Türklerin Anadolu’daki maceraları bir göç öyküsüyle başlamış. Orta Asya’dan yola çıkanların kendilerine buldukları yaşam alanı olan Anadolu’nun tarihi de hep göçler ve sürgünler tarihi olmuş. Yakın tarihimizi de göçler belirlemiştir. Yıl 1915, Tehcir Kanunu, yani devletin bir halkı sürgüne yollaması. 1916, Balkanlar ve Rusya tarafından Anadolu’ya gelen göç dalgaları. 1923, mübadele, yani zorunlu göçler. Koçgiri, Dersim ve diğer Kürt isyanları ve sürgünler… Bu coğrafya çok yönlü travmaların ve trajedilerin tanığı.
Sadece 1950’li yılların sonlarında başlayan kırsaldan kente, kentten kente ve Anadolu’dan Avrupa’ya yapılan göçler bile kendi içlerinde büyük travmalar ve trajediler barındırıyor. Bu toprakların anlatıları da göç ve sürgünler üzerine kurulu: Adem ve Havva’nın cennetten kovulmalarıyla başlayan sürgün hikayeleri, Musa’nın kaçışı, Muhammed’in hicreti vd. Bütün bunlara dair bu yazı…
Bir genç oğlan vardı. Keman çalardı. Kemal Kurkut’tu adı galiba. Hani devlet, “Kendini polisin kurşununun önüne attığı için vuruldu” demişti. Vurulduğu an… Yarı çıplak. Eski bir Yunan heykeli gibi. Yüzünde acı. Bir insanı vurulma anında yüzünde beliren acıyla anımsamak… Müslümalara göre ölüm de bir göç hikayesidir. Bu dünyadan ötekine…
GÖÇ KONSEPTİNDEKİ DEĞİŞİM
Bilinen göç kuramları göçmenlerin A ülkesini terk edip ya geçici ya da kalıcı olarak B ülkesine gitmesini anlatıyor. Bu göçler genelde aynı “kültürel alanlar”a (Kulturareale, Georges Devereux) yapılıyordu. Savaş, açlık, kuraklık ve sel gibi travmatik olaylarda göçler en yakın sınır bölgelerine ve ülkelerineydi. Bundan dolayı göç olgusunda “tanıdık yabancılık” (Bernhard Waldenfels) durumu vardı: Aynı kültür bölgelerine yapılan göçte yabancılık olmakla birlikte, ne yapılacağı ve nasıl davranılacağı biliniyordu.
Mesela savaş nedeniyle Afrika’da kendi ülkesinden kaçan ve sınır ötesindeki yakın bir kasabaya sığınan bir balıkçı, sığındığı kasabaya yabancı olmasına rağmen (yabancılık), bir balıkçının yanında iş bulup benzer biçimde avlandığından (tanıdıklık) fazlaca zorluk çekmez. Buradaki balıkçılığa ilişkin bazı farklılıklar kısa zamanda geçilebilir. Yine Bernhard Waldenfels’in “göreceli yabancılık” kavramı bu durumu anlatır: Kısa zamanda giderilebilen yabancılık. Tanıdık yabancılık duygusu göç dışında da her insanın yaşadığı bir duygudur. Mesela doktora gittiğimiz anı düşünelim. Daha önce de birkaç kez doktora aynı şikayetlerden ötürü gittiğimiz için tanıdık bir durumdur. Ama bu kez gittiğimiz doktoru tanımadığımız için yabancı birine gidiyoruzdur. Böyle bir durum tanıdık yabancılık duygusudur…
Küreselleşmeyle birlikte göç dalgalarında da küreselleşme oldu. Afganistanlı biri ülkesini terk ettiğinde, komşu ülkeler olan İran ya da Pakistan’ı değil Kanada’yı ya da Fransa’yı hedefliyor. Bu, farklı kültür alanlarına yolculuktur aynı zamanda. Afrikalı balıkçı Kanada’da bir balıkçının yanında avcılığa başladığında avcılığa dair yeni bir dille karşılaşır; avlanma teknikleri, yeraltı kamerası ve navigasyon türü elektronik aletlerin kullanımı gibi mesela.
Kanada’da dil öğrenmenin yanı sıra kendi mesleğinin dilini de öğrenmek zorundadır. Sadece dil ve meslek dilini öğrenmek de çoğu kez yeterli olmayabiliyor; bu dilin oluştuğu kültürel alt yapıyla da uyumlu hale gelmek gerekiyor. Mesela Afrika’da balıkçılık usta-çırak ilişkisiyle öğrenilir ve o yolla ustalaşılırken, Kanada’da bir meslek eğitiminden geçip sertifikası olmayanların balıkçı sayılmayacağı gerçeği vardır…
GETİRDİKLERİYLE VE GÖTÜRDÜKLERİYLE YENİ GÖÇ MODELLERİ
Daha önceleri konsolosluk görevlilerinin yaşadığı yaygın olan bir göç modeli vardı: Sadece iki-üç yıllığına bir ülkeye gitmek. Bu tür bir yaşam göçmenlikten çok bir misafirlik kontekstidir. Küreselleşmeyle birlikte göç ve göçmenlik modellerinde meydana gelen değişiklikler ve çeşitlilikler başka bir sorunu ortaya çıkardı: Göçler her zaman A noktasından B noktasına olmuyor.
Bir Afgan, Afganistan’dan yola çıktığında ilk durağı İran olabiliyor mesela; birkaç yıl sonra Türkiye’ye geliyor ama amacı kalmak değil. Birkaç yıl sonra da Avrupa’ya geçmeyi deniyor, daha sonra Fransa üzerinden İngiltere’ye ulaşmaya çalışıyor. Kısacası A ülkesinden çıkan biri için B, C ve D ülkeleri geçiş ülkeleri. Ayrıca, bir göçmenin ulaşmaya çalıştığı ülke yerleşip kök salacağı ülke gibi görünürken, yaşlandığında emekliliğini geçirmek için İspanya veya İtalya hayali kurabiliyor. Belki de çocukları ondan bağımsız olarak Avustralya veya Amerika’ya yerleşme derdinde.
Bu yerleşik hayata geçememe ve sürekli bir göçmenlik hali, buna bağlı olarak oluşan göçebe kültürü, iş anlaşmalarının kısa vadeli olmasıyla da ilgili. 1950-60’lı yıllarda girilen işlerden emekli olunurken ve iş üzerinden göçmenlikten yerleşikliğe geçilirken, günümüzde bu da değişti. İş sözleşmeleri geçici ve insanlar işlerinin izini sürerken göçebe oluyorlar. Bu durumun konuştuğumuz dile ve ilişkilenme biçimlerimize dolaylı ve dolaysız etkileri var. Konuştuğumuz dil geçici; kendini vatanında hissetme ve kültürel bir yurt edinme olanaklarını zorlaştırıyor.
İki yıl sonra ayrılacağımız bir ülkede ya da mekanda derinlemesine bağlanacağımız ilişkiler kurmak istemiyoruz. Yaşadığımız mekanda sadece gereksinimlerimizi gidermek, göze batmamak ve bağlanmamak istiyoruz; bizim bu mekandan ayrılmamızı zorlaştıracak sevgili, arkadaşlık ve dostluk ilişkisinden kaçınıyoruz. Bunun sonucu olarak kurduğumuz ilişkiler yüzeysel ve yapay oluyor.
Farkında olmadan göçebe kültürünü içselleştiriyoruz. Bir dönem sonra bağlanma korkumuz çoğalıyor ve hatta kadın-erkek ilişkileri de zorlaşıyor. Birlikteliklere yaptığımız duygusal, zamansal ve parasal yatırımlarda dikkatli ve kontrollü oluyoruz. Yani bir ayağımızla ilişkinin içindeyken diğer ayağımızla kaçmaya hazırız. Her tartışmada, bir ilişkide söylenebilecek en son sözü bu nedenle ilk başta söylüyoruz.
Psikanalist Sverre Varvin, göçle birlikte bir kimlik kayması yaşanabileceğine dikkatimizi çeker. Kimileri yabancı/dış dünyaya karşın evlerinin içini kimliklerini yaşayabilecekleri bir alana dönüştürebilir ve evlerinde ‘kendileri’ olabilirken, bazıları da dominant kültürü evlerinin içinde hakim kılıyorlar. Kendi kimliklerini ve aidiyetlerini kendi içlerine hapsediyorlar. İçlerinde kendilerini içine kapattıkları hapishaneyle yaşıyorlar…
Bir göçmenin göçtüğü ülkede kraldan çok kralcı olması, aşırı ve hızlı uyum gösteriyor görünmesi manik bir savunma biçimi olur çoğu kez… Şunu da unutmamak gerek: Göçmenlik göçmenleri birey olmaya zorladığı gibi, geleneksel bağların gevşemesinden ötürü, sosyal kontrolün azalması (metropollerde komşuluk ilişkilerinin çözülmesi ve “mahalle baskısı”nın azalması) imkânını ve göçmenlere “bir başka şehirde bir başka biri olma” (Murathan Mungan) şansını da veriyor. Bazen bu tür davranışları görgüsüzlük, sonradan görme ve şımarıklık olarak değerlendirebiliyoruz…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***