Ölü Ozanlar Derneği’ni yıllar sonra yeniden izlerken aynı heyecanı duymayacağımı biliyordum. Filmin ışıltısı biraz sönmüş, hikâyede aksaklıklar göze batıyor, şiir alıntıları kulağa slogan gibi geliyor. Hele final sahnesi, hatırladığımdan da kötüymüş. Yine de hiç eskimeyecek bir şey var bu filmde.
Yatılı okulda şiir okumak için yatakhaneden kaçanlar ne olduğunu bilirler.
İlk kez nerede, tam ne zaman izlediğimi anımsamıyorum. 90’ların sonu olmalı—demek ki 1989 tarihli film pek yeni değilmiş. Sonra defalarca izleyip izlettirdim, ilkgençlikte Ölü Ozanlar Derneği bizim için bir tür manifestoydu. Zaman şiirle kuruluyor, şiirle işliyordu. 2003 ilkyazında, J. ile, filmden öğrendiğimiz cümleyi motto bellemiştik: Carpe diem (ânı yaşa).
O yıllarda hep öğrencilerin yerine koyardık filmde kendimizi. (Ben Todd’u seçerdim, Ethan Hawke’la bir gençliği geride bıraktık işte…)
Gençlik heyecanı, filmdeki çok şeyi ıskalamışız: Müziğin Maurice Jarr’a ait olduğunun bile sonradan farkına vardım. Edebiyat öğretmeni Mr. Keating’in alıntıladığı dizeyi —“O captain! My captain!”— neşveyle tekrarlardık. Whitman’ı, Memet Fuat’ın Çimen Yaprakları çevirisini henüz keşfetmemiştim. O şiirin aslında bir ağıt olduğunu geç öğrenecektim.
Hikâyenin gerçek olaylardan esinlendiğini, Tennessee’deki bir okulda geçtiğini de bilmiyordum. (Yıllar sonra Tennessee’de ders vereceğim aklımın ucundan geçmezdi elbette.) Filmdeki o disiplinli müdür tipi bile karton görünmezdi gözüme. Yatılı okulda benzer sınıf amirlerimiz olmuştu.
Ölü Ozanlar Derneği kısa hayat hikâyemizdi.
Ziya Osman’ın dizesini aynı yıllarda okumuştum: “Mektep karyolasında sessiz ağlayan çocuk…” Yatılı okul penceresinden dışarı bakan çocuk (askeri öğrenci) imgesi belleğime öyle yerleşti. (Yaslı Mızıka’nın ikinci baskısı için Erdal Öz’le bunu anlatan bir Andrew Wyeth resmini epey aramıştık.) Bembeyaz çarşaflı ranzaların bizi beklediği yatılı okul geceleri:
gökle oyalanırdı her suskun çocuk
yağmurlu koğuşlara ilk kez girerdi gece
yataklarımızda beyaz yalnızlıklar bulurduk
kimler için susardık yatmadan önce?
Ölü Ozanlar Derneği’ni bu kez öğrenci gibi değil, Keating’in tarafından izledim.
Doğrusu, film daha çok aile baskısı, otorite, pedagoji gibi konularla ilgili görünüyor bugün bana. Bu taraftan bakınca, Keating’in pek de iyi bir eğitimci olmadığı bile söylenebilir, çünkü karizması öğreteceklerinin önüne geçiyor.
İlkgençlikte başımızı döndüren o Thoreau, Tennyson alıntıları aslında bağlamından koparılmış. Filmde Frost’un “Seçilmemiş Yol” şiirinin yanlış anlaşıldığını son izleyişte fark ettim. Müzik eşliğinde kuşların havalandığı pastoral sahneler de artık klişeleşmiş.
Biraz gürültülü, sloganlı bir filmmiş Ölü Ozanlar Derneği. Ama gençlik de öyle değil mi?
Bugün izleyince, bir gençlik hikâyesinin yetişkinlere mesaj vermeye çalışması filmin en büyük kusuru olarak görünüyor. Yine de atmosferi büyüleyici. (Donna Tartt’ın Gizli Tarih romanını da galiba bu yüzden çok sevdik—hikâye karlı bir kampüste geçiyordu.)
Robin Williams, filmdeki Mr. Keating rolünü hep hayalindeki öğretmeni düşünerek oynadığını söylemişti. Doğrusu, öyle bir öğretmenim olsun istedim. Edebiyata yaklaşımı, eğitim yöntemi (en azından sınıfta) bugün biraz romantik ve sorunlu görünse de hâlâ etkiliyor.
Bazı filmler hayat hikâyemizle kesişir: Bu satırları Welton Akademisi’ne benzer bir taş binada yazıyorum. Odamın duvarında, Ölü Ozanlar Derneği afişindeki Keating’e her gün gözüm ilişiyor. Okulun bahçesinde ceketle yürürken bazen onu hatırlayıp gülümsüyorum.
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***