü görmeden yaşıyor.
Parmaklarımın arasındaki sigaradan dağılan mavi halkalar ayaza karışırken onu ürpererek izliyorum. Uzun sakalları soğukta donmuş. Gözleri buz kırığı yıldızlarla hâlâ ışıldıyor. Hayatta kalabilmek için görünmez olması gerektiğini öğreneli çok olmuş. Bu yüzden beni görmemiş gibi davranıyor.
Yasaklı şiirlerini unutmamak için yorgun hafızasının kuytusunda biriktiriyor. Vakti geldiğinde onları saklayabilecek arkadaşlarına gönderecek. O insanlardan bazıları daha sonra bu nedenle sürgüne gönderilecek ya da kurşuna dizilecek.
Geceleri donmuş ağaçlara doğru üflediği mısraları ezberleme takıntısı onu yormuş. Şiirleri hatırlandığı sürece ölmeyeceğine inanıyor. Sevdiği Çaykovski’nin kutsal senfonisi kelimelerine eşlik ediyor. Şiirinin karanlığı yırtan sesi, son anına kadar eşlik eden kâbuslarına, kurşun seslerine, rutubetli odalardaki fısıltılara, eskimiş pençelerininin buzu delen takırtısına karışıyor. Onu hissedebiliyorum. Hasta kalbinin düzensiz atışlarını işitiyorum. Mırıltılarını anlamaya çalışıyorum. Sesi parçalanmış bir zamanın ruhundan geliyor;
“Yaşıyoruz ama hissetmiyoruz artık bastığımız toprağı.
On adım öteden duyulmuyor konuştuklarımız.
Oysa ne zaman iki çift laf edecek olsa birileri,
Kremlin’in dağcısını anmadan edemiyorlar.
Parmakları kalın tırtıllar gibi…”
Bir şiir insanın hayatını değiştirebilir mi?
“Mandelştam aylardır şilte olarak kullandığı ahşap plakaya uzanmış hâlâ hayatta olup olmadığını soruyor kendine. İlk ay bittikten sonra artık günleri saymadı…47 yaşında ama iki katı yaşlı gösteriyor.”
‘Mandelştam’ın Son Günleri’ bu cümlelerle açılıyor. Lübnan doğumlu yazarı Venus Khoury-Ghata, şairin son yıllarını geriye dönük hatıraları ve tanıkların bakışlarıyla biyografik bir anlatıyla dönüştürmüş.
Mandelştam’ın Stalin için yazdığı şiir henüz yayınlanmadan hayatını mahvediyor ve onu bir toplama kampındaki ölümüne kadar takip ediyor. Aynı zamanda şair olan Ghata, Stalin rejiminin zorbalığının yanısıra, bir şairin geleceğe bıraktığı tohumların canlanışını ve hayatı boyunca maruz kaldığı zulme rağmen yazma inadının anlamını tasvir ediyor. “Bir şiir insanın hayatını değiştirebilir mi” sorusunun peşinde dolaşırken, içselleştirilmiş sözün toplumu ve muhtemel okuru etkileme sürecini de hatırlatmak istemiş.
Rejime biat eden çağdaşlarının, dostlarının, Yazarlar Birliği üyelerinin ihanetine rağmen, şiirlerini çeviren Celan, Brodsky ve ortadan kaldırılışından otuz yıl sonra şiirlerini yayınlatan karısı Nadejda sayesinde hayata dönen şair, bugün Rus şiirinin önemli şairlerinden biri olarak anılıyor.
Karısı Mandelştam’ın sürgün yıllarında yazdığı, şairin en verimli eserleri olarak görülen şiirlerini ezberleyerek saklamak zorunda kalıyor. Bu çabasını öğrendiğimde şiirin kristalize olmuş özü bu incelikte saklı, dediğimi hatırlıyorum. Üç kez tutuklanan şairin ikinci tutukluluğu sırasında bir tekstil fabrikasında çalışan Nadejda, şiirleri dağıttığımız arkadaşlarımızın korkup onları yakması ihtimaline karşı onları ezberliyorum” diyordu anlılarında.
‘O katilin ve insan yiyenin’
Khoury-Ghata, novellasında bunları kendi diline tercüme ederek aktarıyor;
“Nadejda şiirleri kopyalıyordu. Nadejda şiirleri köşe bucak saklıyordu. Dağıtıyordu…Daha yayımlanmamış bir şiirin insanı sürgün ettiğine nasıl inanılır ki?
‘Kremlin’in dağcısından başka kimsenin sesi duyulmuyor
O katilin ve insan yiyenin…’
Bu iki dize ağızdan ağıza dolaşıyordu. Onaylansın ya da onaylanmasın, yazarı bunu hayatıyla ödeyecekti.”
Pencereyi hiddetle kırbaçlayan kar fırtınasına soruyordum kitabı okurken; Neden vazgeçmedi? Neden henüz gün ışığına çıkmamış bir şiir uğruna sonu belli olan bir “savaşa” razı oldu? Dönemin muhaliflerinden farkı sadece şiirle itiraz etmiş olması değildi. Rejime çağdaşları gibi biat etmemenin cezasını da ödüyordu.
“İnlerinde iki hayvan. Mandelştam ve Nadejda yiyecek bir şey bulduklarında yemek yerlerdi; oysa Pasternak çiftinin gerçek yemekleri, gerçek sofraları, halıları, perdeleri ve çocukları vardı, oysa rejimin tanıdığı şairler takım elbise giyer, şöförlü arabada gezer, gerçek dairelerde otururlardı.”
Sonuna kadar destek olan şair arkadaşlarından biri olan Anna Ahmatova, baskın gecesini anlatırken “Arama bütün gece sürdü” diye yazmıştı. “Şiir arıyorlardı ve sandıktan dışarı atılmış el yazılarına rastladılar. Hepimiz bir odada oturuyorduk. Çok sessizdi. Onu sabahın yedisinde aldılar.”
Figes sonrasını, “Rusya’nın Kültürel Tarihi”nde yorumluyor: “Sorgulama sırasında Mandelstam, doğruca Sibirya’daki çalışma kamplarına gönderilmeyi beklemesine neden olacak Stalin şiirini saklamaya çalışmadı. Ama Stalin, ‘hayatta kalması ancak tecrit edilmesi’ emrini verdi. Bu safhada şairin ölüsü canlısından daha tehlikeliydi. Buharin araya girmiş, Stalin’i “Şairler her zaman haklıdır, tarih onlardan yana” diyerek uyarmıştı.”
Daha sonra Mandelstam’ın yazılarının arasından mektubu çıkınca davası ağırlaşmış ve o da sıradan bir komplocu gibi kurşuna dizilmiş. Karlar savrulurken “Şairler her zaman haklıdır, tarih onlardan yana” cümlesini Mandelştam’ı öldüren şiiriyle tekrarlıyordum;
“İnce boyunlu adamları sarmış çevresini,
bu insan bozuntularının soytarılıklarıyla oyalanıyor.
Biri ıslık çalıyor, bir miyavlıyor, biri inliyor.
Yalnız o, parmağını sallayarak kükrüyor.
İnsanın karnına, alnına, şakağına, gözüne
nal fırlatır gibi durmadan emirler yağdırıyor.
Bu geniş omuzlu Kafkas Kocası, tatlı bir meyve gibi
dilinin üstünde yuvarlıyor her idam kararını.”
Aydınlar peş peşe kurşuna diziliyordu
Onu yalnız bırakan arkadaşlarından, Sovyet Yazarlar Birliği’nden para ve iş istemek zorunda kalan, yiyeceğe, kıyafete ulaşamayacak kadar yoksul düşen, Stalin kâbuslarından kurtulamadığı için deliren ve sürgüne gönderildiği Çerdin’de intihara teşebbüs eden şair, neden henüz yayınlanmamış o şiiri saklamadı?
Karısına göre o daha en başından itibaren Sovyet edebiyatından dışlanmıştı. Onu almaya geldiklerinde dostlarına ölmeye hazır olduğunu söylüyormuş. Sonun başlangıcı olan bu direnişin yegâne sebebi sıradan bir cesaret değil. Stalin’e mektup yazacak olan Romain Rolland sayesinde son âna kadar kaderinin düzeleceği hayaliyle avunduğu da rivayetler arasında.
Pasternak’ın karısı Zina, Mandelştam’ın kocasına yazdığı mektupları yırtıp “Sürgüne gitmeme ve kurşuna dizilmeme şansın var” demiş bir karşılaşmalarında.
Ghata dönemin iklimini aktarıyor;
“1937 kışında aydınlar peş peşe kurşuna dizliyordu.
Tutuklamalar hep akşam saat altıda yapılırdı.
Mandelştam’ın ödünün patladığı saat.
Sinirleri bozulur, boğuluyormuş gibi olurdu.”
Ölümlerin en kötüsü, düşüncenin ölümü, diyen şair, istekleriyle arkadaşlarını bezdirdiği halde neden rahat bir yaşam sürmek için rejime taviz vermemişti? Düşüncelerini öldürmemek için mi?
Bu müphem sorunun bakış açısına göre değişen cevapları olabilir. Aradığım işaret okuduğum kitapta yoktu. Hikâyenin çarpan kısmını Mandelştam’ın başka bir cümlesinde buldum.1930’da arkadaşlarına söylemiş;
“Şiire sadece bu ülkede saygı duyuluyor. Ve başka hiçbir yerde şiir için daha fazla insan öldürülmemiştir.” Bu ironik açıklamanın acıtan manasını tarihsel bir bakışla kavramanın her şeye rağmen insanı güçlendiren bir yanı da var.
Bugünden bakıldığında bir asır evvel olanlar çok yakın, on beş gün önce başlayan savaşın tahribatı uzak görünebilir. Zamanın tuhaf yankılarını duyuran olaylar, yazı sanatının da ömrünü belirleyen ölçülerle iç içe geçebiliyor. Şiir de zaman gibi uzuyor, büzüşüyor, genişliyor, esniyor, büyüyor bazen eriyip gidiyor, bazen de coşkulu bir nehir misali çağlayarak sonsuz yolculuğuna devam ediyor.
Mandelştam’ın kişisel tarihini oluşturan tanıklıklarla şiirinin kesiştiği anlar, onun neden geleceğe kaldığını da açıklıyor;
Sürgün olarak gönderildiği Voronej’ten Moskova’ya döndüğünde para yardımından sorumlu olan Gorki onunla görüşüyor. Üstündeki kıyafetler eskimiş olduğu için, ona bir gömlek ve pantolon veriyor, biraz düşündükten sonra pantolon vermekten vazgeçiyor. Onu ve şiirini küçümsüyor. Şair Moskova sokaklarında iç donuyla dolaşmak zorunda kalıyor.
Mandelştam, toplama kampında kendisini taş taşımaktan kurtaran koca adamı düşündüğünde ağlıyor. Ona teşekkür etmek için ilk kitabı ‘Taş’tan ona dizeler okuyor. O kitap 40 yıl sonra ‘Trista ve Diğer Şiirler’ başlığıyla yayınlanıp okuruna kavuşuyor.
Tabut yok, mezar taşlarında isim yok
O korkunç günlerde yaşanan ve ne işe yaradığı tam hissedilemeyen “tarihi anların” vakti geldiğinde çok boyutlu hikâyelere dönüşmesinin bir anlamı olmalı. Şiiri, yazıyı zamanın kuytusunda saklayıp sonradan yücelten sihir orada gizli.
Yasaklı oldukları için komplocular gibi fısıldayarak konuşan ve birbirlerine şiirlerini fısıldayan Anna Ahmatova ve Mandelştam’ın tarihin geniş atlasındaki küçücük bir ânını düşünüyorum hoyratça savrulan karlara bakarken. “Neden hayatım boyunca dolaşmam gerekiyor” diyor şair.
O bu soruyla birlikte hapisten toplama kamplarına sürülürken aramalar, tutuklamalar, infazlar neticesinde 700 bin kişi ölüyor. Stalin’in organize ettiği kıtlıkla bir o kadar kişi daha ölüyor. İnsan hep öldürüyor. Şiir hiç ölmüyor.
Yirmi altı yıl sonra, onun gibi acı çeken başka bir şair Paul Celan, bir şiir kitabını (Hiç Kimsenin Gülü) ona adıyor. Ben bunları yazarken yeni diktatör başka insanları öldürüyor. “Dünya öldü ama henüz bilmiyor. Dönmeye devam ediyor” diyor Mandelştam. “Kurşuna dizilenlerin yerini yeni şüpheliler alır” diyor Ghata.
“Tabut yok, kefen yok, mezar taşlarında isim yok. Babaları tutuklanan çocuklar, kendi canlarını kurtarmak için babalarını tasvip etmediklerini haykırıyorlar. Bu iğrenç sahnelere tanık olmamak için Mandelştam kulaklarını tıkardı…Mandelştam’ın güve yemiş ekoseli battaniyesi çiftin gerçek evi olmuştu. Orada şiirleri hatırlayabiliyor, sırayla bir bölümünü okuyabiliyor ve hatırlayamadıkları bir dize olduğunda alfabenin tüm harflerini sıralıyorlardı.”
Kar kristalleri ağaçları süslerken battaniyemin altına sokulup, vaktiyle yastığın içine saklanmış olduğunu hayal ettiğim şiirlerinden birini kendime fısıldıyorum;
“Nasıl dehşet verici bir şey yaşamak zorunda olmak
Bir ağaç yaprağı gibi havalanmak
Ya da isimsiz bir taş gibi suya batmak”.
‘Ve ölüm gelecek mi bir gün?’
Mandelştam toplama kampında şiirlerini okurken aklı biraz yerine geldiğinde, alkış sandığı seslerin ekmek isteyenlerin protestosu olduğunu fark ediyor. Karısı Nadejda Sibirya’ya zorunlu geçiş yeri olan istasyonda şairi arıyor. Bir kağıt parçasına karalanmış tek bir söz bulmak, hayatta olup olmadığını öğrenmek için peronları arşınlıyor. Sonradan “Stalin, sütün üzerindeki kaymağı alır gibi ülkenin kaymağını alıyordu” yazıyor anılarında.
Bir toplu mezara atılan Mandelştam ve yıllar boyunca Vladivostok aktarma kampından sağ çıkanları, kocasının ölümüne tanıklık edenleri bulmak için ülkeyi karış karış gezen Nadejda’yla 1938’deki karlı bir ölüm gecesinde buluşuyorum. Zaman akmıyor, uzamıyor, büzüşmüyor. Mısralar karlarla savruluyor.
“Öldüğünde kollarını yukarıya doğru uzatmıştı, diyecekti kamptan sağ kurtulan biri Nadejda’ya; O buz gibi Aralık ayında toprağın donmuş olması ve mezar kazanların ellerinin soğuktan küreğe yapışması nedeniyle, cesedi gömülmeden önce bir gün boyunca toprağın üstünde bekletildi.”
Nadejda, otuz yıl sonra onun iade-i itibarı için mücadele ederken hücreden hücreye dolaşan albümlere denk geliyor. Birinde ölüm mahkûmları duvara onun mısralarını kazımış.
“Gerçekten hayatta mıyım?
Ve ölüm gelecek mi bir gün?”
Başımı pencereyi dayamış kar fırtınasını izlerken çelimsiz vücuduyla yürürken görüyorum onu. Uzun sakalı ve eskimiş bastonuyla arkadaşlarının vicdanını sızlatan Mandelştam, şiirini bu kez sadece bana okuyor;
“Bir taş yuvarlandı ve vadide kaldı
Nasıl düştü? Bunu kimse bilmiyor burada
Kendisi mi kopardı kendisini dağın tepesinden
Yoksa bilinçli bir el tarafından mı atıldı…”
Mandelştam Gulag’da öldürülmeden önce söylemiş; “Tarihin amacı, tüm insanlar zamanın peşine düşüp ona egemen olmaya çalışırken kardeş ve yoldaş olabilsinler diye, zamanı yekpare tutmaktır.”
* Osip Mandelştam’ın itibarının iadesi (hukuki süreç) yarım yüzyıla yayıldı. Onu esas yaşatacak olan şiirlerinin, yazılarının, resimlerinin okuruna, izleyicisine kavuşmuş olması elbette.
* Mandelştam’ın Son Günleri – Venus Khoury-Ghata, Çev: Ayşenaz Cengiz / Yapı Kredi Yayınları
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***