Etnolog Arnold van Gennep, bir insanın doğumundan ölümüne kadar önünde gelişim etapları (Phasen) olduğuna, bir etaptan diğerine geçişin altının ise her toplumda başka bir ritüelle çizildiğine dikkatimizi çeker. Bu ritüeller “geçiş ritüelleridir” ve van Gennep’e göre her toplumda başka bir şekilde uygulanırlar (2005, s. 15). “Geçiş ritüelleri”nin üç dönemi vardır. Birincisi ayrılık dönemidir; kişi kendi grubunu terk eder, yaşadığı sosyal ilişkilerden kopar ya da koparılır. İkinci dönem, yeni bir evreye/konuma/hale geçmeyi içerir. Üçüncü dönem ise yeni duruma entegrasyonla ilişkilidir (s. 21).
Arnold van Gennep’in Übergangsriten’ında her bir halden çıkışta bir “sosyal ölüm” ve aynı zamanda “yeniden doğum” vardır. Mesela çocukluktan çıkan biri için çocukluk ölürken ergenlik doğar. Bu ölümlerin ve yeniden doğumların olabilmesi toplumdaki strüktürlerin sabit (konstant) kalmasıyla mümkündür. Bu değişmezlik bireyin değişkenliğinde belirli bir stabilite sunar ve psikolojik ve sosyal dekompansasyonu önler. Ölüm radikal ve sonsuz bir ayrılıktır ve kalanlar için ayrılık, geçiş (cenaze merasimi) ve entegrasyon (yas tutma, yas ritüelleri) vardır.
Ölüm ve cenaze merasiminde “ayrılık ritüelinin” önemine vurgu yapar van Gennep. Her kültür ölümü din ve inanç üzerinden kurguluyor ve anlamlandırıyor; İslam’ın ölüm tasarımı da bir halden ötekine geçiştir. Buna göre, ölenin kendisi de üç süreçten geçer: Ölüm öncesi (hastalık, yaşlılık) ile ölüm anı (yaşadığı sosyal alanın ve koşulların terk edilmesi); geçiş (bu dünyadan ötekine geçmek, bedenin burada kalıp ruhun gitmesi); ve öteki dünyaya entegrasyon (Sırat Köprüsünden geçmek, sınavdan geçmek, cennet ya da cehenneme gitmek).
Bir kurtuluş olarak ölüm
Margaret Mead (2012) “Bir Etnoloğun Totem ve Tabu’ya Dipnotu” (Fußnote einer Ethnologin zu Totem und Tabu) başlıklı yazısında ölüm ve ikircikliliği dile getirir. İnsanlar başka kültürlerde başka ölebiliyorlar. Bizde aslında çok da öne çıkmayan, ölümün arkada kalanlar için bir kurtuluş olduğu gerçeğinin başka kültürlerde daha belirgin olduğunu anlatır. Bizde “öldü kurtuldu” derken ölenin acı çekmesinin ve bu bağlamda “sürünmesinin” bittiği söylenir. Bunu söyleyenler arkada kalanlar olduğu için aslında dillendirilmeyen ama dolaylı olarak ölümlerde oluşan bir gerçektir bu. “Bizim kültürümüzde sevinç, rahatlama, ya da bir arkadaşın ya da akrabanın ölümü karşısında kayıtsız kalmak sosyal olarak kabul edilemez tutumlardır” (Mead, 2012, s. 16. Çeviri Ş.E.).
Sibirya halkları olan Çukçiler ve Koryaklar ölülerini defnederken onlardan kalan tüm izleri yok ederler. Amaç, şayet ölmekten vazgeçerlerse geri geldiklerinde yurtlarını bulamamalarını sağlamaktır. Cenaze kaldırılana kadar bir Çukçi ölü uyanmasın diye nöbet bekler. Bu süre içinde ölü duyar ve uyanır korkusundan davul çalmak yasaklanır. Mezarlıkta ise ölenin ölmesini garanti edebilmek için boğazı kesilir. Mezarlığa bırakılan cesedin vahşi hayvanlar tarafından yenip yenmediği ayrıca üç gün sonra kontrol edilir.
Bizim kültürümüzde ölenin bir eşyası anımsama objesi (yadigar) olarak saklanırken, Sibirya’daki Çukçi kültüründe ölen kişi ailenin koruyucusu ise ondan kalan bir parça yadigar olarak değil ama muska (sembolik koruyucu) olarak saklanır. Bizde ölüyü anımsamak, onu hayatımıza sembolik anlamda entegre etmek, onu unutmamaya çaba göstermek makbuldür. Bu nedenle ölenin yadigârı kutsal bir hediye gibi korunur, duvarlara onun fotoğrafları asılır. Başka bazı kültürlerde ise ölene ait tüm izler silinerek onu bütünüyle unutmak üzerine kurgulanan bir ölüm tasarımı vardır…
Bizim kültürümüzde ölümün kalanlar için bir kurtuluş olduğu bazen çok bariz olduğu halde inkar edilen bir gerçektir. Kentleşmeyle birlikte bir değişim yaşandı: Çocuklar yaşlılıktaki yaşam sigortası işlevinde zorlanmaya başladılar. Birçok insan çocuklarını kendi yaşlılık bakımları için rehin almış durumda. Bu insanlar ölene kadar çocuklarının yaşamlarına ipotek koyarak, öldüklerinde onları da sembolik olarak mezara sokuyorlar. Yaşlı anne-babanın bakımının çocukların üzerine kalması, bu çocukların kendi hayatlarını sınırlamaları, kendi otonomi ve bağımsızlıklarından vazgeçmeleri anlamına geliyor. Anne-baba öldüğünde ‘hayatını anne-babasına adamış’ çocukların yaşama anlamları da yok oluyor. Sembolik olarak ‘genişletilmiş/çoğaltılmış ölüm’ olarak adlandırdığım bir durum çıkıyor:
Kendi hayatını yaşamamış, anne-babasının bakımı için kendinden vazgeçmiş insanların sembolik olarak yaşarken ölmüş halleri… Bu durumda ölüm çocuklar açısından bir kurtuluş olmasına rağmen bu boyut dinsel ve sosyal korkular nedeniyle inkâr edilmekte. Çocuklar açısından bazı şeylere geç kalınmış, arzularını, hayallerini ve kendini gerçekleştirme şansını da ölenle birlikte gömen insanlar kalıyor bazen geride. Ölüm ve kurtuluş fikri, sevmediğimiz, başımıza bela olan ama çoğu kez de bizden güçlü olan, ilişkide bizi sıkça mağdur konuma getiren “kötü” insanların ölmesiyle de “kurtulduk” rahatlığı yaşarız. “Bir pislik eksik oldu” deriz.
Ariès, “duygular devrimi”nden söz eder (2009, s. 600). Ölüm sonrası duygular önceleri birçok insanın omuzlarına yüklenirken, modernleşmenin getirdiği bireyselleşmeyle birlikte ölümün yası ve ölüm sonrası yaşanan sıkıntılar sadece birkaç kişinin üzerine kalıyor. Yas tutma ritüellerinin de azalmasıyla birlikte yas tutmak ve öleni anmak, terapi alanlarına kalıyor. Bu yazdıklarım yaşlıları bu durumdan sorumlu tutuyorum anlamına gelebilir; bu doğru, ama yaşlılar da bu durumun daha çok mağduru durumundalar… Kısacası bugüne kadar sürdürdüğümüz yaşlanma, hastalanma ve ölme tasarımlarımızın üzerine yeniden düşünülmesi gerekiyor; ölmeyi başka bir biçime dönüştürmek durumundayız. Ölenler için de geride kalanlar için de durum hiç hoş değil.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***