“Küçük yaşta, bir iki günlüğüne de olsa, evden kaçan birine, bu kaçış serüveni yıllar sonra kristal bir mutluluk olarak geri döner,” diyordu sevgili Walter Benjamin… Peki, neler, yıllar sonra mutsuzluk olarak geri döner insana? Hangi yaptıkları, hangi yapamadıkları?..
En son kaldığı evden, o yüreğinden sevdiği arkadaşı tarafından kovulduktan sonra düşünmeye başlamıştı, geriye doğru her şeyi. Bu kaçıncı kovuluşuydu? Evlerden, yüreklerden, sığındığı çevrelerden.
“Bana tarifsiz bir sıkıntı veriyorsun!” diyerek onu evinden kovan arkadaşının bu sözleri, onu zehirli bir akıntıya sürüklemişti sanki. Bu itilişe hiç hazır olmadığı için, âdeta ağlamaklı bir tonda, “Seni kıracak bir şey mi yaptım?” diyebilmiş, sonra da tıkanmış, elleriyle yüzünü kapatmış, öylece donmuş bir şekilde saatlerce, günlerce kalmıştı. Şimdiye dek, hep son sözleri başkaları söylemişti: Dostları, sevgilileri, arkadaşları…
Bağlandığı insanlar, sevmeye karar verdikleri. Bu son sözlerden sonra yıllarca bu son söze karşı ne söylemesi gerekiyordu. Bu yok eden son söze karşı, anlamlı, doğru, kendisini anlatan çözüm arayan, iyiyi gösteren ne söyleyebilirdi o? Yoo, bulamazdı, istediği son sözü. Ya kırıcı olurdu bu son söz, ya da kendisi açıklamıyor olurdu. Bilinmez bir tarihe ertelerdi, bu son sözü…
O evrensel bir arabulucuydu. Birbirlerine küsenleri barıştırır, buluşturur; dövüşenleri ayırır, onları sağduyu ve hoşgörüye çağırırdı. Yalvarırdı birbirlerinin boğazına çöreklenmiş, gözleri intikam ve öfke ateşiyle yanan dövüşçü dostlarına, yakınlarına: “Lütfen, yapmayın, ne olursunuz, size yakışmaz! Konuşun, lütfen! Olur mu, olur mu hiç!..”
Şimdi düşünüyordu da kendisi hiç öyle intikam ve öfke yangınına kapılıp biriyle dövüşmemiş, yabanlığa bir kez olsun geri dönmemişti. Yoksa insanın arada bir kendini kaptırıp üzerine yürüyen, kendisini aşağılayan birinin suratına içindeki öfkeyi taşıyan bir yumruk patlatması, insanları akla ve hoşgörüye çağırıp onları ayırmaktan daha mı anlamlı ve zevkliydi? Şimdi düşünüyordu ki o, hayatı boyunca onca kişiden yumruk, tokat yemesine rağmen bir kez olsun birine vurmamış, vuramamıştı.
Onca gururlu olmasına rağmen, geceleri içkili, sözüm ona, “dostluk şölenlerinde” bir tartışmaya katılmaya görsün, evine döndüğünde içi pişmanlıklarla dolar ve hemen telefonlara sarılırdı:
“Amacım seni kırmak değildi; lütfen, beni yanlış anlama! Kırdıysam, özür dilerim!” gibi sözler söylerdi yana yakıla. Kimseyi incitmemeliydi, kimseyi kalabalık içinde küçük düşürmemeliydi. Kimsenin zaafını ortaya çıkarmamalıydı. Güler yüzlü, anlayışlı, sabırlı ve cana yakın bir hayalet olmalıydı! Neşeli görünmeye mecburdu sanki. Yüzünü hep dostlarına, sevdiklerine tutup yaşadı. Nefesin, tuttu, içini kanattı hep…
Hep korktu oysa; küstahlıkların, yıllarca gizlendikten sonra ortaya çıkan kötülükten, adres sormaktan, polisten… Bir odaya girmektense çıkmayı tercih etti. Bir şeyin fiyatını sorduktan sonra, almak zorundaydı sanki. Elleri utançla ve hüzünle terledi hep. “Seninle çalışmayacağız!” dediler. “Bu evi terk et, senden rahatsız oluyoruz!” dediler. “Bizi bu odada yalnız bırak, dışarı çık!” dediler. Bugüne dek bunları diyenlerin hiçbiri gözlerine gözlerini dikip “Sen ne demek istiyorsun?” diye bakamadı. Ya, “Sizi kıracak bir şey mi yaptım?” diyebildi zorlukla ya da onu bile söyleyecek gücü ve cesareti bulmadan hep söyleneni yaptı; içi kanayarak…
Bir kez olsun, son sözü o söylemedi. Bir kez olsun, onu aşağılamak isteyen, kişiliğini ayaklar altına alan birinin yüzüne yumruğunu patlatamadı. Bir kez olsun yabanlığa dönüp içinden geldiği gibi dövüşemedi. O arabulucuydu. Hoşgörülü, cana yakın, sağduyulu biriydi. Ama nasıl küçükken evden kaçan birine bu kaçış serüveni yıllar sonra kristal bir mutluluk olarak geri dönüyorsa, ona da bu yapamadıkları derin bir mutsuzluk olarak geri dönüyordu…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***