SANAT | M. NEDİM HAZAR
“Hayatta kalmak için hikayeler anlatmalısın.”
Önceki Günün Adası
Kimilerine göre çokça ünlü bir yazar, kimilerine göre akışkan bir yorumun ve bir o kadar da yönü ve yöntemi kolayca belirlenemeyecek bir bilgi ve birikimin adamı, alışılmışın dışında bir yorumcu, kimilerine göre yerinden yurdundan kopmadan savrulabilen bir büyük -belki de son- göstergebilimci, kimilerine göre devasa bir eleştirmen, kimilerine göre teklemiş bir felsefeci ve düşünürdür Umberto Eco.
Ama en çok Bologna Üniversitesi’nin içerlek bahçelerinden birinde anlık bir ders sırasında bile etrafına yüzlerce öğrenciyi toplayarak zamanın yengeç adımlarıyla gerilediği bir çağın gerçeğini bir anda orta yere dökebilecek kadar da cesur ve çalışkan bir adamdır o sevimli fötr şapkasının altından gülümseyen adam…
Bir yanda Italo Calvino, diğer yanda Umberto Eco. ‘Bir Kış Günü Eğer Bir Yolcu’, ‘Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti’ye çıkarsa ne olur diye sorabileceğimiz biçimde, birlikte postmodern zamanlardaki yeni İtalyan yazısının yükselişine yön verdiler. Calvino bir anlatı uslanmazıydı. Eco ise yazınsal ve eleştirel iştahı hesaba gelmez bir deneyici. Sokakla akademi arasındaki tıkanıklık bu yazınsal deneyiciyi bekliyor gibiydi. En dipten en yukarıya doğru yükselip genişleyebilen bir yazıydı bu. Hatta belki Bakhtin yorumcusu bir karnavalesk anlatının peşine düşmüştü Umberto Eco.
Kırmızı, yeşil çiçek desenli kâğıtla kaplanmış bir duvarın önünde, boyuna çizgili, kırmızı kadifeyle kaplı geniş bir kanepede, haki renkli pantolonu, mavi kravatı, beyaz gömleği ve siyah ceketiyle verdiği bir fotoğrafı kalmış aklımızda. Saçları önden geriye doğru epeyce azalmıştı ve gösterişli bıyıklarıyla ortalama İtalyan amcalara benziyordu bu fotoğrafında Umberto Eco. Geniş çerçeveli, kalın ve büyük gözlüklerinin ardından, şaşırmış ama bir o kadar da anlamış ve özümsemiş bakışlarla göremediğimiz bir yere bakıyor gibiydi. Sapı siyah, ucundan boylu boyunca kırmızı, zarif bastonuna iki eliyle birden tutunmuş sanki biraz da korkmuş gibiydi. Az çok yorgun ama bir o kadar da dinç görünüyordu. 2012 yılında 80 yaşındayken çekilen bu fotoğrafta, öylece iki eliyle birden tutunduğu bastonun gerisinden bakan bu büyük kültür ve edebiyat düşünürünün 90’lı yıllarda İstanbul sahaflarında Latince baskı eski kitapların peşine düştüğünü de hatırlayabiliriz belki.
Emre Kongar’ın, başarılı kurgusal anlatısı “Hocaefendi’nin Sandukası”nda adı Orhan Pamuk’la birlikte geçmişti Umberto Eco’nun. Bu yüzden de Türk okurlar, onu uzunca bir zaman Orhan Pamuk’la birlikte hatırlamış ve dil, yazı ve anlatılar hakkındaki oylumlu yorumlarından dolayı da özellikle akademiden ve alaydan yetkin okurlar, onu daha farklı bir kuramsal düzeyden Roland Barthes’a benzetmişler, ortak bir hatırlayış olarak da keyfine düşkün, sevimli İtalyan yazar, düşünür olarak yer etmişti hafızamızda.
Umberto Eco, Gülün Adı’nı okurken bizi alıp götürdüğü loş manastır koridorlarında da, Foucault Sarkacı’nın derin dehliz ve labirentlerinde de, Prag Mezarlığı’nın taşlaşmış katılığında da bu keyfine düşkün, sevimli İtalyan düşünürün hayatına benzetmeye çalıştığı keyifli ve sevimli bir yazının iz sürücüsü olarak kaldı hep. Belki de yine bu yüzden hemen her şeyin en olmadık bir yerinden tartışılmaya başlandığı Avrupa’nın bütününde son 50 yıldan bu yana en çok okunan, dinlenen, yorumlanan düşünür ve edebiyatçılardan biri oldu. Şimdilerde yapılan lüzumsuzca abartılı övgülerin tam aksine Umberto Eco’nun bu yaptığı zamana vurulmuş bir damga değildi kuşkusuz. Sadece yaşadığı zamanın izini sürerek kaydını hem ileriye hem de geriye doğru ilerletmeye çalıştığı bir bellek oluşturmuştur Umberto Eco.
Sözgelimi ‘Yanlış Okumalar’ ve ‘Yorum ve Aşırı Yorum’un ağırbaşlı bir okuması bile bize onun bu damga vurmak kaygısının uzağında büyütülmüş ayrıcalıklı kayıt tutuculuğunu gösterecektir. Bu bakımdan diğer benzerlerinin tümünün aksine Umberto Eco’ya Avrupa hinterlandından verilmiş bulunan devlet nişanlarının, şövalyeliğin ve ilkler sıralamasında verilen yerin imgesel değeri üzerinde de ayrıca düşünmek gerekir. Zira bütün bu nişanlar ve ödüller onun tıpkı Foucault-vari hem olup bitenler hakkında hem de olagelenler hakkındaki hümor ile iç içe eleştirel bakışına rağmen verilmiş nişanlar ve ödüller olarak oldukça manidar bir içeriğe sahiptirler.
Sözgelimi Umberto Eco’nun aynı zamanda kendi yazınsal tavrıyla da eğlendiği -‘Yengeç Adımlarıyla’ adlı kitabında İtalyan toplumu üzerinden zamana ve güncel olana bakarken takındığı çok katmanlı siyasal yorumsamacı tavrının bir sonucu olsa gerek- özellikle Batı dünyası nezdindeki güncel gerçekliği tarif ederken sanki bir bütün olarak Batılı toplumlar nezdinde topyekûn paylaşılan bir rejimin arızalarını dışa vururcasına ilerlemekten öte bir geriye gidişi ifşa eden ‘Yengeç Adımları’ ifadesini kullanması ne kadar da manidardır.
Anadiliyle düşünürken İngilizceyi de hem yazısının hem de düşüncesinin içine geçirdiği, İngilizce ‘Crab/Yengeç’ ve ‘Backwards/Geriye’ sözcüklerinden türettiği bu isimle şöyle demek istediğini vurgulamıştır Umberto Eco: “…Böyle bir seçim düşüncesi, ‘Hafif Teknolojinin Zaferi’ başlıklı eski bir makalemden ‘La bustina di Minerva’ dan doğmuştu. Crabe Backwards adlı bir yazara aitmiş gibi gösterdiğim bir kitabın düzmece eleştirisini yaparken, son zamanlarda ortaya çıkan bazı teknolojik gelişmelerin, kelimenin tam anlamıyla geriye doğru atılan adımlar olduğunu yazıyor ve bu ağır iletişimin yetmişli yılların sonlarında krize girdiğini öne sürüyordum…’’
Umberto Eco’ya göre, tıpkı bir yengeç gibi yana doğru ama aynı zamanda geriye doğru da atılan bu adımlar sonucunda, Batı nezdindeki tarih sanki de, geçmiş iki bin yıl boyunca yaptığı sıçrayışlardan yorgun düşmüş bir biçimde kendi üzerine sarmalanıyor ve geleneğin avutucu ihtişamına doğru geriye dönüyor gibidir.
İşte tam da bu geriye dönüş sürecinde, kuşkusuz ‘yeni bir şeyler’ ama ‘daha önce asla yaşanmamışçasına’ ‘yeni bir şeyler’ de olmaktadır. Sözgelimi eski savaş olarak adlandırılan ve amacı, ‘rakibi yenmek ve kolay kazanılan zaferlerden yararlanmak’ olan savaşın eski halinden yeni bir savaş biçimine doğru geriye dönülmektedir.
Özetle, ilk örneklerini önce Bosna’da, sonra Ortadoğu’da-Irak’ta ve şimdi de Suriye’de göreceğimiz, düşmanın kim olduğunun tam belli olmadığı, göğüs göğse yapılmayan, aralarında çatışma olan çok daha fazla gücün işin içine karıştığı, bir noktada TV ekranından naklen izlenebilen ve sonuç olarak iki tarafın da kaybettiği bir yeni savaş biçimine -noeguerra’ya- doğru ilerlenerek geriye dönülen -geriye doğru gidilen- bir yeni süreç yaşanmaktadır.
Yine de söylemek gerekiyor; Umberto Eco, gerek Gülün Adı, Foucault Sarkacı, Önceki Günün Adası, Prag Mezarlığı, Baudolino gibi yazınsal başyapıtlarında ele alıp işlediği zamansal kurgulamalarda gerekse güncele ve siyasal olana dair yazılarında yaşanan gerçekliğe getirdiği bu cevval yorumlarla bir yandan hayranlık uyandıran bir düşünsel ve yazınsal iştah örneği sergilerken bir yandan da tarif edilmesi zor bir tarafsızlıkla pek çok Avrupalı ve giderek Amerikalı düşünme alışkanlığını ironik bir ortak tarihe bağlayabilmektedir.
Sözgelimi bu yeni dönemdeki barışı tarif ederken, barış denilen ama küresel bir kavram olarak öne sürülmedikçe düşünülmeye bile değmeyen bir kavram haline getirilen barışın da, Batılı algının tarihsel gelişimi boyunca bir mücadeleye dayandığını öne sürerek; Heraklitos’un ‘Mücadele dünyanın kuralıdır ve savaş her şeyin babası ve kralıdır…’ sözünden yola çıkıp, ‘İnsan insanın kurdudur…’ diyen Thomas Hobbes’a ve ‘Hayat Mücadelesi/Struggle of Life’ tarifine getiren Darwin’e kadar sürdürüp birleştirerek yeni bir biçimde tarif edebilmektedir.
Özellikle romanlarında ve genel anlamda anlatıyı, yazıyı ve okumayı tarif etmeye çalıştığı kuramsal yazılarında sanki illüzyona uğramış bir zamanda bu illüzyonist gerçekliği ifşa etmeye çalışırcasına yer yer Liberter tavırlı bir Amerikalı, yer yer muhalif sesle konuşan bir Avrupalı ama çokça ve etraflı biçimde de elindeki ‘Euro/Avro’yu çevirerek düşünen bir İtalyan insanıyla karşılaşırız Umberto Eco’yu okurken.
Her şey bir yana Umberto Eco’nun hemen hemen bütün yazınsal birikimiyle okura göstermek istediği illüzyon boyutuna varan kitaba, düşünmeye, okumaya, yazmaya, dolu dolu konuşmaya ve her şeyden çokta gerçeğe -sadece gerçeğe- dair büyük eleştirisi uzun zaman boyunca yeri doldurulamayacak hayli ilginç ipuçlarını barındırmaktadır.
O kadar ki, güncele dair yazıp konuşurken bile bir yerde durup şöyle bir özet bile verebilmektedir. Cesare Pavese’nin intihar etmeden önce yazdığı kısa mektubunun son cümlesini vermek istiyorum: “Fazla dedikodu yapmayın…”
Ya da daha özet biçimde Gülün Adı’ndan yola çıkan ve çıktığı yolda duran bir Umberto Eco klasiğidir bu; ‘Belki de insanları sevenlerin görevi, onları gerçeklere güldürmektir; gerçeği güldürmektir; çünkü biricik gerçek, gerçeğe duyulan çılgınca tutkudan kendimizi kurtarmayı öğrenmektir…’
TÜRKÇEDE UMBERTO ECO KİTAPLIĞI
Gülün Adı (Can Yayınları, 1986)
Alımlama Göstergebilimi (Düzlem Yayınları, 1991)
Foucault Sarkacı (Can Yayınları, 1992)
Günlük Yaşam’dan Sanata (Adam Yayıncılık, 1993)
Önceki Günün Adası (Can Yayınları, 1995)
Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti (Can Yayınları, 1995)
Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı (Afa Yayınları, 1995)
Ortaçağı Düşlemek (Can Yayınları, 1996)
Yorum ve Aşırı Yorum (Can Yayınları, 1996)
Somon Balığıyla Yolculuk (Can Yayınları, 1997)
Yanlış Okumalar (Can Yayınları, 1997)
Beş Ahlak Yazısı (Can Yayınları, 1998)
Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik (Can Yayınları, 1998)
Açık Yapıt (Can Yayınları, 2001)
Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler (Yapı Kredi Yayınları, 2001)
Baudolino (Doğan Kitap, 2003)
İnanç ya da İnançsızlık (1001 Kitap, 2005)
Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi (Doğan Kitap, 2005)
Cecü’nün Yer Cüceleri (Yapı Kredi Yayınları, 2006)
Güzelliğin Tarihi (Doğan Kitap, 2006)
Çirkinliğin Tarihi (Doğan Kitap, 2009)
Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın (Umberto Eco ve Jean-Claude Carriere’in Sohbetleri) (Can Yayınları, 2010)
Prag Mezarlığı (Doğan Kitap, 2011)
Yengeç Adımlarıyla (Doğan Kitap, 2012)
Sıfır Sayı (Doğan Kitap, 2015)
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***