Esra ÇİFTÇİ
+GERÇEK – Türkiye’de sol hareket içinde ‘68liler ve ‘78’liler üzerine çok konuşuldu. Nabi Kımran ise ‘87’lileri hatırlatıyor, yani siyasi sosyalleşmesini 12 Eylül rejiminden çıkış döneminde, 1980’lerin ikinci yarısında yaşayan kuşağı. Kitap, gri bir ara dönemin bahse değmez “nesnesi” gibi görülen, daha doğrusu genellikle pek görülmeyen bu kuşağın yaşam, eylem ve duygu dünyasını anlatıyor. Onların özlemleri ve cesaretleriyle, büyük kayıplar vererek yürüttükleri mücadeleleri hatırlıyor ve hatırlatıyor. Bu “kayıp” görülen kuşağın temsilcilerinin 1990’lardaki ve 2000’lerdeki macerasının da izini sürüyor.
Başta öğrenci hareketi olmak üzere, 12 Eylül darbesini izleyen on yılın atmosferi hakkında canlı bir tanıklık.
‘GEÇMİŞLERİNİ TÜKETENLER, GELECEKLERİNİ DE TÜKETİRLER’
Kitabın ismiyle başlayalım mı? “Ne geçmiş tükendi ne yarınlar” neden bu isim?
Sosyalizm, köklü bir akımdır memleketimizde. İnişleri çıkışları olabilir, bugün güçsüz olduğu açıktır, fakat nehrimiz hiç kurumadı, etrafına bereket taşıdı daima. Ardında bıraktığı moral-manevi değerler, engin tecrübeler ve ölümcül hatalarla hazine değerinde birikimlere yüklü bir akıştır bu. Geçmişin anlamı hakkında yukarıdaki türden cümleleri geleceğini sosyalizmde arayanlar kurabilirler ancak, yoksa “pöh!” der geçersiniz. O halde kitabın adını tersten de yazabiliriz: Geleceklerini tüketenler geçmişlerini de tüketirler. Sevgili Murathan Mungan’a 80’lerin ortasında yukarıdaki dizeleri yazdıran bakış, arayış, müthiş edebi yetenek ve mana iklimi, bugün de yakıcı bir ihtiyaç olarak dayatıyor kendini. Ardımızda bıraktıklarımızdan beslenen ve bugünün çoraklığını bahar rüzgarları gibi süpürüp atacak bir atılım, daha nice şiirlere, ezgilere esin kaynağı olacaktır. Bana sadece tüm kalbimle inanarak tekrarlamak düşer: Evet ne geçmiş tükendi ne yarınlar!
’92’YE GELEN SÜRECİ HEM SIRTLANDIK HEM DE MÜTHİŞ İMKANLARI HEDER ETTİK’
Kitap 87 kuşağını anlatıyor. Kimlerdir bu 87 kuşağı?
Eylül 1980 askeri faşist darbesinden sonra mücadeleye atılan kuşaktır. 70’lerden derinden etkilendiler. Fakat somut bir varlık olarak görünür olmaya başladıkları tarih, 1985’te hemen tüm üniversitelerde öğrenci derneklerinin kurulmaya başlandığı zamana işaretlenebilir. Bu kuşağı 1985-1991/92 arasına ve salt üniversiteyle sınırlı bir mücadele dönemine hapsetmek isteyen anlayışlara katılmam. Evet, üniversitede süren mücadele gerçekten de 91-92’de kırıldı. Ve 90’lı yıllarda daha önceki 30 yılda görülmeyen yeni bir olgu çıktı ortaya. 1960-90 arasında devrimci öğrenci hareketi, işçi-emekçi hareketleriyle atbaşı gitti, hatta yer yer öne çıktı. 1992’den sonra ilk kez bu yapı değişti. Somut konuşalım, örneğin Türkiye’yi sarsan ve aşağı yukarı iki yıl boyunca etkili olan 1995 Gazi başkaldırısı güçlü bir devrimci öğrenci hareketini bulamadı omuz başında. Elbette katıldılar dönemin öğrencileri ve gençlik grupları olaylara, fakat bu katılım önceki dönemlerde olduğu gibi güçlü, etkili bir varlık olmaktan uzaktı. Öte yandan salt dışındaki toplumsal hareketlere katılımı-etkisi bağlamında değil, kendi özgül alanında, üniversitede de cılız bir hareket çıkar karşımıza bu yıllarda. Hiç kimseyi suçlamaya gerek yok, suçlu aranacaksa önce bizim döneme bakmak gerek: 92’ye gelen süreci hem sırtlandık hem de müthiş imkanları heder ettik, 92’den sonra üniversiteye gelenlere bıraktığımız miras budur. Türkiye devrimciliğinin meziyetlerinin de kahredici yetmezliklerinin de en berrak izlenebileceği alan devrimci gençlik hareketidir. Demek ki devrimci hareketin kabiliyetlerinin izinin sürülebileceği en rafine alan olan gençlik hareketinin, yani bizlerin kabiliyeti de bu kadarmış.
‘GENÇLİK HAREKETİ 1992’DE KIRILDI’
Gençlik hareketinin 1992’deki kırılması, neredeyse bugüne dek telafi edilememiş ağır bir sorun/boşluk bıraktı ardında… Elbette gençlik eylemleri eksik olmadı, son olarak Boğaziçi parlak bir örnektir. Fakat süreklilik, istikrar ve etkililik bakımından 1960-90 aralığında olduğu türden -her on yılın farklılık ve özgünlükleri saklı olmak kaydıyla- bir gençlik hareketi bir daha inşa edilemedi. Öte yandan 1985-92 döneminde yetişen kadrolar, dönemin öğrenci hareketindeki gerilemenin aksine, bütün toplumsal mücadelelerde ve tüm mücadele türlerinde son derece etkin, kadro gücü bağlamında da kurucu-omurga denebilecek bir rol oynadılar. Buna da tarihin ironilerinden biri deyip geçelim. Bizim kuşağın köklü bir kırılmaya uğradığı tarih olarak 2001 yılını işaretleyebiliriz. 12 Mart ve 12 Eylül devrimci harekette ve türevi gençlik hareketlerinde kırılma anlarıdır, süreklilik kopar bu eşiklerde. Bizim kuşağın mücadelede asıl etkili olduğu dönemin sürekliliği 1985’ten itibaren 15 yıl boyunca kesintisizce izlenebilir, ta ki 2001’e kadar. O tarihte esasen fiziken tasfiye olduk. Fakat bu tasfiye salt bir kuşağın tasfiyesi olarak kalmadı, esasen Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) radikal kanadının etki ve ağırlığı o tarihten sonra bir daha eskisi gibi olamadı. TSH içindeki dengeler, ağırlık merkezleri, başat mücadele ve örgüt biçimleri, hatta sosyo-kültürel doku büyük oranda değişti 2001’den bugüne gelen 20 yılda. Şunu vurgulayarak noktalayayım bu bahsi. 92’den sonra, 93 konsepti denilen kanlı girdaba ve üniversitelerde hareketin kahredici gerilemesine rağmen devrimci gençlik mücadelesine katılan gençlerin çabası da 2000’lerde, bilhassa son yedi yılda mücadelede ısrar eden genç arkadaşların duruşu da son derece kıymetlidir. Bu inadı bizim kuşağın gerisinde saymam. Biz akıntıya karşı yüzdük, onlar çoraklaşan bir tarlayı yeşertmek için yılmadan mücadele ettiler, ediyorlar.
87’liler nasıl bir kuşaktı?
İyi bir kuşaktı, masumiyetini yitirmemiş güzel çocuklardı… Potansiyellerini gerçekleştirememiş bir kuşaktır 87’liler. Temel zaafımız fazla “abici-ablacı” olmamızdı. Eğer bu meseleyi aşabilseydik yeni yollar açabilirdik, bunun abi-ablalarımıza da sonsuz yararı olurdu kuşkusuz…
‘YILGINLIĞA KAPILIP KÖŞEYE ÇEKİLMİYORUZ VE SAVAŞ HENÜZ BİTMEDİ’
68 kuşağı, 78 kuşağı üzerine çok anlatıldı, çok konuşuldu. 87 kuşağı için kayıp bir kuşak diyebilir miyiz? Yeteri kadar anlatıldı mı?
Kayıp kuşak falan, kabul etmem böyle melankolik nitelemeleri. Kitapta “kayıp halka” başlığını açmam, melankolik “kayıp kuşak” vs. nitelemesiyle alakasızdır. Birikimleri ve mirası yeterince irdelenmemiş bir dönemin anlamını yerli yerine oturtmaya çalıştım yapabildiğimce ve kesinlikle geleceği inşa etme görüş açısıyla; yoksa geçmişe takılıp kalmanın anlamı yok. Yeterince anlatılmadı, çünkü yenilenin hikayesi yazılmaz. Ortalama bilinç, berbat bir pragmatizm ve olguculukla “neticeye bakar”. Halbuki geri dönüşsüz, mutlak bir yenilgiden söz etmek için havlu atmış olmak gerekir. Ne o dönemin kadrolarının direnişçi/inatçı damarı ne de devrimci akımlar havlu attılar. Kaybettiğimiz muharebelerden ötürü yılgınlığa kapılıp köşeye çekilmiyoruz ve savaş henüz bitmedi. O halde yenik-yenilgici bir görüş açısıyla geçmişin sayfasını kapatamayız; bilakis gelecek için o muharebelerin değerini de açmazlarını da yerli yerine oturtmak zorundayız. Kendi payıma böylesi “neticeci” bir dar kafalılık tuzağına düşmemeye çalışırım, “görünenle gerçek aynı şey olsaydı bilime gerek olmazdı” aksiyomuna inanır, hakkını vermeye çalışırım. Bir de ununu eleyip eleğini asanlar bırakalım geçmişi, kendi geçmişlerini bile anlayıp-anlamlandıramazlar. Bütün siyasi akımlar, “Erdoğanizm” bile geçmişi bugün ve gelecek için ele alır, tam da bu bağlamda geçmiş yeniden ve yeniden yazılır. İş o ki, diriliş Ertuğrul, depar Vahdettin (dizileri) türünden uyduruk bir tarih yazılmaya. Velhasıl nasıl yazılırsa yazılsın, siz geçmişi okuduğunuzu sanırsınız, halbuki yazılan bugünün ve geleceğin sayfalarıdır. Sözü uzatmadan, değerli tarihçi E. H. Carr’ın İletişim yayınlarından çıkan “Tarih Nedir?” kitabının okunmasını hararetle öneririm, “geçmişin”/tarihin ne olduğu ve nasıl ele alınabileceği hakkında sağlam bir kaynaktır. Doğrusu -tarih kitabı yazmadım ama- benim kitabımın da oradaki perspektifler ışığında değerlendirilmesini, eleştirilmesini isterim.
68, 78 kuşağı bir nevi öğrenci hareketiyle başladı veya devam etti. 87’liler için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?
Evet, o çok bilinen önermeyi doğrularcasına, “aydınların en duyarlı -ve atak- kesimi olan üniversiteliler”, bizim dönemde de ilk öne fırlayanlar oldular. Elbette yine gelenek olduğu üzere üniversite dönemiyle kendilerini sınırlamaksızın, bütün toplumsal dinamikler ve tüm mücadele cephelerine nitelikli bir kadro gücü olarak koşturdu dönemin devrimci gençleri. Yani sel gitti kum kaldı geriye, göle maya çalmaya koşanlar onlardı.
‘AKINTIYA KARŞI YÜZDÜK’
Her kuşak önceki kuşaklar tarafından eleştirildi. 87 kuşağı da bu eleştirilerden payını aldı mı? Oysa 12 Eylül cunta sonrası solun yenilgisinden sonra ortaya çıkan bir kuşaktı. Kuşağınızın haksızlığa uğradığını düşünüyor musunuz?
Eleştirilmedik. Keşke eleştirilseydik, o zaman hiç olmazsa bir tartışma zemini doğar, müthiş yararlı olurdu. Köşelerine çekilmekle yetinmeyip yenilgici bakışı içselleştiren arkadaşlarımız, kendi geçmişlerinde bile “pek bir şey” göremez oldular ki, derli toplu bir eleştiriye sıra gelsin. Devrimci akımlara gelince, grup tarihi-güzellemesi yazmaktan, yani propaganda metinleri döktürmekten, bütünlüklü, kapsamlı, derin bir tarih okuma-yazmasına geçemediler. Eleştiri kıymetli bir şeydir, ortada ne eleştiri var ne de insanı derinden düşündüren bir özeleştiri! Belki yeni kuşaklar devrimci bir ruhla -bu olmadan hiçbir şey olmaz- ve titiz bir irdelemeyle ele alırlar tüm kuşakların tarihini; ki -diğer pek çok şeyin yanı sıra- bu konudaki azim ve ciddiyetleri, geleceği inşa iddialarındaki samimiyetlerinin de ölçütlerinden biri olacaktır.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince, “bir kuşak olarak haksızlığa uğrayıp-uğramamak” vs. beni ilgilendirmiyor, böyle dertlerim yok, kuşağımın da olmamasını dilerim. Bize haksızlık eden ya da daha geniş anlamda hangi kuşaktan olursa olsun, devrim ve sosyalizm mücadelesine akıtılan bir damla tere bile haksızlık eden, aslında kendine haksızlık etmiş olur; eğer hala sosyalizm zemininde duruyorsa. Ayrıca kim kimi hangi teraziyle tartma hakkını buluyor kendinde? Mahallenin “raconunu kesen” kim? Neye dayanarak? Tarttıkları nasıl tartar acaba “tartıcıları”? Bunlar derin mevzular, geçelim. Dönemin nankörlüğü ise -haksızlığa uğrayıp uğramamaktan- bambaşka bir şeydir. Akıntıya karşı yüzdük diyoruz, “akıntı” sizin bütün izlerinizi silme yönünde işliyorsa bunun vefa-vefasızlıkla ilgisi dolaylı olabilir ancak; “dönemin nankörlüğü” -ki, şahsi olandan bambaşka bir şeydir- izlerinizi siler, siz de yakınıp sızlanmadan yeni yollar açmaya, ardınızda silinemeyecek izler bırakmaya girişirsiniz, mücadele böyle bir şeydir.
‘YAZILMADI O SERÜVENCİLERİN HİKAYELERİ AMA BİLİYORUZ Kİ YAZILMAMASI YAŞANMADIKLARI ANLAMINA GELMEZ’
87 kuşağı dediğiniz, 60’ların sonunda, 70’lerinde başında doğanlar. O kuşak neler yaşadı?
Çok kapsamlı soru, birkaç örnek üzerinden düşünmeye davet edebilirim okurları ancak… Bizim dönemden bir arkadaşım vardı, İÜ. Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Stajını tamamladı ve dağa gitti. 13 yıl dağlarda kaldı. Şimdi İsviçre’de taksicilik yapıyor. Kim bilir, kim tanır, hikayelerini kim yazar bu insanların? Nazım Hikmet’in bir romanı vardır, “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”. 1920’lerin sonundaki bir TKP tevfikatını anlatır. Aranan bir devrimci Ege’de bir bağ evine saklanır, bu arada köpek ısırır yoldaşımızı. Nazım, aranma, kaçma, saklanma, kuduz olma endişeleri içindeki bir insanın haleti ruhiyesini insancıl, sıcak bir anlatımla işler romanında. Eğer bu hikâyeden roman çıkıyorsa -ki çıkabilir, neden çıkmasın? İsviçre’deki taksi şoförünün destanı yazılmalıdır! Tupamaroların hapishane sürecini anlatan “Duvardaki Sarmaşık Gibi” çok sarsıcı bir kitaptır. 11 yılı tecritte geçiren merkez kadroların gerçek hikayesini anlatır. O tutsaklardan biri olan Mujica yoldaş sonunda Uruguay devlet başkanı oldu. 1.500 dolar maaş, bir Wolswagen arabayla yeryüzünün en bizden devlet başkanı -tam da olması gerektiği gibi, “devlet başkanı gibi olmayan devlet başkanı”- olarak görevini ve hayatını tamamladı. Bizde neler yaşandı peki? Kitabı ithaf ettiklerimden biri olan yoldaşım Mehmet Ali Çelebi 30 yıl hapis yattı, ki son 25 yılında ağır hastaydı. Hasan Polat 26 yıl yattı. Gülay Beceren 32 yıldır tekerlekli sandalyeye mahkûm. Erol Dündar 1993’ten beri içerde, pek çok kitap yazdı, kim tanır Erol’u, okudunuz mu kitaplarını? Bizden bir önceki kuşaktan olan ve artık aksakallı bir bilgeye dönen Aytunç Altay 30 yıldır hapiste! Cihan Deniz Tarak, Tahir Laçin, Muhammet Akyol 25 yılı aşkındır hapishanedeler. Neredeyse çocukluğundan beri hapishanede olan Sami Özbil romanlar yazıyor, okudunuz mu? Anmayı unuttuklarım beni bağışlasınlar, daha geçen hafta 30 yıldır içerde olan bizim kuşaktan üç Kürt arkadaş tahliye oldu. Ya 28 yıldır delilsiz-ispatsız içerde olan şair İlhan Çomak? Bıkmadan usanmadan tekrarlayacağım, “siyah hayatlar değerlidir”, Floyd’unki de İlhan’ınki de! Uruguay’daki tecrübenin on misli sessiz sedasız yaşandı bizde ama dünyaca tanınan bir “Duvardaki Sarmaşık Gibi”miz yok. Ahmet Telli’nin “Soluk Soluğa” şiirinde dediği gibi, “yazılmadı o serüvencilerin hikayeleri”; ama biliyoruz ki, yazılmaması yaşanmadıkları anlamına gelmez!
“87’liler herkesin devrime koştuğu değil, devrimden kaçtığı dönemin devrimcileridir” diyorsunuz. Biraz açar mısınız bunu?
12 Eylül yenilgisi, dünya çapındaki neo liberal saldırı dalgası, 1989-91’de 20. yüzyıl sosyalizminin çöküşü, bir dağılma, parçalanma ve yıkım dönemi, 1993 konsepti denen ve 90’lı yıllara damgasını vuran uğursuz, kanlı girdap, 28 Şubat darbesi, Öcalan’ın yakalanması, 19 Aralık hapishane katliamları, 122 arkadaşımızı yitirdiğimiz, yüzlercesinin sakatlandığı ölüm oruçları… Bu tabloda geri basmadan sürdürülen devrimcilik sorunuzun yanıtıdır, ötesinde söylenecek bir şey yok.
Bir de şu cümleniz, “devrimciliğin benzer açmazlarından dolayı safları terk edenlerin sayısı, düzenin teröründen yılarak gidenlerden daha fazladır” diyorsunuz. Bu sizde hayal kırıklığı yarattı mı?
Geçenlerde bir TV’ye Ukrayna’dan bağlanan genç kız gözyaşlarını tutamayınca, “Türk kızı ağlamaz!” denerek yayından çıkarıldı. Bizde ise “devrimci ağlamaz, gülmez, yorulmaz” vs. denerek, devrimcileri robot misali karikatürize eden anlayışlar makaraya alınır. Devrimci ağlar, güler, yorulur, yener, yenilir, yeniden ayağa kalkar! 30-40 yıllık mücadele sürecinde büyük-küçük hayal kırıklıklarından azade devrimcilik yürüttüklerini söyleyenlere, “tam da atalarımızın dediği gibi, devrimci ağlamaz, bravo yoldaş!” diyebilirsiniz. Bunlar traji-komik kasıntılar olabilir ancak. Gerçek hayatı Nazım anlatır: “Yapı yerinde ne çay şekerlidir her zaman / ne dostlar vefalı”. Devrimci hayal kırıklıkları yaşar, aslolan hayal kırıklıklarıyla baş edebilmektir. Gülü dikenine rağmen ve dikeninden çok seviyorsanız baş edersiniz, ötesi lafı güzaf!
‘GEZİ ÖRGÜT İSTEMİYORDU’
2000 sonrası Gezi Direnişi geldi. Gezi örgütlü bir güce dönüşmedi. Yeni kuşak örgütlü güçlerin içine girmek istemiyor, neden?
Gezi, özgürlük ve sosyalizm mücadelelerinin tarihsel-toplumsal birikimleri zemininden doğdu, fakat sosyalist karakterli bir hareket değildi. Diktatörlüğe karşı özgürlük isteyen ve olanca renkliliğine, yaratıcılığına rağmen politik muhtevası zayıf bir isyandı. Çatışmalara rağmen özünde barışçıl bir hareketti Gezi. Nicelik belli bir eşiği aştıktan sonra niteliğe dönüşür, bu manada Türkiye’de eşi benzeri olmayan bir süreçtir. Fakat hareketin politik karakterindeki zayıflık ve Taksim meydanına damgasını vuran sosyo-kültürel sınıfsal yapı, Gezi’den geriye dayanıklı, sebatlı ve -Türkiye’nin doğası gereği- sert mücadelelere girmeye hazır bir kuşak bırakmadı. Gezi örgüt istemiyordu ki örgütlere katılsın ya da mevcutları beğenmiyorsa yenisinin inşasına girişsin! Ölümlerle sonuçlanan çatışmaların ve ölen arkadaşların varoş orijinli olması tesadüf değildir, devletin nereye nasıl yaklaştığının da işaretidir. Öte yandan Gezi’nin sınırlı sayıdaki en kararlı devrimci gençleri Suriye halklarının yanında durmak ve IŞİD’e karşı savaşmak için, dünyadaki pek çok enternasyonalist gibi Rojava’ya gittiler, çoğu da toprağa düştü. Gezi’de ifadesini bulan sosyo-politik/kültürel yapıların örgütlenmesi, devrimci partilerden yüz misli fazla yetenek ve yaratıcılık ister, yani o kesitte olmayan bir şeyi… Ezcümle Gezi örgütlenmek istemiyordu, sevmiyordu örgütü de örgüt fikrini de. Örgütlerimizin albenisinin-iticiliğinin ötesinde Gezi’nin -Taksim Gezi’sinin- karakteri buydu. Forumların değerini hiç yabana atmam, örgüt dediğim forumların ötesinde köklü, kararlı ve kalıcı yapılardır. Devrimci akımlarımız, zekaca gelişkin olduğu oranda örgüt fikrine uzak olan Gezi’cileri -ki, Gezi’nin temel zaafı budur- örgütleyebilecek kabiliyetten yoksunlardı. Yani sanılanın/görünenin aksine Gezi, devrimci yapıların önüne “kolaylık” değil, parlak kabiliyetlerle/yaratıcılıkla aşılabilecek bir “problematik” koydu ve ne yazık ki çözülemedi bu mesele; problematiğin iki tarafı da yetersiz kaldı.
‘DEVRİMCİ VE SOSYALİST YAPILAR SÜRECE YENİLGİ DÖNEMİNİN İÇİNDEN BAKIYORLAR’
Bugünkü sol için neler söyleyeceksiniz?
Sona yaklaştıkça sorularınız alimallah yüz puanlık baraj sorusuna dönüşüyor! Çok eksik olduğunun farkında olarak birkaç şey söyleyeyim. Dünyada cereyan eden süreçler, maddi-nesnel zemin hızla devrimci imkanları büyütürken, hatta yakıcı bir mecburiyet haline getirirken, dünyanın çoğu yöresinde olduğu gibi Türkiye’de de devrimci ve sosyalist yapılar sürece yenilgi döneminin içinden bakıyorlar. “Sol” sahanın özgüveni ziyadesiyle örselenmiş halde. Fiyakalı ve bomboş bir nihilizm, sinik alaycılık, twitter filozofluğu, melankoli alıp başını gitmiş; güzel, cafcaflı, havalı şeyler bunlar, bir de işe yarasa! Öte yandan devrimci yapılarımız ezberlerinin tutsağı, ötesine geçemiyorlar. Dünyada son on-yirmi yılda kırktan fazla açlık isyanı yaşandı, hiçbirinin içinden de “yahu böyle olmuyor, eskiden komünizm diye bir şey vardı, o mecrada bir arayışa girsek mi” diyen etkili bir damar çıkmadı. İsyan eden kitleler böyle, devrimciler ezberlerine tutsak; durum bu. Muhakkak ki büyük bir alt üst oluş yaşanacak, bu ara dönem ilanihaye sürmeyecek. Fakat aptalca bir iyimserliği, tarihin tekerleğinin bizim için döndüğünü vs. unutun, yok böyle bir şey! Tarihin teleolojik bir gidişatı yoktur. Roza’nın “Ya sosyalizm ya barbarlık!” haykırışı bir ajitasyon sloganı değil, ucu açık tarih anlayışının altının çizilmesidir. İyimserlik hakkınız verdiğiniz mücadele kadardır ve kapitalist/faşist/emperyalist barbarlardan daha az ve kabiliyetsiz dövüşürseniz, barbarlık ve yok oluş kuvvetli bir seçenektir, gerçek tarih bunu söylüyor. Öte yandan yenilik ya da yeni dönem dediğimiz şey de gökten zembille inmeyecek, mevcut birikimlerin içinden onları içerip aşarak, çürük yönlerini kesip atarak doğacak, tarih başka -mucizevi- bir ilerleme yolu tanımıyor.
‘BURUK BİR ÖZLEM BENİMKİSİ’
Kitabınızda Altınoluk’a geniş bir yer vermişsiniz. Altınoluk’u özlüyor musunuz?
İnsan doğup büyüdüğü yeri özlemez mi? Gözümü açtım, Kazdağı ormanlarının uğultusunu, bin pınarlı İda’nın çağıltılarını, körfezin maviliğini, rüzgarlarını, Midilli’nin günbatımlarındaki büyüleyici siluetini gördüm. “İnsan doğduğu yere benzer” der şair; bırakalım ruhlarımızı, beden dilimizi bile doğduğumuz toprakların rüzgarları yontar, doğası, kültürü, insanı şekillendirir. Şu Avrupa’nın ortasında, özellikle yaşlı adamlar söz konusu olduğunda, hangi ülkeden olursa olsun bir Akdenizliyi hemen tanıyorum, hiç yanılmadım bugüne dek. Özlüyorum Altınoluk’u, ama çocukluğumun Altınoluk’u yok artık, nasıl yok edildiğini anlattım kitapta. Buruk bir özlem benimkisi…
‘İSTANBUL BENİ VE KUŞAĞIMDAN PEK ÇOK DEVRİMCİYİ DOĞURAN ŞEHİRDİR’
Peki kavganızın şehri İstanbul desem?
İstanbul -hala!- bambaşkadır, benzersizdir. Beni ve kuşağımdan pek çok devrimciyi yeniden-doğuran şehirdir. “Gülhane parkındaki ceviz ağacı” gibi sızmak istiyorum İstanbul’a. Sessizce gezmek sokaklarında, anılarımızın işaretlerine hayali karanfiller bırakmak, eski arkadaşlarla buluşmak… Hepsi bu değil tabii, gürleyen kalabalıkların arasına karışarak, “bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi” diye haykıran o muhteşem koroya katılmak! O günlerin hayalidir beni ayakta tutan.
Teşekkür ederim
İlginizden dolayı ben teşekkür ederim.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***