YORUM | DR. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
İnsan haklarını korumanın önündeki en büyük engellerden biri, açık ve örtük şekliyle ırkçılıktır. Yakın tarihte hiçbir şey ırkçılık ölçüsünde insan hakkı ihlâllerine sebep olmamıştır. Son birkaç asırda yaşanan nice savaşların, zulümlerin, soykırımların, sömürgeciliğin, etnik temizliğin itici gücü ırkçılık olmuştur. Zencilerin Amerika’da gördükleri baskı ve kısıtlamalar, Hitler’in Yahudilere uyguladığı soykırım, Sırpların Boşnaklara yaptığı katliam, Güney Afrika’daki beyazların kendilerinden olmayan etnik gruplara uyguladıkları baskı ve ayrımcılık, Ruanda’da yaşanan kanlı olaylar ırkçılığın sebep olduğu ağır insan hakkı ihlâllerinden bazılarıdır. Fakat ne yazık ki ırkçılığın sebep olduğu vahşet ve zulümler bunlarla sınırlı kalmamıştır. Dünyanın farklı kıta ve ülkelerinde değişik etnik kökenlere sahip nice topluluk ve bireyler ırkçı saldırıların kurbanı olmuştur.
Maalesef demokrasinin, eşitliğin, insan haklarının, çoğulculuğun dillerden düşmediği modern dünyada da ırkçılığın üstesinden gelinememiştir. Irkçılık hâlâ farklı düzeylerde, değişik formlarda etkisini sürdürmekte ve çok farklı mağduriyetlere sebep olmaktadır. Tabiatı itibarıyla bölücü, ötekileştirici ve dışlayıcı bir karaktere sahip olan ırkçılık, insan haklarını tehdit etmeye devam etmektedir. Hele bir de o, cehalet ve taassupla birleşince, kendinden olmayana, yani “ötekine” karşı zulüm ve şiddeti meşrulaştırıcı bir rol oynamaktadır. Bu yazıda İslâm’ın ırkçılıkla nasıl mücadele ettiğini, onu zihinlerden ve toplumsal hayattan kaldırma adına ne tür adımlar attığını ele alacağız.
IRKÇILIK NE DEMEKTİR?
Irkçılık kısaca soy üstünlüğü davası gütmektir. Bir ırkın üstün görülmesi, haliyle diğer ırkların aşağılanmasını netice verir. Üstünlüğün genetik yollarla kendisine miras kaldığına ve kendi soyunun üstün ve seçilmiş olduğuna inanan bir insan, öteki ırklara karşı çoğunlukla negatif düşünce ve tutumlar geliştirir. Bu negatif tutumlar zaman zaman kin ve düşmanlığa kadar uzanır.
Dahası sahip olduğu etnik kimliği kutsayan ve yücelten ırkçılar, soydaşlarının kötülüklerini bile iyilik olarak görür, başkalarının iyiliklerini ise kötülük. Yani haksızlıkta kavmine arka çıkarlar. Kendi soydaşlarından sadır olan zulümleri destekler veya en azından bunlara karşı sessiz kalırlar. Kendi kavminin rezilliklerini fazilet yerine koyarlar. Başkalarının faziletlerini ise ya görmezden gelir ya da tevil ve yorumlarla kötü gösterirler. Bütün bunlar ırkçılığın başlıca tezahürleridir. Bu açıdan ırkçılık adalet, hakkaniyet, insaf ve eşitlik gibi değerlerin önde gelen düşmanlarından biridir. Seviyesine göre bunları zedeler veya yok eder.
Bu izahlardan da anlaşılacağı üzere ırkçılık, kendi milletini sevme ve ona bağlı olma anlamındaki milliyetçilikten veya ülkesini sevme ve onun uğruna pek çok fedakârlığı göze alma anlamındaki vatanseverlikten farklı bir kavramdır. Gerçi milliyetçilik yer yer ırkçılık anlamında da kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri onu, müspet ve menfi milliyetçilik olmak üzere ikiye ayırır. Menfi milliyetçiliğin başkasını yutmakla beslendiğini ve adavetle devam ettiğini ifade eder. Bunun da karşılıklı düşmanlık, çatışma ve karışıklıklara yol açacağını belirtir. Müspet milliyetçiliğin ise toplumsal hayatın iç dinamikleriyle oluşacağını, yardımlaşma ve dayanışmaya vesile olacağını ve faydalı bir güç kaynağı oluşturacağını ifade eder. (Bediüzzaman, Mektubât, 26. Mektup)
Bir insanın kendi vatanını, milletini, yurttaşını sevmesi, onlara bağlılık duyması tabii bir duygudur. Tabii olmanın da ötesinde övülen ve teşvik edilen bir haslettir. Din de müspet milliyetçiliği ve vatanseverliği teşvik eder. Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur: “En hayırlınız (zulme düşerek) günah işlemedikçe kendi kavmini/aşiretini müdafaa edendir.” (Ebû Dâvud, Edeb 121) Bir sahabenin, “Ey Allah’ın Resûlü, bir kişinin kavmini sevmesi asabiyet midir (ırkçılık mıdır)?” sorusuna da, “Hayır, asabiye, kişinin zulümde kavmine yardımcı olmasıdır.” (Ebu Davud, Edeb 121) şeklinde cevap verir.
Bu izahlardan da anlaşılacağı üzere ırkçılık, millet sevgisinden, kavim ve kabileye bağlılıktan, milleti için fedakârlık yapmaktan farklıdır. O, basit bir sevgiye, bağlılığa, fedakârlığa değil; tarafgirliğe, tutuculuğa, fanatizme ve hatta düşmanlığa dayanır. Bağnazlık, kibir ve cehaletten güç alır. Üstünlük davası güder. Atalarıyla övünür ve şeref duyar. Kendini başkaları üzerinden tanımlar. Mensup olduğu millete, sırf sahip olduğu genetik özelliklerden ötürü ayrı bir statü ve değer verir. Âdeta kendi ırkını kutsar. Kendinden olmayanlara tepeden bakar ve onları hakir görür. Farklı ırkları, kavim ve kabileleri tanışma, paylaşma, uzlaşma ve dayanışma adına bir fırsat olarak değil; kendisine karşı bir tehdit ve tehlike olarak görür. Bu sebeple de onlara karşı düşmanca davranır, onları yok etmek için fırsat kollar. Her tür zulüm ve haksızlığı onlara reva görür. Modern dönemde ortaya çıkan faşizm, nazizm, şovenizm, kafatasçılık gibi ideoloji ve akımlar ırkçılığın ete kemiğe bürünmüş birer tezahürüdür.
MODERN DÖNEMDE IRKÇILIK
Irkçılık çok eski bir insanlık suçudur. Belki de insanlık var olduğu günden bu yana mevcudiyetini sürdürmektedir. Fakat son bir iki asır, onun çok yoğun ve yaygın yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Yepyeni ırkçı söylemler üretilmiş, ırkçılık bir ideolojiye dönüştürülmüş ve insanlık çapında çok büyük trajedilerin yaşanmasına sebep olmuştur. Birçok ülkedeki ırkçılık olayları iç savaşları, kitlesel katliamları, işkenceleri ve soykırımları netice vermiştir.
Irkçılık dünyanın birçok yerinde hâlen de güçlenerek etkisini sürdürmekte ve insan haklarını tehdit etmeye devam etmektedir. Modern dönemde bir taraftan dinin etkisinin zayıflaması diğer yandan ulus devlet yapısının ortaya çıkması ırkçılığın güç kazanmasında etkili olmuştur. Çoğu insan nazarında o, uğruna hayatın feda edilebileceği üst bir ideal haline gelmiştir.
Günümüzde ırkçılık âdeta yeni bir “din” hâline gelmiş, dinin yerini almış ve din kardeşliğinden daha güçlü bağlar oluşturmuştur. Irkçılık öyle yaygın ve etkili bir şekilde varlığını sürdürmektedir ki çoğu insan ırkçı olduğunun, ırkçı güdülerle hareket ettiğinin farkında bile değildir. Çünkü o, çoğu zaman farklı form ve kalıplar altına gizlenmekte, örtük bir şekilde varlığını sürdürmektedir. O, bazen yabancı korkusu, bazen mültecilere duyulan nefret, bazen ayrımcılık, bazen dışlayıcılık, bazen ötekine karşı önyargı ve şartlanmışlık şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bazı durumlarda mesele sadece duygu ve düşünce dünyasında kalmayıp şiddet eylemlerine dönüşmektedir.
Birkaç asırdır devam eden ırkçı söylemler ve baskın kültür yüzünden ırkçı düşünceler şuuraltında yer etmiş; zihinleri, duyguları ve fikirleri şekillendirmiştir. Sadece duygu ve düşünceleri de değil, kimlikleri ve sosyal ilişkileri değiştirmiştir. Değişmesi çok zor tabulara dönüşen ırkçı yönelimler sebebiyle farklı ırklara karşı gizli korkular, önyargılar ve düşmanlıklar oluşmuştur. Irkçılık yüzünden ötekine dair basmakalıp düşünceler sorgulanmadan kabul edilmekte ve negatif bakış açıları üretilmektedir. Bütün bunlar da başa çıkılması çok zor insan hakkı ihlallerine sebep olmaktadır.
İSLÂM’IN IRKÇILIKLA MÜCADELESİ
En başta şunun altını çizmek gerekir ki İslâm her tür ırkçılığı kökten reddeder. İslâm’a göre hiç kimse mensup olduğu etnik köken, kavim, kabile, aşiret veya sahip olduğu rengi, dili, cinsiyeti, fiziksel özellikleri ya da yaşadığı coğrafya ve ülke sebebiyle bir üstünlük kazanamaz. Bu gibi maddî ve fizikî unsurlar insanlar arasında bir değer hiyerarşisi oluşturamaz. Sahip olduğu bu gibi özellikler bir insanı yüceltmeyeceği gibi küçültmez de. İslâm’a göre bir insan ancak iradî bir kısım amelleriyle, ahlâkıyla, iyilik yolundaki çaba ve gayretiyle başkalarının önüne geçebilir. Konuyla ilgili varid olan şu hadis-i şerif net olarak bu hususun altını çizer: “Ameli kendisini geri bırakan kimseyi nesebi (etnik kimliği) öne geçiremez.” (Müslim, Zikir 11)
Kur’ân, insanların farklı ırklar, kavim ve kabileler hâlinde yaratılmasının hikmetini şöyle açıklar: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık.” Kur’an’a göre insanlar arasındaki soy sop farklılığı karşılıklı tanışıp kaynaşmaya vesile olmalıdır; çatışma ve kavgaya değil. Âyetin hemen devamında bahsi geçen bu farklılığın herhangi bir üstünlük vesilesi olamayacağı çok veciz bir ifadeyle ortaya konulur: “Şüphesiz ki Allah katında en değerli ve üstün olanınız takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat sûresi, 49/13)
Efendimiz’in şu sözleri de bunu tekit eder: “Allah Teala kıyamet günü sizin soyunuzu sopunuzu sormayacaktır. Şüphesiz ki O’nun nazarında en üstününüz, kötülüklerden en çok sakınanınızdır.” (Müslim, Birr, 34) Şu rivayette ise İslâm’ın ırkçılık karşısındaki tavrı daha açık seçik ortaya konulur: “Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Haberiniz olsun ki takva dışında hiçbir Arab’ın Arab olmayana, hiçbir Arab olmayanın da bir Arab’a, hiçbir siyahînin beyaza, hiçbir beyazın da siyaha karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilâhî huzurda en değerliniz en müttaki olanınızdır.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/411)
Peygamber Efendimiz (s.a.s) en yakın akrabalarına bile Allah katında kendilerini kurtaracak ameller işlemelerini tavsiye etmiş, aksi takdirde kendisinin onlara hiçbir faydasının dokunmayacağını belirtmiştir. Demek ki insanın atalarından tevarüs ettiği genetik ve fizikî özelliklerin Allah katında bir değeri yoktur. O, insanın kalbine, niyetlerine, duygu ve düşüncelerine, fiil ve amellerine değer verir ve ahirette de kullarına buna göre muamele eder.
Allah Resûlü (s.a.s) bir çok hadislerinde mü’minlere mensup olduğu kabilesiyle, atalarıyla, soyuyla övünmeyi ve bunlarla üstünlük taslamayı yasaklamış, bu konuda onları şiddetle ikaz etmiştir. Şu hadisleri misal verebiliriz: “Kim ırkçılığa (asabiyet) çağırarak yahut ırkçılıktan dolayı başkasına kızarak gayesi belirsiz bir topluluğun bayrağı altına girerse onun ölümü Câhiliye’deki ölüm gibidir.” (Müslim, İmâre, 57) “Asabiyyet (ırkçılık) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir.” (Ebu Davud, Edeb, 121)
Nebiyy-i Ekrem (s.a.s) fiilî uygulamalarıyla da ırkçılığın İslâm’da yeri olmadığını göstermiş, ırkçı söylem ve eylemlere anında müdahale etmiş ve eşitlik düşüncesinin toplum içinde oturması ve yerleşmesi adına çok önemli adımlar atmıştır. Bu konuda onlarca misal zikredilebilir. Fakat konuyu uzatmama adına bir misalle yetinelim: Bir defasında Ebu Zer el-Gıfari Hazretleri bir anlık öfkeyle arkadaşı Bilal-i Habeşi’ye, “Siyahi kadının oğlu” der. Bunu duyan Allah Resûlü, “Ey Ebû Zer! Sen onu anasından dolayı ayıplıyor musun! Demek ki sende hâlâ cahiliye ahlâkı var.” ikazını yapar. Ebu Zer yaptığına çok pişman olur ve Bilal-i Habeşi’den özür diler.
Nebiyy-i Ekrem, “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Herkes atalarıyla övünmekten vazgeçsin.” (Tirmizi, Tefsir, Hucurat suresi) sözüyle bir taraftan atalarla övünmeyi, diğer yandan renginden ve etnik kökeninden ötürü bir insanın ayıplanmasını yasaklamıştır. Irkçılığın en hafif şekli olarak görülebilecek bu tür tavırları bile yasaklayan İslâm’ın, ırkçı saldırılara, şiddet eylemlerine vs. müsaade etmesi mümkün değildir.
NETİCE
Irkçılık hiçbir mantığı olmayan, hiçbir delile istinat etmeyen altı boş bir düşüncedir. Bir insanın mensup olduğu ırkı üstün görmesinin tek delili, onun kendi ırkı olmasıdır, yani şuursuz bir hissiyattır. Irkçılık kabul edildiği takdirde her milletin diğerlerinden üstün olması gibi kabul edilmesi mümkün olmayan oldukça mantıksız ve çelişkili bir netice ortaya çıkacaktır. Aynı şekilde bir insanın kendi iradesi, tercihi ve müdahalesi olmaksızın sahip olduğu bir kısım özelliklerden ötürü övülmesi veya yerilmesi akla ve vicdana terstir. Bu sebeple İslâm’ın böyle bir olguyu kabul etmesi mümkün değildir. Gerçi bazı milletler tarih sahnesinde ortaya koymuş oldukları başarı ve kahramanlıklarla temayüz edebilir, öne çıkabilir. Fakat bu bile, o millete mensup olan bireylerin diğer milletleri hor ve hakir görmesini ve hele hele onlara karşı düşmanlık beslemesini, yani ırkçılık davası gütmesini gerektirmez.
Irkçılık, İslâm öncesi cahiliye döneminin en bariz özelliklerinden biriydi. Kabile taassubu şeklinde kendini gösteriyor, çatışma ve savaşlara sebep oluyordu. İslâm, konuyla ilgili getirdiği hükümleriyle inkılapçı bir tutum sergilemiş ve bu konuda başarılı olmuştur. Hiç şüphesiz nesep bağı ve soy üstünlüğü yerine eşitlik ve adalet fikrini koyan, tanımlama ve etiketleme yerine tanışma ve kaynaşmayı tavsiye eden, üstünlük kriteri olarak şahsî çaba ve gayreti öne çıkaran, menfi değil müspet milliyetçiliği savunan, çatışmayı değil yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik eden, ulus devlet yerine adil ve eşitlikçi bir toplum yapısını öne çıkaran İslâm’ın sunmuş olduğu bu bakış açısı, ırkçılıkla mücadelede önemli bir alternatiftir.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***