“Ama ben delilerin arasına düşmek istemiyorum ki!” dedi Alice
“Başka şansın yok,” dedi kedi,
“Burada hepimiz deliyiz. Ben deliyim. Sen delisin”,
“Benim deli olduğumu da nereden çıkardınız?”
“Öyle olman gerek,” dedi kedi,
“Yoksa burada olamazdın…
Alice Harikalar Diyarında, Lewis Carroll
Anılarını yazıyor insanlar, kurguladıkları hikayeleri ya da, ama rüyalarını değil.
Rüyalar irrasyonel, karmaşık ve makul bir sonla bitmiyor çoğu zaman. “Sonlu” şeyler arıyoruz, kesin ve mümkünse muğlak olmayan şeyler çoğumuz; belki de bundan dolayı absürt rüyalarımızı yazmaya değer görmüyoruz.
Cep saati olan ceketli beyaz bir tavşanı görüp, onu ardından gidip geçilen bir delik, düşülen bir koridor ve koridordaki bir sürü, bir sürü, bir sürü kilitli kapı ile başlayan bir rüya. Hepsi kilitli (ve belki de değil) ve hepsi de elinizdeki anahtarla açılabilen bir sürü, bir sürü, bir sürü kapı…
Bu kapılardan içeriye girmenin yolunu bulan en sevdiğim çocuk protagonist Alice, kendini harikalar diyarında bulur.
Adı üstünde “Harikalar diyarı”. İçtiği iksirler sayesinde küçülen, büyüyen, tarih dersleri veren bir fareyle tanışan, kendine “bazı durumlar” hakkında tavsiyeler veren tırtılla konuşan ve buna benzeyen onlarca fantastik olay yaşayan 7 yaşındaki Alice.
Benim rüyamda ise bir sürü, bir sürü kapılar “İzmir’deki bir Ermeni mezarlığı”na açılıyordu.
Çılgın çay partisinde “Kellelerini alın!” diye emir veren kalplerin kraliçesi ve kalplerin kralı ile tanışıyordu Alis, benim rüyamda ise “İzmir’deki bir Ermeni mezarlığı”ndaki esmer, kısa boylu, kel ve çirkin adam “Ne işin var senin burada!” diye bağırıyordu.
Nehir kıyısındaki bir uykunun içinden geçip bu dünyaya düşen Alice, Harikalar Diyarı’ndaki tüm karmaşıklık ve kaosa rağmen; konuşan tavşan, konuşan tırtıl, konuşan ve sırıtan kedi gibi çeşidi güzel mantıksız karakter ile eğlenebiliyordu.
“İzmir’deki bir Ermeni mezarlığı”ndaki esmer kısa boylu ve çirkin adam “Ne işin var senin burada!” diye bağırıyordu. Benim kaosum eğlenceli değildi. “İzmir’deki bir Ermeni mezarlığı”nda ne işim olabilirdi, bir sebep gerekliydi bana. Hemen bulmam gereken bir sebebe ihtiyacım vardı!
Aklıma gelen ilk şeyi söyledim: Çuhacıyan’ın mezarını arıyorum! Ne yaptınız Çuhacıyan’ın mezarına!
Avantaj artık bendeydi! Soru sorma sırası bendeydi! Ne yaptınız Çuhacıyan’ın mezarına!
Bazı isimleri, bazı yaratıcıları anmadan belirli konuları ve alanları hayal etmek imkansız; 1837’de İstanbul’da doğan besteci ve orkestra şefi, Dikran Çuhacıyan (Tigran Chukhajyan) onlardan.
Osmanlı Ermeni müziğinde yeni bir sayfa açacak ve modern Ermeni operasının kurucusu olacak Çuhacıyan, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nda opera ve operetin öncüsüydü.
Konstantinopolis’in Pera semtinde Sultan Abdülmecit’in saatçibaşı Kevork Çuhacıyan’ın oğlu olarak doğan Dikran, piyano performanslarıyla müzik camiasının dikkatini çektiğinde henüz 15-16 yaşındaydı.
Sonraki yıllarda besteci Gabriel Yeranyan, Çuhacıyan’ın müzikal yeteneklerinin gelişmesine destek olacak, İtalyan piyanist Manzoni’nin yönetiminde eğitim almasına ve İtalya’ya giderek Milano’da çalışmalarına devam etmesine yardımcı olacaktı.
Bazı kaynaklarda, Milano macerasının finansörü “Opera ve operet düşkünü I. Abdülmecit” olarak anılsa da bu konu hakkında çok net bir bilgi yok. En azından ben bulamadım henüz.
Batı müziğini yakından tanıma imkanı bulduğu Milano Konservatuarı’ndaki dört yıllık eğitiminin ardından İstanbul’a dönen Çuhacıyan, Bedros Mağakyan’ın yönettiği Şark Tiyatrosu için önce küçük besteler yapmış, bu dönemde özel dersler vererek geçinmiş. Ermeni gençler için, Kınar (Kemençe) adlı müzik derneğini kurmuş. İlk operası Arsas, 1968’de Beyoğlu’nda Naum Tiyatrosu’nda genç amatör bir grup tarafından İtalyanca oynanmış.
Çuhacıyan, 1872’de sahnelenen ve ilk Türkçe operet olan “Arif’in Hilesi” ile büyük ün kazandı, kumpanyasını Güllü Agop’un topluluğuyla birleştirince, Osmanlı operet sanatı bu birleşmeyle en güçlü eserlerini kazanmış oldu. Çuhacıyan’ın 1875’te Köse Kâhya’yı ve Leblebici Horhor’u yazması ile mesleki hayatının en büyük yükselişini yaptı.
Leblebici Horhor opereti, Yunanca, Almanca ve Fransızca’ya tercüme edildi. Topluluk, 1883 yılında Balkan ülkelerine turneye çıktı, 1885’te de Mısır’a giderek Hidivyal Tiyatrosu’nda temsiller verdi. Çuhacıyan’ın 1881’de yazdığı Zemire adlı opera 1895’te Paris’te bir dönem sahnelendi. Yazdığı son opera İndiana ise hiç sahnelenemedi.
Çuhacıyan, piyanist ve besteci olarak Avrupa’da da tanındı; “Ermeni Verdi” ve “Şark’ın Offenbach’ı” gibi adlarla anıldı. Türkiye’de hala “Türk müziğini Batı orkestrasyonuna en iyi şekilde uygulayan” ilk besteci olarak biliniyor.
1894-1896 yılları arasında gerçekleştirilen Ermeni Katliamları, 1915 Ermeni Soykırım’ı öncesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermenilere karşı işlenen zulümlerin ilk dizisi oldu. Bu yaşananlar, devleti etkili biçimde yöneten son padişah II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) yaşandığı için Hamidiye Katliamları adını aldı.
Kaderin cilvesi, Çuhacıyan, Padişah II. Abdülhamid için Hamidiye Marşı’nı besteledi ve Malûmat’ta yayımladı. Fakat Çuhacıyan kanser illetine yakalanmıştı ve tedavi için Paris’e tekrar geri dönmeye karar verdiyse de olmadı. Hayatının son dönemini yoksulluk içinde geçiren sanatçı, 61 yaşına gelmeden 21 Mart 1898’de memleketi İzmir’de hayata gözlerini yumdu.
Ünlü bestecinin cenaze töreninde kendi bestelediği cenaze marşı çalındı. Weinberg’in 1916’da filme almak istediği Leblebici Horhor opereti, Muhsin Ertuğrul tarafından 1923’te sessiz, 1934’te de sesli olmak üzere iki kez sinemaya aktarıldı.
“İzmir’deki bir Ermeni mezarlığı”ndaki mezarlık taşını öğrencileri yaptırdı, pek kimsesi yoktu Çuhacıyan’ın.
İrrasyonellikler, zaman algısındaki bozukluk ve kapılar; bir sürü, bir sürü, bir sürü kapılar ile Viktoryan Edebiyatı’nın en ünlü ve bir zamanlar yasaklı fantastik öykülerinden, edebiyatçı ve matematikçi Lewis Carroll’a ait Alice Harikalar Diyarında‘ki (1865) kaosuna benzerdi kaosum. Ne yaptınız Çuhacıyan’ın mezarına!
Keşke İzmir’de olan biri Çuhacıyan’ın mezarını bulsa, bir fotoğrafını çekse…
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***